Türk yargısı bu Tünel’e nasıl girdi, nasıl çıkar?

YORUM | RAMAZAN F. GÜZEL

Bundan önceki “Türk yargısının 15 Temmuz’la imtihanı; İyidil vak’ası” başlıklı yazıda eski Korgeneral Metin İyidil’e “15 Temmuz” ile ilgili önce müebbet hapis cezası verilmesi, sonra beraat ve tahliyesi, tepkiler üzerine tekrar tutuklanmasını ele almıştık. Zira bu dava, Türk yargısının son 4 yılının adeta bir prototipi durumundadır.

Bütün erkleri fiilen tek elde toplayan R.T. Erdoğan, İyidil’in beraat ettirilmesi üzerine “yargıya gerekli talimatları verdiğini söylemiş ve bizi teyit etmişti!

Bu yazıda meseleyi biraz daha açmaya, yargının bu sürece nasıl geldiğini ve sonrasında neler yapılabileceğini ortaya koymaya çalışacağız.

“TÜNEL BAKIŞLI DAVA” NEDİR?

“Tünel bakışlı dava”, adaletten sapmış, önyargılı yargılama sistemidir. Bu dava tarzında; soruşturmadan temyiz aşamasına kadar tüm süreçte görev alanların adeta bir tünelde gidercesine, psikolojik, sosyal ve konjonktürel etkilerle yönlendirilip, bir sanığı suçlu olarak kabul edip cezalandırmak için ellerinden geleni yapmaktadırlar.

Süreçte yer alan aktörler sanığı cezalandırma gayreti içinde olup tıpkı tüneldeki tren gibi başka hiçbir alternatife yönelmezler, kişinin fail olmaması, başkasının suçlu olması, suçun unsurlarının oluşmaması veya sanığa atfedilen eylemin suç oluşturmaması gibi ihtimalleri görmezler/ göremezler. Tüm yargılama süreci sonuca göre şekillendirilir, işkence, yalan tanıklık, gizli tanıklık, sahte belge üretimi, aldatılarak beyan alma gibi yöntemler meşru sayılır. Bu usulde mahkûm edilmesi gereken (!) mahkûm edilir, kurtarılması gereken cezadan kurtarılır (!), başka bir ifade ile masum cezalandırılırken, suçlu cezasız kalır. Bakışlarını tünelin dışına çevirmek neredeyse imkansızdır.

Bu konuya Amerika’da görülen bir dava örnek olarak gösterilmektedir. Marvin Anderson isimli bir siyahi vatandaş, gasp, kaçırma, şiddet ve beyaz bir kadına tecavüz suçlarından tutuklanır.  Soruşturma aşamasında şüphelerin ortadan kaldırılması ile ilgili pek çok alanda sorunlu olan dava, sanığın siyahi, mağdurenin beyaz olması gibi sebeplerle Anderson, tüm itirazlarına, kendisini haklı gösterebilecek tüm savunmalarına rağmen, tamamı beyazlardan oluşan bir jüri tarafından suçlu bulunur.

1988 yılında ilk yargılama aşamasında da adı geçen, kendisi de siyahi olan John Otis Lincoln isimli bir kişi asıl suçu kendisinin işlediğini belirterek mahkemeye başvurur, ancak ciddiye alınmaz. Anderson’un vermiş olduğu hukuk mücadelesi sonucunda DNA testi çalışmaları yapılır ve onun suçsuz olduğu anlaşılır. 2002 yılında, 15 yıl hapis, 4 yıl denetimli serbestlik ve de yapılan yeniden yargılama neticesinde Anderson’un suçsuzluğuna karar verilir.

Anderson davası, tünel bakışlı davaya örnek olarak gösterilir. Çünkü mağdurun beyaz, sanığın siyahi olması nedeniyle soruşturma ve yargılamada görev alanların önyargılarının davayı tünel bakışlı davaya dönüştürdüğü, Anderson’un masumiyeti DNA tespiti ile kesin olarak ortaya konuluncaya kadar diğer şüphe sebeplerini görmezden gelip, tünel dışına bakamamışlardır.

Bu konuda daha detaylı bilgi almak isteyenler de Wisconsin–Madison Üniversitesi’nden Keith Findley ve Michael S. Scott’un “The Multiple Dimensions of Tunnel Vision in Criminal Cases” başlıklı araştırmasına bir göz atabilirler.

TÜRK YARGISINDAKİ “TÜNEL”

Türkiye’nin “Tünel Bakışı” davalar sürecine giriş miladı ‘17-25 Aralık 2013 Yolsuzluk Soruşturmaları’dır.

2010 yılında başlatılan soruşturma sürecine 17 Aralık ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde son verilmiş;

– Ayakkabı kutularında saklanan paralar, rüşvet listeleri, kamera kayıtları, telefon tapeleri, tanık beyanları, kara para trafiğini ortaya koyan resmî belgeler gibi pek çok somut delille Reza Zarrab ve diğer failler tutuklanmış,

– İşin ucu Recep Tayyip Erdoğan’a dayanınca, “Tünel Bakışlı Dava” süreci başlamış, yolsuzluk yapanları yakalayıp tutuklayan polisler, hâkim ve savcılar “paralel” ilan edilip, görevden alınmış daha sonra tutuklanmış, Reza Zarrab ve diğerleri serbest kalmış,

– Rıza Sarraf’ın aklanma süreci, televizyon ekranlarında, Türk Bayrağı önünde, “ülkenin cari açığını kapatan kahraman” olarak “Ulusa Sesleniş” konuşması ile zirveye ulaşmış,

– Recep Tayyip Erdoğan’ın yön tabelalarını takip edip tünele giren, Rıza Sarraf ve diğerlerini serbest bırakıp hakkında takipsizlik kararı veren hâkim ve savcılar, aynı tünelde yollarına devam edip operasyonu yapan polisleri tutuklamışlardı…

Devamı da çorap söküğü gibi geldi. İşte kronolojik olarak yaşananlar:

17-25 Aralık Operasyonları

İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı, 2010 yılında başlattığı iki ayrı soruşturmayı sırasıyla 17 ve 25 Aralık 2013 tarihlerinde sonuçlandırdı. 25 Aralık soruşturması, 17 Aralık soruşturması gibi rüşvet, yolsuzluk suçlamalarını ihtiva etmesinin yanında, uluslararası terörün finansmanı iddialarını da kapsıyordu. 25 Aralık soruşturmasının operasyona dönüşememesinin sebebi de 17 Aralık gibi Recep Tayyip Erdoğan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ın soruşturma kapsamında olması idi.

17-25 Aralık’ta yakınlarının adının karıştığı yolsuzluk soruşturmalarının ardından Recep Tayyip Erdoğan, iddiaların adil bir şekilde yargılanmasının önünü açmak yerine Gülen Cemaati’ni şeytanlaştırmayı tercih etti, onları devlete paralel bir yapı kurmakla suçladı ve cemaate savaş açtı.

16 Şubat 2014, HSYK’nın Adalet Bakanlığına bağlanması

Bu tarihte HSYK kanunu değişti. Bu değişiklikle, HSYK’nın yetkileri büyük ölçüde tırpanlandı ve HSYK tamamiyle Adalet Bakanı’nın kontrolü altına girdi.

28 Haziran 2014, Sulh Ceza Hakimliklerinin kurulması

Sulh Ceza Hakimlikleri, Türk yargısının “Tünel”e gönüllülerin/gönlü edilenlerin rehberliğinde rızai olarak girmesine ve sonra orada hızla yol almasına hizmet edecek en önemli müessese oldu. Erdoğan’ın nunu Paralel Yapıyı bitirmek için bir proje üzerinde çalışıyoruz ifadesiyle haber vermişti.

4- 22 Temmuz 2014, 17-25 Aralık polislerinin tutuklanması

Proje hakimliklerin ilk icraatı, 17-25 Aralık operasyonlarını gerçekleştiren polisleri tutuklamak oldu. Yolsuzluk yapanlar serbest kalırken onları suç üstü yakalayan polisler tutuklandı. Bu durum Türk yargısını “Tünel”e sokan en önemli adımlardan birisi oldu.

5- 12 Ekim 2014, HSYK seçimi

Hükümetin oluşturduğu, insan kaynağı, ekonomik ve siyasi olarak desteklediği Yargıda Birlik Platformu adayları HSYK seçimini kazandı. Böylece yargı yönetimini ele geçiren siyasetin önünde, yargıyı bütün olarak kendi tasarladığı “Tünel”in içine sokması için hiçbir engel kalmadı.

 6- 30 Nisan 2015, Mustafa Başer ve Metin Özçelik tutuklanması

Bu tutuklama, “Tünel”e sokulan Türk yargısına “Gözlerini kanun da dahil, tünel dışında hiçbir yere çevirmeyeceksin” talimatının ve bu talimata aykırı davranış halinde ne olacağının en net ifadesiydi.

7- 15 Temmuz 2016, “15 Temmuz darbe kurgusu”

O günler, Türk yargısının içine sokulduğu “Tünel”in en karanlık bölümüydü! Darbeci askerlerden önce, 2745 hâkim ve savcı gözaltına alınarak tutuklandı. Yüzlercesinin yer değiştirildi. Gözaltı ve tutuklamaları gerçekleştirmek için Ankara’dan tüm Başsavcılıklara ve Emniyet Genel Müdürlüğüne talimat verilmişti. Talimatlarda; “listede ismi yer alan hâkim ve savcıların darbe girişiminde bulunan askerlerle aynı silahlı örgütün üyesi olduğu” ve “onlarla fikir ve eylem birliği içinde hareket ettiklerine dair kuvvetli suç şüphesini oluşturacak delillerin olduğu” yazılmıştı. Bu ifadenin hedefinin diğer hâkim savcıları manipüle etmek olduğu sonrada anlaşılmıştı

8- “Tabii Hâkim Güvencesi”nin ortadan kaldırılması

6 Ocak 2017 tarihli Resmî Gazete’de “680 sayılı Olağan Üstü Hal Kanun Hükmünde Kararnamesi” yayımlandı, bu KHK’nın 7. maddesi ile 2802 sayılı Hakimler ve Savcılar Kanunu’nun 93. Maddesinde yapılan değişiklikle daha evvel “bir hâkim ve savcının görev yaptığı yere en yakın Ağır Ceza Mahkemesi tarafından yapılması gereken yargılamalarda” yetki “Bölge Adliye Mahkemelerinin bulunduğu yer Ağır Ceza Mahkemelerine” verildi. Bu kararla, o tarih itibariyle sayıları 140’ı bulan Ağır Ceza Mahkemesinin yargılama yetkisi 9 yer Ağır Ceza Mahkemesine verilmiştir. Böylelikle hakimler ve savcılar birbirlerine değil, sadece sistemin belirlediği -gözünü “Tünel”den ayırmamaya azimli- hâkim ve savcılara emanet edilmiş oldu.

9- 16 Nisan 2017 Anayasa Referandumu, HSYK’nın HSK oluşu

2010 Anayasa değişiklikleri ile yargının yönetiminde ilk defa kendilerine söz hakkı verilen ilk derece hâkim ve savcıları, 2010 ve 2014 HSYK seçimlerinin ikisinde de Adalet Bakanlığı tarafından belirlenen adayları seçti, buna rağmen yürütme organına yaranamadı.

Özellikle 2014 HSYK’sı, kendisine oy vermemeyi tercih eden ve muhalif tutum sergileyen meslektaşlarını fişlemiş ve meslekten atıp cezaevlerine hatta tek kişilik hücrelere doldurmuştu.

2017’den sonra hâkim ve savcılarla ilgili kurul artık “Yüksek” değildir, sadece Hakimler ve Savcılar Kurulu’dur. Yüksekliğini kaybeden kurul üyelerinin tamamının siyasiler tarafından seçilmesini öngören yeni sistemle tamamen siyasete angaje oldu.

Bu son hamle artık Türk Yargısını oluşturan hâkim ve savcıların kıskançlık, kısa vadeli menfaat arzusu gibi saiklerle kendi rızası veya dirençsizliği nedeniyle sokulduğu “Tünel”de artık sonsuza dek kalacağının, üstelik “Tünel”in sahipleri değiştikçe, havladığı kişi değişen köpek gibi davranmak zorunda kalacağının mührü olmuştur.

Tünel’de görülen davalar, oluşturulan mağduriyetler ne olacak?

Bu soruya Profesör Dr. Âdem Sözüer 13 Şubat 2014’te yaptığı bir konuşmasında, İngiltere ve Almanya’da uygulanan sistemlerden bahsederek, “bir yargılamada tünel bakışı varsa bu dava yeniden yargılanmasının yapıldığını” vurgulamıştı.

Bu açıklamadan da anlaşıldığı üzere 17-25 Aralık sonrasında ve özellikle 15 Temmuz’un ardından, önce “irtibat ve iltisak” gibi hukuki karşılığı olmayan kavramlarla insanların KHK’larla işinden edilip, ardından işkence, itirafçı, sahte delil, aile efradı ile korkutma, kandırma gibi pek çok hukuksuz yöntemle illaki suçlu ilan edilip cezalandırılması hedeflenerek işletilen ve sonucunda da mahkumiyetlerle karşılaşan insanların davaları yeniden yargılamaya konu edilecektir.

Sürecin mağduru olan biz hukukçulara düşen ise İngiltere ve Almanya’da uygulandığı ifade edilen sistemi ülkemize kazandırmak için kafa yormaktır… Yaşanan pek çok sorun, kanunlardan ziyade uygulamadan kaynaklanmakta olup ileride kurulacak komisyonlar ile bunlar kısa sürede aşılabilecektir. O zamana kadar da hukuk ve adalet mücadelesine, yazarak ve anlatarak da olsa bu sürece katkı sağlamaya, davaları AİHM ve BM gibi uluslararası platformlara taşımaya devam etmeli.

Kötüler kötülüğünün gereği yapmaya çalışırken iyilik ve adalet iddiasında olanlar da üzerine düşeni yapacaktır.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin