Abdülhamit ve İttihad-ı İslam

Padişahın Cuma namazına gelişi ve ayrılışı, binlerce kişinin ve yabancıların izlediği büyük bir merasime dönüşmüştü.

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Tanzimat döneminde ortaya çıkan “İslamcılık” düşüncesi Osmanlı Devleti’nin hem iç hem de dış politikasını etkiledi. Osmanlı literatüründe “İttihad-ı İslam” denilen ve bugün “İslam Birliği” şeklinde siyasi bir argümana dönüşen bu ideoloji, Batı literatüründe “Pancermenizm” ve “Panislavizm” gibi değerlendirilerek “Panislamizm” olarak adlandırılmıştı.

Sömürgeci Avrupa devletleri Panislamizm’i “kendilerine karşı bir organizasyon” olarak değerlendirdiler ve yaptıkları baskılarla 1872’de Babıali’nin bu ifadeyi kullanmasını yasaklamasını sağladılar. Benzer hadiseler Abdülhamit devrinde de yaşanacak ve padişah, çareyi bu ifadenin basında yer almasını yasaklamakta bulacaktır. 

Panislamizm ideolojisi, İngiltere ve Fransa gibi devletler tarafından sömürgeleri yönüyle bir tehlike olarak algılanırken siyasi birliğini sonradan tamamlayan ve sömürgecilikte geç kalan Almanya tarafından devletlerarası rekabette bir avantaj olarak görülmüş ve bu durum Osmanlı-Alman yakınlaşmasıyla sonuçlanmıştı. 

İttihad-ı İslam’ın Keşfi 

İlk defa Namık Kemal tarafından kullanılan “İttihad-ı İslam”, bir süre sonra Osmanlı basınında yaygın bir şekilde yer almaya başladı. Bu dönemde Osmanlı Devleti Rus yayılmasına karşı Avrupa güç dengesinden yararlanmaya çalışıyor, bunun için de İngiliz ve Fransızların desteğine ihtiyaç duyuyordu. Halbuki Ruslar, Türkistan ve Kafkaslarda yayıldığı gibi İngilizler ve Fransızlar da diğer Müslüman coğrafyalarda yayılma siyaseti izlemekteydiler. 

İttihad-ı İslam kavramının Osmanlı basınında yer almasında Açe Müslümanlarının ve Türkistan hanlıklarının yardım istemeleri etkili olmuştu. Açe Müslümanlarıyla Yavuz döneminde başlayan ilişkiler, Sokollu devrinde devam etmiş ve yüzyıllar sonra Açe, Hollanda işgaline karşı Osmanlı’dan yardım talep etmişti. Diğer taraftan da Rus işgalini durduramayan Türkistan Müslümanları yardım için başvurmuşlardı. 

Bu talepler başta Padişah olmak üzere devlet adamları ve kamuoyunun gururunu okşamaktaydı. “Çökmekte olan bir devletin” diğer Müslüman topluluklar tarafından “kurtarıcı” olarak algılanması ilginç bir durumdu. Halbuki bu topluluklar hakkındaki bilgiler çok azdı ve bazen “komikliğe varan” yanlış bilgiler yer almakta bazen de devletlerarası ilişkileri zedeleyecek haberler yayınlanmaktaydı. 

Tek Devlet, Tek Müslüman Millet!

Abdülhamit yüzyıllardır önemsenmeyen “halifelik” kavramını öne çıkararak önce Osmanlı coğrafyasında sonra da diğer coğrafyalardaki Müslüman halka mesaj vermeye çalıştı.  

Bunda Abdülhamit’in 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sonucunda çok büyük toprak kayıplarıyla karşılaşması, Kıbrıs’ı üs olarak İngilizlere bırakması ve Avrupa’daki güç dengesinin bozulması etkili olmuştu. Yine Fransızların 1881’de Tunus’u, İngilizlerin de 1882’de Mısır’ı işgalleri karşısında yaşanan çaresizlik, padişahı alternatif aramaya sevk etmişti. 

İçeride “Halifelik ve Emir’ül Müminin” ifadeleri her fırsatta vurgulanıyor, Tanzimat’la sekülerleşmeye başlayan devlet kurumları ve toplumun, “dindarlaşması” amaçlanıyordu. Dini kurumların imkanları artırılıyor; cami, tekke, medrese inşaat ve tamirleri destekleniyor, namaz ve oruç teşvik ediliyor, memurların mesaileri namaz saatlerine göre düzenleniyor, “edebe mugayir” kıyafetler, temsiller, tiyatrolar yasaklanıyordu. 

“Sarayından çıkmayan padişah” olarak bilinen Abdülhamit, çeşitli yollarla toplum hayatına Fatmagül Demirel’in ifadesiyle “görünmeden görünür” olarak nüfuz etmekte ve bunda da “İslamcı” kimlik ve “Halifelik” öne çıkarılmaktaydı. Bu figürlerin başında Saray içinde kendisinin inşa ettirdiği Hamidiye Camii’ndeki görkemli Cuma selamlıkları geliyordu. 

Padişahın Cuma namazına gelişi ve ayrılışı, binlerce kişinin ve yabancıların izlediği büyük bir merasime dönüşmüştü. Tören sırasında halkın şikayetlerini aktardıkları arzuhaller toplanmakta ve halka sadaka dağıtılmaktaydı. Sadaka dağıtımı ayrıca medrese veya tekkelerin yanında halkın “Padişahım çok yaşa” tezahüratları altında gerçekleşiyor, ertesi günkü gazetelerde de selamlık resmi ve sadaka dağıtımına dair haberler geniş bir yer tutuyordu. 

Padişahın ramazan ayındaki Hırka-i Şerif ziyareti büyük bir ilgi görmekte, cülus ve doğum yıldönümleri ülkenin her yerinde kutlanmaktaydı. Her vilayette en azından birkaç bina, sokak ve mektebe “Hamidiye” ismi verilmişti. Abdülhamit dönemi, deyim yerindeyse dağa taşa “Hamidiye” yazıldığı bir devirdi. Bütün bunlar “Müslüman Osmanlı Devleti’nin” aralarındaki farklılıkları ortadan kaldırmış, “tek bir Müslüman bir milleti” oluşturma çabaları olarak görülebilir.  

Dışarıda İttihad-ı İslam 

En büyük endişe ise Yunanlılar, Sırplar, Romenler ve Karadağlılardan sonra Araplar, Kürtler ve Arnavutların da bağımsızlık arayışına girmesiydi. Hamidiye Alaylarının kurulması, Aşiret Mektebi’nin açılması, Arnavutların muhafız alayında görevlendirilmesi, Kürt aşiret liderleri ve Arap şeyhlerinin İstanbul’a davet edilmesi gibi yollarla Müslüman toplulukların sadakatlerinin devamı amaçlanıyordu. 

Salnamelerde Arap vilayetleri ilk sırada yer alıyor, Haydarpaşa’dan başlayarak önce Bağdat’a daha sonra da Medine’ye kadar ulaşan demiryoluyla da İttihad-ı İslam siyaseti bir kez daha vurgulanıyordu. 

Dışarıda ise Halifelik kurumu ve İstanbul’u öne çıkarma gayretlerine ağırlık verilmişti. Bu amaçla yayınlar yapılmakta, padişah Müslüman coğrafyanın çeşitli bölgelerinden nüfuzlu kişileri, alimleri, tarikat şeyhleri ve aydınları İstanbul’a davet ederek ağırlamakta ve bu davetlerde “imandan sonra halife aşkının” gelmesi gerektiği propagandası yapılmaktaydı.

 Bu politika sayesinde “Sünni-Şii” ayrılığının da sona ereceği gibi oldukça “iyimser” bir düşünce gelişmiş hatta İran hükümdarı Muzafferüddin Şah 1900’de İstanbul’a bir ziyarette bulunmuştu.

Hac mevsiminde dünyanın dört bir yanından gelen hacılara broşürler dağıtılarak hilafet propagandası yapılmaktaydı. Osmanlı konsolosları da sömürge altındaki coğrafyalarda benzer çalışmalarda bulunuyorlar, bu faaliyetlerden dolayı bazen de “istenmeyen adam” ilan ediliyorlardı. 

Abdülhamit ayrıca küçük Müslüman devletçik ve sömürge altındaki Müslüman topluluklarla değişik vesilelerle ilişki kurarak onları “himaye ettiği” izlenimi vermeye çalışıyordu. 

Almanya-İngiltere Hilafet Rekabeti 

İttihad-ı İslam politikasından rahatsız olan devletlerin başında sömürgelerinde milyonlarca Müslümanın yaşadığı İngiltere geliyordu. İngiltere’nin en büyük endişesi de Hindistan’da 1857’dekine benzer büyük bir isyan çıkmasıydı. 

İngilizler, 1876-Kanun-i Esasi’sisinde halifeliğe kurumsal olarak vurgu yapılması üzerine halifelik üzerine yeni tartışmalar başlattılar. Tartışmaların özünde “Hilafetin Kureyşiliği” yer alıyor, bu yolla Osmanlı hilafetinin gayrimeşru olduğu iddia ediliyordu. Bu tezler bir süre sonra Suriye, Mısır ve Hicaz’a ulaştı ve Arap aydınlarının bir kısmı bu görüşü savunmaya başladılar. 

Almanya içinse İslamcılık önemli bir fırsat oluşturuyordu. Kayser II. Wilhelm “Weltpolitik” ilkesini benimseyerek dünya politikasında söz sahibi olmayı amaçlıyor ve İngiltere’yi zayıflatmak için “İslampolitik” siyasetinden yararlanmayı planlıyordu. Dolayısıyla II. Abdülhamit’in başında bulunduğu Osmanlı Devleti ile ilişkileri geliştirmeyi öngörmüştü. Almanya, halifeliği kontrol ederek İngilizlere karşı sömürgelerde isyan çıkarmayı planlıyordu. Abdülhamit de İngiltere’ye karşı bir denge olarak Almanya’dan yararlanarak devletin ömrünü uzatmayı amaçlamıştı. 

Alman-Osmanlı müttefikliğinin en önemli göstergesi, devrin zor şartlarına rağmen II. Wilhelm’in bu dönemde iki defa (1889,1898) İstanbul’a gelmesi ve ikinci seyahatinde Kudüs’e kadar gitmesiydi. II. Wilhelm bu seyahatte Şam’da Selahattin Eyyubi’nin kabrini ziyaret etmiş ve onuruna verilen davette yaptığı konuşmada “Majesteleri sultan ve halifelerine saygı duyan yeryüzündeki 300 milyon Müslüman, şundan emin olabilirler ki; Alman Kayser’i her zaman onların dostu olacaktır…” diyerek Abdülhamit’i bütün Müslümanların lideri olarak gördüğünü ve “300 Milyon Müslümanın koruyucusu olduğunu” ilan etmişti. 

 Başarı Şansı 

İttihad-ı İslam, II. Abdülhamit devrinde bir devlet politikası olarak uygulanmaya çalışılsa da padişahın ve aydınların bu ideolojiye yaklaşımları arasında farklılıklar vardı. 

Padişahın “İslamcı” söylemine karşılık ülkeyi otoriter bir şekilde ve Yıldız Sarayı indeksli olarak yönetmesi büyük bir çelişkidir. Bu durum muhalefetin hızla gelişmesine yol açtığı gibi önde gelen İslamcı aydınların ve din adamlarının desteğinden mahrum kalmasına hatta bu kişiler tarafından tenkit edilmesine yol açmıştır.  

Dönemin İslamcı aydınlarından M. Akif, Bediüzzaman, Elmalılı Hamdi Efendi, Abdürrahim Reşit, Babanzade Ahmet Naim, Manastırlı İsmail Hakkı “müstebit” olarak değerlendirdikleri Abdülhamit’e muhalefet etmişler hatta 1909’da tahttan indirilmesine dair fetvayı da Elmalılı Hamdi (Yazır) kaleme almıştır.

Dış politika alanında ise Osmanlı Devleti’nin güçsüzlüğü nedeniyle bu politikanın başarılı olma şansı çok azdı. Bu dönemdeki gelişmeler, Abdülhamit’e atfedilen “Halifenin bir sözü bütün İslam alemini ayaklandırmaya yeter” gibi hayali yaklaşımların bir karşılığı olmadığını göstermektedir. Osmanlı Devleti’nin Müslüman kitleleri destekleyecek gücü ve imkânı olmadığı gibi Müslüman halkların da henüz böyle bir bilince sahip olmadıkları açıktır. 

Abdülhamit’in “İslamcılık” siyasetini, Avrupa devletleriyle yaşanan kriz zamanlarında öne çıkardığı ve bir “şantaj” vasıtası olarak gördüğü, diğer zamanlarda ise “çok çekingen” bir siyaset izlediği anlaşılmaktadır. Bu tür çelişkili tavırlar, kalıcı bir politika oluşturulmasını da engellemiştir. Yine de bu faaliyetlerin Müslüman kitlenin siyasi ataletten kurtulmasına ve yeni arayışlara girmesine zemin hazırladığı bir gerçektir.  

Abdülhamit’in Japonya’ya gönderdiği Ertuğrul firkateyni, uğradığı limanlarda Müslüman toplulukların büyük coşkusuyla karşılaşmışsa da ziyaret sonrasında limandan ayrılışından bir gün sonra batmış ve altı yüz civarındaki mürettebattan ancak altmış denizci kurtulabilmişti. Herhalde bu olay bile Osmanlı Devleti’nin Panislamizm politikasıyla dünya Müslümanlarının liderliğine talip olsa da gücünün ne kadar yetersiz olduğunu göstermek için ideal bir örnek olarak gösterilebilir. 

Kaynaklar

G. Çetinsaya, “İslâmî Vatanseverlikten İslâm Siyasetine”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, İstanbul, İletişim, 2005, C. I; K. Karpat, “Panislamizm ve II. Abdülhamid: Yanlış Bir Görüşün Düzeltilmesi”, TDTAD, 1987;’ “F. Demirel, “Sultan Abdülhamid’in Kamusal Alanda Görünürlüğü”; A. Özcan, “Abdülhamit’in Dış Siyaseti ve Uygulamaları”; C. Erarslan, Sultan Abdülhamit ve Politikası Üzerine Düşünceler”, C. Arabacı, “Abdülhamit’e Karşı İslamcı Muhalefet”, Sultan II. Abdülhamit Dönemi, İstanbul, İZÜ Yayınları, 2019.  T. Buzpınar, “Osmanlı Hilafeti Meselesi”, TALİD, C. 2, S. 1, 2004. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin