İdrak ve ikna mertebeleri

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Üzerinde yıllardır kafa patlattığım bir mevzunun çok girift bir bölümü bu aslında. Bir köşe yazısı formatında paylaşıp paylaşmamak konusunda çok tereddüt ettim. Ancak “Kur’an Tipolojileri” bahsinde sözünü ettiğim “Dimağın mertebeleri” konusunu açmadan geçersem eksik kalacak gibime geldi.

İslam alimleri içinde hayal gücü ve tasviri en çok kullanan alimlerin başında gelir Bediüzzaman. Elbette Hz. Mevlana gibi öyküleme tekniği bambaşka olup, hakikati tasavvufun tasavvuru ile sarmalayarak anlatanların dışında bir alandan söz ediyorum.

Tefsir ve ikna düzleminde Bediüzzaman hayranlık verici bir tasvir ve temsil yöntemi kullanır.

Dimağın meratiplerini anlattığı “Lemaat”da bir takım katmanlardan bahseder. Son derece münderece edilmiş, sıkılaştırılmış hakikatlerdir Lemaat.

O kısmı biraz seyretmek ve çözümlemek adına yine Bediüzzaman’a müracaat etmek en mantıklısı olacaktır.

Şöyle der Nursi 23. Söz’ün İkinci Mebhas, İkinci Nüktesi’nde.

Bu arada Hz. Bediüzzaman’ın tüm öykülemelerinde muazzam bir dengeleme ve menfi-müspet, iyi-kötü dengelemesi yaptığını söylemem lazım.

Bunu yine kendi retoriğiyle şöyle izah eder: “Evet, ey insan! Senin iki yüzün var: Biri icat, varlık, hayır, müspet ve fiil yüzündür. Diğeri ise tahrip, yokluk, şer ve inkar mahiyeti taşıyan, tesir altında kalan yüzündür” Sözler (389).

Bütün öykülemelerinde bu simetriyi muazzam kullanır.

Burada da ilk başta olumsuz örnekle yola çıkar Hz. Üstad:

“Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bazı sarayların kapısına bakıyorum, gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi nazar-ı dikkati celbeder, herkesi eğlendirir bir cazibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar, yabani gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi, çocukların oynamasını tanzim ediyorlar. Kapıcı da onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış. O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş. Hep nazik vazifeler muattal kalmış. Ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sureti almışlardır,” Sözler (322).

Hazret’in Saray dediği mekan çok katlı bir yapı olan “Dimağ”dır esasen.

Devam edelim, sıra olumlu temsile geldi:

“Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki; kapıda uzanmış vefadar bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim. Ne için o öyle? Bu böyle? İçeriye girdim. Baktım ki, içerisi çok şenlik… Daire daire üstünde, ayrı ayrı nazik vazifeler ile saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki adamlar sarayın idaresini, tedbirini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar ders okuyorlar. Daha üstünde hanımlar, gayet latif san’atlar, güzel nakışlarla iştigal ediyorlar. En yukarıda efendi, padişahla muhabere edip halkın istirahatını temin için ve kendi kemalâtı ve terakkiyatı için kendine has ve ulvî vazifeler ile iştigal ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, “Yasak” demediler, gezebildim. Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var. Sordum dediler: ‘O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir ve ehl-i dalaletindir. Diğerleri, namuslu Müslüman büyüklerinindir.’ Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde ‘Said’ ismini gördüm. Merak ettim. Daha dikkat ettim, suretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemal-i taaccübümden bağırarak, aklım başıma geldi, ayıldım.” Sözler (323).

Ve sonra cevap anahtarı kısmı geliyor:

“İşte o şehir ise, hayat-ı içtimaiye-i beşeriye ve medine-i medeniyet-i insaniyedir. O sarayların herbirisi, birer insandır. O saray ehli ise; insandaki göz, kulak, kalb, sır, ruh, akıl gibi letaif ve nefs ve heva ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i gazabiye gibi şeylerdir. Herbir insanda her bir latifenin ayrı ayrı vazife-i ubudiyetleri var. Ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve heva, kuvve-i şeheviye ve gazabiye, bir kapıcı ve it hükmündedirler. İşte o yüksek letaifi, nefis ve hevaya müsahhar etmek ve vazife-i asliyelerini unutturmak, elbette sukuttur, terakki değildir. Sair cihetleri sen tabir edebilirsin.” Sözler (323).

Bir önceki yazıda dimağın mertebelerinden bahsederken Bediüzzaman’ın katmanlamasını aktarmıştık, hatırlayacaksınız:

İtikat > iltizam > iz’an > tasdik > taakkul > tasavvur > tahayyül…

Asrın Müceddidi bir (sanat) eserinin oluş ve etki merhalelerini anlatmaktadır adeta.

Tahayyülden tasavvura, oradan akletmeye, ondan tasdik, sonra iz’ana ve nihayetinde iltizam, hitamında itikat…

Bu kadar etkileyici, tabiri caizse sanat-ı muhkem olarak bir tek yüce Kur’an-ı Kerim biliyorum, gerisi bir mertebeye kadar gelebiliyor nihayetinde.

Hz. Üstad bu kavramların simetrisini de şöyle katmanlıyor aslında:

Hal, yakîn, tereddüt, şüphe, tefekkür, tevehhüm…

Başta da bu mevzunun biraz girift ve derin olduğunu söylemiştim, hatırlatırım.

Şu harikulade cümle yine Risalelerden:

“Kalbden maksad; sanevberî (çam kozalağı gibi) bir et parçası değildir. Ancak bir latife-i Rabbaniyedir ki, mazhar-ı hissiyatı, vicdan; ma’kes-i efkârı, dimağdır.” İşarat-ül İ’caz (77)

Konuya daha farklı karakterler ve tipolojilerle devam edeceğiz.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Üstad, bu yazılar çok güzel, çok ufuk açıcı.
    Gündemin boğucu yoğunluğundan kurtulup taze bir nefes almak gibi oluyor.
    Çok güzel ve hayırlı bir işe ön ayak oluyor olabilirsiniz. Kur’anın ve Risale-i Nur’un bu gözle incelenmesi ve o deryalardan inciler çıkarılması çok mühim.
    Nedim Hazar üstadın bunlardan biz okuyucularını da istifade ettimesi şayan-ı şükrandır.
    Hürmetler…

  2. Üstadım devam edin lütfen. Yazı iyice sardı. Saat farkı sebebi ile sahurda gördüm yazıyı. Uykulu okumayalım diye sabaha bıraktım. Harika bir dizi. Merakla devamını bekliyoruz.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin