15 Temmuz kime yaradı? | 15 Temmuz konuşmaları | Bölüm 7

Bölüm 7 | 15 Temmuz kime yaradı? | 15 Temmuz 2020 (Son bölüm)

Emniyet Genel Müdürü Celalettin Lekesiz’in yalan ifadeleri. Askerle polisi çatıştırma kumpası nasıl önlendi? Saray’ın dış duvarına 15 Temmuz’dan 3 gün sonra atılan roketin sırrı! O roket TSK’da yok! Saray’ı teslim almaya giden er sayısı 13, Emniyet Genel Müdürlüğü’ne ise 20 asker gönderildi. Cezaevindeki Harbiyeli öğrencilerden biri haksızlığı kaldıramadı, intihar girişiminde bulundu. Öğrencinin sağlığı ne durumda? 4 yıl sonra Erdoğan’ın aracı gönderdiği ve ‘Cemaat aleyhine konuş, herşeyini geri verelim’ mesajı verilen isim…

Yedinci bölümün tam metni

Tarık Toros: Hoş geldiniz. 15 Temmuz Konuşmalarında sona geldik… Gelen tepkilerden, yorumlardan da anlıyoruz ki, geniş bir kesim tarafından takip ediliyor. “Birçok şeyi burada öğrendik, biz bunu neden bilmiyorduk, neden bugüne kadar okumadık, neden bugüne kadar görmedik?” diye konuşanlar var. Elbette sorular da var. Tabi daha ilk bölümlerde sorular gelmeye başladı. Bu soruların cevaplarının bazıları takip eden bölümlerde verildi. Tabi, her şeye cevap vermek de mümkün değil. 15 Temmuz’u 7 bölümde anlatmak da gerçekten güç. Belki her sene bu hafızayı tazelemekte, yeni unsurlarla bir daha bakmakta yarar var. Bu bölüm biraz açık uçlu, yorumlarla, analizlerle dolu olacak.

Gazeteci meslektaşlarım Bülent Korucu, Adem Yavuz Arslan ve Levent Kenez ile artık son sözlerimizi söyleyeceğiz. İlk bölümde ben herkese şu soruyu sormuştum. “15 Temmuz size göre ne ifade eder? 15 Temmuz deyince zihninize ilk gelen ne?” Şimdi o söylenen ilk cümleleri hatırlatarak aynı sıra ile meslektaşlarıma söz vereceğim. Neden böyle düşündüklerini örneklerle ve delillerle anlatmalarını isteyeceğim. Elbette kendi fikrimi de söyleyeceğim. Bu bölümde, diğer bölümlere nazaran biraz daha uzun konuşacağım bana sıra gelince. 

Bülent Bey ile başlayalım… “15 Temmuz nedir?” diye sorduğumda “Benim zihnimde tuzak kelimesi belirir. Tuzak kelimesini dört dörtlük hak eden bir olayla karşı karşıyayız. O tuzağa düşen askeri öğrenciler ve sadece yargılanan askerler değil, bir millet olarak bu tuzağa düştük. Bu tuzağı hazırlayanların çok profesyonelce hazırladığını aynı zamanda insafsız, vicdansız, ahlaksız bir tuzak olduğunu düşünüyorum,” demişti. 

Evet, Bülent Bey, neden tuzak sizce?

KANAATİM FAZLASIYLA PEKİŞTİ…

Bülent Korucu: 15 Temmuz’un bir tuzak olduğuna dair kanaatim geçtiğimiz altı gün içerisinde daha da fazlasıyla pekişti. Hem kendi hafızamı yoklamak ve tazelemek gibi bir fırsat sundu, bu altı bölümlük oturum. Hem de benim gözümden kaçan bir kısım ayrıntıları yakalayan diğer gazeteci arkadaşlarımla, sizlerin uyarıları ve anlattıkları bendeki o kanaati artık daha fazlası ile pekiştirdi. 15 Temmuz’un neden ve nasıl bir tuzak olduğunu, nasıl işlediğini anlatmaya çalıştım. Ama şimdi son bölümde bir özet geçmemiz gerekiyor bence.

O özeti geçerken de birkaç çarpıcı örnekle bu tuzağı anlatmak istiyorum. Türkiye’de o gün Türk Silahlı Kuvvetlerinin sadece yüzde 1,5’u sokağa çıkıyor. Ve o sokağa çıkanların bir kısmı emir-komuta zinciri içerisinde bir darbe olduğu vaadiyle kandırılmıştı diyelim. Emir-komuta zinciri içerisindeki bir darbede, belki bir rantın peşinden gittiler. Ya da daha sonra askeri mahkemede, darbeye karşı direnmiş durumuna düşmemek için katılan az sayıda insan olduğunu, mahkemelerde kendilerinin söylediklerinden biliyoruz. Büyük ve konvansiyonel olmayan bir hareketlenme var. Yani ABD’deki 11 Eylül 2001 tarzında bir saldırı olacak, Türkiye’de büyük bir terör saldırısı yaşanacak beklentisi oluşturuluyor. Bununla ilgili hazırlığı, psikolojik altyapıyı aylar öncesinden, haftalar öncesinden yaptıklarını görüyoruz. IŞİD ile ilgili Vatan gazetesi ve Yeni Şafak gazetesinde “Bundan sonraki hedefleri asker olacak” manşetleri var. Hatta spesifik olarak bir hava üssünün vurulacağını söylüyorlar. Merzifon hava üssünün hedef alındığını öne sürüyorlar.

Şimdi bir asker psikolojisi içerisinde bu haberlerin yayınlandığını düşünün. Peşine Merasim Sokak’ta, 3 Kuvvet Komutanlığı’nın orta noktasında, askeri servisler geçerken patlatılan bir araba ve onlarca askerin hayatını kaybettiği bir eylem oluyor… Üst üste koyun. Sonra bir anda, bir akşam o güne kadar hiç yaşanmamış terör saldırısı, belki 11 Eylül benzeri bir anda birkaç noktaya birden yapılabilecek ve çok farklı araçların kullanıldığı bir terör saldırısı beklentisi içerisinde askerler. Bunu destekleyen başka bir örnek de şu: Polatlı’daki füzesavar üstünden, bir grup asker yola çıkıyorlar. Ve yolda enterne ediliyorlar. Yolda tutuklanıyorlar. Şimdi füzesavar araçlarının darbe yapanlara katkısı olacağını zannetmiyorum. Büyük ihtimal, onların konuşlanacağı yerlere konvansiyonel olmayan saldırı beklentisi var. Beştepe kampüsünün kavşağı, yani Erdoğan’ın sarayının kavşağına konuşlanacak diye yola çıkmış askerler.

85 ASKERİ, 4 POLİS ENTERNE EDİYOR!

Herhalde oraya füzeyle ya da başka bir şekilde saldırı olacağına dair bir ihbar ile geliyorlar. Fakat sadece bu değil, olayın tuzak olduğunu bana anlatan. Asıl şu var: Bataryaları ile birlikte kaç kişi geliyor biliyor musunuz? 85 kişi geliyor ve yolda etkisiz hale getiriliyor, tutuklanıyorlar. Kaç kişi enterne ediyor ve etkisiz hale getirip tutukluyor biliyor musunuz? Toplam 4 kişi, 1 tane polis başmüfettişi, 3 trafik polisi toplam 4 kişi. 85 kişilik bir “darbeci” grubu tutukluyor. 59’u da rütbeli üstelik. Adamların hayatı askerlikle geçmiş… Erleri belki bir şekilde 4 tane polis etkisiz hale getirebilir. Ama o geriye kalan 59 rütbelinin teslim olması, tuzağı anladıktan sonra silah bıraktıklarını gösteriyor. Bu konuyu dönemin Emniyet Genel Müdürü Celalettin Lekesiz, Meclis Araştırma Komisyonu’nda polisin büyük başarısı, büyük kahramanlığı bir de “Allah’ın lütfu” diye anlattı.

Şu örnek çok çarpıcı geliyor: Saray’ı etkisiz hale getirebilmek için kaç asker gitti? Toplam 13 asker gitti. 3 tanesi rütbeli, kalanları rütbesiz. Sadece 2,000 tane koruma polisi olan Saray’ı teslim almaya. Eğitimleri hangi boyutlarda bilmiyorum. 13 tane asker koskoca Beştepe Sarayı’nı teslim almaya gidiyorlar. Büyük ihtimalle saraydaki aşçı yamaklarının sayısı bile daha fazladır ve o aşçı yamakları ellerindeki kepçelerle çıksalar o 13 askeri etkisiz hale getirebilirler. Senaryoda neye ihtiyaç varsa ve neyi kullanmak istiyorlarsa onu yapmışlar. Senaryoda iyi bir sos olur Saray’a saldırı… Her şey bittikten sonra, “darbeci” olduğu iddia edilen insanlar teslim olmaya başladıktan sonra sabah saatlerinde Saray’ın yakınlarındaki bir köprülü kavşağı vuruyorlar. Oradaki bir garajı vuruyorlar. Saray’a birkaç şarapnel parçası geliyor. İletişim Başkanlığı’nın, Fahrettin Altun’un ve ekibinin hazırladığı broşürlerde bu da var. “Saray vuruldu” diyorlar. Bula bula biraz deforme olmuş, eğilmiş bir korkuluk fotoğrafı koymuşlar.

KİMSE BU EMRİ SORGULAYAMAZDI

Televizyonlarda saat 23.02’de başbakan çıkana kadar herkes aynı şeyi düşünüyordu. Yandaş televizyonlarda, hala Türkiye çapında büyük bir terör saldırısı var, büyük bir terör alarmı var, Genelkurmay’a askerler gidiyor, polisler gidiyor, ambulanslar gidiyor, köprüye büyük bir saldırı olacak haberleri yapılıyordu. Hâlâ terör saldırısı algısını pekiştirebilecek propaganda çarkı işlemeye devam ediyordu.

Önceki videoların altına bir vatandaş, “Askerlik yaptın mı?” diye bana sormuş. Evet, askerlik yaptım. 8 ay kısa dönem eğitim çavuşu olarak askerlik yaptım. Emasya mangalarında da görev yaptım. O gün herhangi bir talimat gelseydi, hiçbir şekilde sorgulama ihtiyacı hissetmeden – ki üniversite mezunlarından oluşan bir mangaydı o – hepimiz sokağa çıkacaktık bir şekilde. Kimse bu emri, bu talimatı vereni sorgulayamazdı. Hele hele böyle bir psikolojik baskı altında yüzlerce terör haberi, onlarca manşet yaptırmışsınız askeri üslere saldırı olacak, bugüne kadar hiç yaşanmamış eylemler olacak diye. Bir diğer taraftan da sakallı, elinde silahlar olan insanlar sosyal medyada paylaşım yapıyorlar: “Şu anda Genelkurmay’ın önündeyiz, burayı teslim almaya geldik.” Tam IŞİD profiline uygun tipler, elinde tabancası ile sosyal medyada paylaşımlar yapıyor. Böyle bir ortamda askerlerin, bu darbe tiyatrosunda mecburi olarak görev almış insanların bu senaryoya inanmaması, bu tuzağa düşmemesi mümkün görünmüyor. Bana imkânsız geliyor.

POLİSLE ASKERİ ÇATIŞTIRMA GAYRETİ

Hatırlatmak istediğim şeylerden bir tanesi de şu: Emniyet Genel Müdürü Celalettin Lekesiz’in Meclis Komisyonunda yaptığı konuşmadan bir detay. Biz Jandarma Genel Komutanlığı’nı ayrı bir başlık olarak konuşmuştuk, hatırlarsanız. Jandarma Genel Komutanlığı’nda insanlar doğal alanlarında bulunuyorlar, görev alanları orası zaten. Orada olması gerekiyor. Kimse sokağa çıkmamış, oradan kimseye ateş açılmamış. Bunlar teknik raporlarla da ispat edildi. Neden kuşattınız Jandarma Genel Komutanlığını sorusuna, Emniyet Genel Müdürü’nün verdiği cevap şu: “Televizyonlarda biz Arif Çetin’i gördük ve ona yardım etmek üzere gittik, onun darbeci olmadığını anladık. Ona yardım etmek üzere saat 23.51’de Özel Harekat polislerini onlara yardımcı olsun, Jandarma Genel Komutanlığını kuşatsın diye gönderdik.” 

Peki, Arif Çetin televizyonlara ilk hangi saatte konuşmuştu? 02.19’da. Yani Emniyet Genel Müdürü’nün “Biz orayı kuşattık çünkü Arif Çetin’i televizyonda gördük, televizyonda açıklamaları vardı. Yardıma ihtiyacı olduğunu, onun da darbeci olmadığını anladık ve televizyondaki beyanlarından dolayı Jandarma Genel Komutanlığını kuşattık.” diyor. Ne zaman kuşattığı sorusuna verdiği cevap, 23.51. Arif Çetin NTV’de konuşma yapıyor. O da Meclis Komisyonunda verdiği ifadede tekrar etti saati. Kayıtlara geçmiş. 02.19’da ilk konuşmasını yapıyor. 

Yani birileri yalan söylüyor. Askerle polisi çatıştırabilmek için tuzağı kurgulamışlar. Jandarma Genel Komutanlığından ateş edilmemiş olması çatışmanın büyümesine engelliyor. Teslim olmak üzere dışarı çıkarken elleri başında, elleri yukarda askerleri vurmak ihtiyacı hissetmişler. Yani hınçlarını öyle almışlar. Çünkü orada umdukları çatışma yaşanmamış. Benim kısaca tuzak ile ilgili anlatmak istediğim şeyler bunlar.

Tarık Toros: Adem Yavuz Bey, “15 Temmuz nedir?” sorusuna cevaben şunu söylemişti: “15 Temmuz bir devletin elindeki kamu gücünü kullanan istihbarat, genelkurmay ve sarayın kendi halkına, ordusuna milletine karşı kurduğu komplodur. Bu komplonun sonunda estirdiği terördür. 20 Temmuz’da yasal bir kılıfa büründürmüş terör faaliyetidir. Çünkü 15 Temmuz’u hazırlayan ve uygulayanlar, sonra toplumun her kesimini mağdur edenler, devletin kamu gücünü, yaptırım gücünü arkalarına alarak bu terörü istediler. Kendi halkına karşı işlenmiş bir terör faaliyetidir 15 Temmuz.” Evet, bu konuda son analizleriniz nedir?

OXFORD SÖZLÜĞÜNÜN ‘DEVLET TERÖRÜ’ TANIMI

Adem Yavuz Arslan: Önce şunu söyleyeyim: Son analiz olmaz. Çünkü 15 Temmuz darbesi tamamen aydınlanıncaya kadar biz hasbelkader yurtdışında olabilen gazeteciler bunun izini sürdürmeye devam edeceğiz. Çünkü Türkiye içerisinde olup da izini süren kendini ya Silivri’de ya da Sincan’da buluyor. Diğerleri de zaten mevcut senaryoyu kabul etmiş vaziyetteler. O yüzden biz yurtdışındaki gazeteciler, 15 Temmuz’a dair son sözü, bu kumpası kuranlar hesap verdiklerinde, yargılandıklarında söyleyeceğiz. O zamana kadar sözlerimiz bitmeyecek. Bunu hatırlatayım. 

Şimdi neden “devlet terörü” diyorum? Çünkü 15 Temmuz bugüne kadar Türkiye’de yaşanmış hiçbir darbeye benzemiyor. Türkiye darbeleri yaşayan bir ülke. Hem fiili olarak hem postmodern bir şekilde yaşadık. 1980’de yaşadık, 1960’ta yaşadık, 28 Şubat’ta yaşadık. Tabi ki ne olduğunu biliyoruz. Türkiye’de Balyoz darbe toplantısının ses kayıtlarını internette dinledik. Yani bir askeri darbenin ne olduğunu yaşı yetenler biliyor. Yaşı yetmeyenler de internetten dinlediler, askerlerin kendi seslerinden. Çetin Doğan’ın “acıma yok, tepeleme var” dediği şey aslında şu anda yaşadığımız bu süreç. Tepeleme yapılıyor şu anda. Devletin kendisi, istihbaratı, yargısı, askeri, çakma bir darbe organize edip darbe sonucu hedeflediği şeylerin hepsini kendi eliyle yaptı. 

O yüzden “devlet terörü” diyorum. Oxford’un dünya çapında “devlet terörü” tanımını açın bakın, okuyun sözlükten. “Kamu gücü ile toplumun bir kesimine karşı terör faaliyeti” tanımını yapıyor. Şimdi burada yapılan nedir? Burada yapılan şu: Erdoğan’ın siyasi hedefleri, ulusalcıların siyasi hedefleri, MHP’li ülkücülerin, başka grup insanların siyasi hedefleri, diğer tarikatların, cemaatlerin siyasi ve bir takım fiziki hedefleri yan yana geldi, bir bütün oluşturdu ve bir kumpasla, 15 Temmuz’da çakma darbe ile hedeflerini hayata geçirdiler. Yani normal şartlarda olmayan darbeyi kendileri yaptı.

Ama bunun için askeri tuzağa düşürmesi, bir takım insanların sokağa çekilmesi, medyanın kurulması, siyaset mekanizmasının ayarlanması gerekiyordu ve hepsi bu işin ayaklarıydı. Zaten dörtdörtlük planlanmış bir süreçti 15 Temmuz.

‘BİZ HAZIRLIKLARA 4 AY ÖNCESİNDEN BAŞLAMIŞTIK’

15 Temmuz akşamında yapılan tutuklamalara, gözaltılara, yurtdışı yasaklarına bakın ve geriye doğru gidin. Mahkemelerde bugüne kadar 285 dava sonuçlandı. Bu davalardaki ifadelere bakın. Fişlemeler hazırlanmış. Fuat Oktay’ın itirafı var. Canlı yayında, “Biz yeni düzenin hazırlıklarına 15 Temmuz’dan 4 ay önce zaten başlamıştık,” dedi. Örnekleri çok. Mesela Erdoğan’ın çok sevdiği Yeni Şafak yazarı Yusuf Kaplan, onların akil adamlarından bir tanesi, Habertürk ekranlarında çıktı, dedi ki, “Biz Kemalist askerler ile anlaşma yaptık.” Bu sözün üzerine gitmek gerekiyor. Ama hemen kapattılar konuyu. Ulusalcı askerlerle beraber bir anlaşma yapıldı 15 Temmuz öncesinde.

Erdoğan’ın hedefleri farklıydı, ulusalcıların hedefi farklıydı. Ama sonuçta bir yerde toplandılar ve bu hedefler doğrultusunda listeler hazırlandı, eylem planları hazırlandı, 15 Temmuz’dan sonra neler yapılacağı belirlendi. Düşünün 15 Temmuz akşamı 22.40’ta yurtdışı yasakları konuldu. 15 Temmuz akşamı binlerce hakim, savcı tutuklandı. 16 Temmuz’da binlerce insan hakkında tutuklama kararı çıkarıldı. 

20 Temmuz KHK’larındaki kişilerin isimlerini yazmaya çalışsanız, bir haftada yazamazsınız. Ben TR724’teki bir yazımda fişleme listesindeki hataları, maddi problemleri tek tek sıraladım. Önce fişleme listeleri hazırlanmış. Fişleme listelerine bakılarak sıkıyönetim görevlendirmeleri yapılıyor. Sıkıyönetim görevlendirmeleri sonrasında darbeci diye tutuklanacak kişiler belirleniyor. 15 Temmuz akşamı ne yaptığınızın, nerede olduğunuzun hiçbir anlamı yok. Öyle olmuş olsa, hastane odasında ya da dünyanın öbür ucunda askeri ataşelikte olan birinin tutuklanmasının bir gereği olmazdı. Öğretmenlerin, gazetecilerin, ev hanımlarının tutuklanmasının bir gereği olmazdı.

Bütün bunlar “devlet terörü” dedirtiyor. Devlet eliyle kurulmuş bir mekanizma ile karşı karşıyayız. Kritik rol, Hulusi Akar’da. TSK içerisinde emir-komuta içerisinde darbe yapacağı havasını oluşturuyor. Ayrıca Erdoğan eliyle “Cemaat darbe yapacak” havası oluşturuyorlar. Az önce Bülent Bey çok güzel hatırlattı. Ankara’da 2016 Temmuz’una giderken yaşanan terör hadiseleri bu resmin bir parçasıydı. 15 Temmuz’da askeri sokağı düşürebilmek için Ankara’nın göbeğinde bombalar patlatıldı.

DARBEYİ ÖNLEMEK, YAPMAKTAN ÇOK DAHA KOLAY

15 Temmuz akşamı ölen insanları burada günlerdir anlatıyoruz. Bir darbe Genelkurmay Başkanına rağmen yapılmaz. Bir darbeyi önlemek, yapmaktan çok çok daha kolaydır. 15 Temmuz’da hiç kimse ölmeyebilirdi. Bizzat Erdoğan engelleyebilirdi. Hulusi Akar engelleyebilirdi, Hakan Fidan engelleyebilirdi. İki cümle kullanması yeterlidir. O yüzden devlet eli ile kurulmuş bir senaryodan bahsediyoruz. 

Ve sonrasında ne oldu? 20 Temmuz KHK’sı ile on binlerce memuriyetten atıldı. Binlerce insan tutuklandı. Türkiye tarihinden kalkma noktasına gelen işkence yaygınlaştı. Tek adam rejimi resmen kuruldu. Bunun alt başlıklarını günlerdir anlatıyoruz. Bir o kadar daha anlatılabilir. Üzücü olan şey şu: Darbe yaptı denilen kişiler darbeci değil. Darbeyi bizzat Erdoğan, Fidan ve Akar organizasyonu ile devletin kendisi yaptı. Bu yüzden devlet terörüdür 15 Temmuz.

Tarık Toros: Bir anekdot eklemek istiyorum. Türkiye’nin darbeler tarihine bakarsak, darbe hükümetin başındaki isme, siyasi iktidarın başına karşı yapılıyor. Darbecilerin hedefindeki isimler bunlar. İlk yapılacak iş, Çankaya Köşkündeki cumhurbaşkanının enterne edilmesi, başbakan neredeyse tutuklanması, siyasi parti liderlerinin de bulundukları yerlerden alınması. 12 Eylül’de bu çok kapsamlı şekilde gerçekleşti. Cumhurbaşkanına dokunulmadı ama bütün siyasi liderler, Zincirbozan’da toplandı. Önceki darbe girişimlerinde de aynı şey oldu. 27 Mayıs askeri darbesinde Celal Bayar, Çankaya Köşkünde kendi muhafızları tarafından tutuklandı. Çünkü darbeye katılmışlardı. Aynı şekilde Ege gezisinde olan Başbakan Adnan Menderes de o günkü hava gücü tarafından yakın takibe alınarak yakalandı ve enterne edildi. Sonra Yassıada’ya götürüldü.

15 Temmuz’daki enteresan durumlardan bir tanesi, ne başbakan, ne cumhurbaşkanı ne de bakanlar, siyasi parti liderleri hakkında böyle girişimler yok. Marmaris bölümünde çok geniş konuştuk. Cumhurbaşkanı Erdoğan bile adeta yakalanmak istenmemiş. Yani cumhurbaşkanı oradan uzaklaştıktan sonra ancak bir ekip onu almak için oraya hareket ediyor.

TÜRKİYE’NİN DARBE MEKANİĞİ…

Bülent Korucu şunu söyledi: Sarayı teslim almaya giden ekip 13 kişilik… Komedi gibi bir şey. Yani 1,157 odalı Saray içinde bilmem ne kadar çalışan var, bilmem ne kadar asker var, koruma vs. polisi var. 13 kişi adeta surlarla örülü olan Saray’a dışarıdan girmeye çalışacaklar. Esasen Türkiye’nin darbe mekaniğinde böyle bir şey yok. Türkiye’nin darbe mekaniğinde şu var: İçerden o güçlerin ele geçirilmesi veya bizzat o güçlerin o tutuklamaları yapması. Yani Saray’ın içinde bir ekip harekete geçecek ve onlar Saray’da tutuklamalar yapacak. Ama belli ki Saray’da kimse yok o sırada. Darbecilerin Saray ayağı yok. 

Talat Aydemir’in ilk darbe girişimi 22 Şubat 1962. Aydemir harekete geçtiğinde Kara Harp Okulu arkasında. Ve o sırada enteresan bir biçimde İsmet İnönü ve bütün diğer liderler, Çankaya Köşkündeler. Bir toplantı halindeler. Çankaya Köşkünün muhafız alayı da darbecilerden yana. Muhafız alayındaki komutan Talat Aydemir’i arıyor ve diyor ki: “Şu anda hepsi buradalar. Emir verin hepsini alayım.” Yani demek istediğim şey şu: Darbeciler sonradan gitmiyor Çankaya Köşküne. Talat Aydemir tarihi bir hata yapıyor, “Hayır, gerek yok, onlarla işimiz yok,” gibi bir şey söylüyor. “Peki, efendim,” diyor Çankaya Köşkündeki muhafız komutanı ve siyasiler ayrılıyorlar oradan. Daha sonra İsmet İnönü, “Talat Aydemir o gün o emri verdiği zaman kaybetti. Biz ölmeye hazırdık ama o öldürmeye hazır değildi,” diyecek. Aydemir’in ilk darbe girişiminin sonuçsuz kalmasının bir nedeni buydu. İkinci darbe girişimini ise canıyla ödedi zaten Talat Aydemir.

Adem Yavuz Arslan: 15 Temmuz akşamı sıkıyönetim bildirgesi yayınlandı, saat 10.00 civarında. Darbe başlangıç saati olarak 03.00 yazıyordu. “Saat 03.00’te biz yönetime el koyacağız. 5 saat zamanınız var. Ne yapıyorsanız yapın” demek gibi bir şey… Yani dediniz ya, darbenin bir dinamiği vardır, bir mantığı vardır. Yönetime el koyduğunuz zaman zaten koymuş olursunuz kimse kıpırdayamaz. TRT’ye faks çekiliyor darbeciler tarafından ve biz gece 03.00’da yönetime el koyacağız diyorlar. Saat kaç? Akşam 22.00. Yani komedi filmi çekseniz bu çok absürt olur diye çıkarırsınız senaryodan.

DARBE PANİĞİ YAŞAYAN TEK AKP’Lİ…

Bülent Korucu: Fahri Kasırga dönemin Cumhurbaşkanlığı Genel Sekreteri… Şöyle bir şeye ihtiyaç var senaryo içerisinde: Cumhurbaşkanlığından hiç kimse enterne edilmezse bir boşluk oluşur. Cumhurbaşkanı da krizi yönetmesi için Kasırga’yı Beştepe’ye gönderiyor. O da Beştepe’ye gitmeye çalışırken enterne ediliyor ve “Genel sekreterimi bile aldılar. Onun da nerede olduğunu bilmiyoruz,” deme imkanı doğuyor. Sonra telefonla konuşturuyor. Telefonla konuşurlarken telefon açık kalıyor, oradaki bağırış çağırışları filan kayıt altına alınıyor. Yani bir darbecinin, rehin aldığı adama sağlayamayacağı birçok lüks var. Abidin Ünal’ın telefonu kullanması, Akar’ın telefonunu kullanması, Fahri Kasırga’nın telefonunu kullanması gibi örnekleri çoğaltabiliriz. Ve bu kullanılan telefonlarda hep darbe senaryosuna destek olacak ipuçları verilmiş. 

Bu tuzağı deşifre eden örneklerden bir tanesi de şu. Ben ifadelerde okuduğumda çok şaşırmıştım. Biliyorsunuz AKP’ye dönük neredeyse hiçbir eylem yok, darbe içerisinde. Bir tek AKP’nin İstanbul İl Başkanlığına askerler gidiyorlar. Oraya gidenler de yine terör saldırısı ihbarı almışlar. Zaten oradaki şaşkınlıklarından herkes anlayabilir, kameralara da yansımıştı. Büfeye gidip su alan bir askerin darbe olduğunu öğrendikten sonraki şaşkınlığı…

Ama orada daha ilginç bir şey var. O askerlerin başındaki rütbeli, il başkanı Selim Temurci ile görüşmek istiyor ve il başkanının özel kalem müdürü “Silahınızı buraya bırakmak zorundasınız. Sizi silahınız ile içeri almam,” diyor. Şimdi düşünebiliyor musunuz? Gerçek bir darbe olsa, bir darbeci gelse il başkanlığına baskın yapsa, böyle pazarlık yapabilir misiniz siz? Adam panik halinde olayı anlamaya çalışıyor. Bunun için il başkanı ile konuşmaya çalışıyor. Ben öyle bir yazı da yazmıştım Selim Temurci’yle ilgili. Darbeden haberi olmayan ve darbe paniği yaşayan tek AKP’li diye… 

Havaalanındaki fotoğraflarda çok belirgin bir biçimde ortaya çıkıyor. Haber vermedikleri için panik halde bir şeyler yapmaya çalışıyor Temurci. Olayı çözmeye çalışıyor, gerçekten ne olduğunu anlamaya çalışıyor. Ama il başkanının odasına girmek için özel kalemden izin isteyen ve silahını bırakmadan il başkanı ile görüştürülmeyen bir darbeci, darbeler tarihine geçti.

Tarık Toros: Levent Kenez ilk programda demişti ki, “Yurtdışına çıkınca herkesin söylediği bir benzetme vardı. 15 Temmuz Adolf Hitler’in Reichstag yangını ile benzeştiriliyordu. Dünyada başka benzer örnekleri de var. Buna çok benzetiyorum. Bu AKP’nin kültür devrimi. Ordunun lağvedilmesi, devletin tasfiyesi için kurulmuş bir tuzak.” Buradan devam edersek Levent Kenez, neler söylemek istersiniz?

HERKES HER ŞEYİ BİLİYOR ZANNEDİYORUZ AMA…

Levent Kenez: Mütalaamı yinelemeden önce, konuşmaların bana hatırlattığı şeyler var. Saraya 13 kişi gitmiş mesela, bu 15 Temmuz standartlarına göre çok fazla. Çünkü Ankara emniyetini teslim almaya 10 kişi gidiyor: 7 er, 3 uzman çavuş. Bu erlerin ifadeleri de yayınlandı… Düşünebiliyor musunuz? Ankara Emniyet Genel Müdürlüğünü teslim almaya 10 kişi gitmiş ve bunlar ciddi ciddi yargılanıyor. Zavallı çocuklar da IŞİD saldırısı var diye desteğe gittiklerini zannediyorlar. Gittiklerinde bina bomboş, hiç kimse yok. Kimseyi bulamayınca bahçeye çıkıyorlar ve bekliyorlar. Sonra polis geliyor. 15 dakika sonra çocukları alıp tutukluyorlar. 

Herkes, her şeyi biliyor zannediyoruz ama öyle değil. Bize gelen yorumlara baktığımız zaman “Biz çok şey öğrendik,” diyorlar. Birçokları yeni ayrıntılar duydular. 15 Temmuz çok komplike bir olay ve çoğu insan bunu tam da anlamadı bence.

Saray’ın bombalanması hadisesini de konuşmuştuk. Polislerin insanları nasıl bombalanacak alana sevk ettiği, orada kalabalık yaptığı ve daha sonra onların üzerinde uçaklardan bomba atıldığını gördük. Erdoğan’ın Saray’ına kıyamadığını düşünüyorum. O gün gerçekten Erdoğan’ı hedef alan bir darbe olsaydı, darbecilerin o Saray’ı tuzla buz etmesi lazım. Bunun yerine resmi söyleme göre polis merkezini vuruyorlar, Meclis’i vuruyorlar… Bunların hiçbiri darbecilerin işine gelecek şeyler değil.

HİTLER, ALMANYA’YI KHK’LARLA YÖNETTİ

Evet, bunlardan dolayı Almanya’daki Reichstag yangınına benzetmiştim. İsterseniz bir hatırlatma yapayım, orada ne olmuştu? 1933 yılında Hitler’in partisi çoğunluğa sahip değil. Koalisyonla yönetiliyor. O yıl parlamento yangını Almanya için çok travmatik bir olay. Parlamento binası yangında kül oluyor. Hitler hemen komünistleri sorumlu tutuyor. Komünistlerin ülkeyi ele geçirmek için bir darbe yaptığını iddia ediyor. Fail olarak da bir komünist kundakçıyı yakalıyorlar. Daha sonra kendi itirafları var, kendi başına bu işe giriştiğine dair. Komünistler o an ülkede çok güçlü bir aktör mü? Değil, yüzde 10 gibi bir etkinlikleri var. Ancak mesele şu: Yangından sonra, kararname çıkartma yetkisi elde ediyor Hitler ve böylece birçok özgürlüğü askıya alıyor. Şimdinin KHK’sı gibi. Kendisi ve koalisyon ortağı dışında bütün siyasi partilerin faaliyetleri yasaklanıyor. Kapatılan gazeteler, yayın evleri var. Haberleşme özgürlüğü ile ilgili yine KHK diyebileceğimiz kararnameler çıkartıyor. Bütün görüşmeleri takip ettirecek yetkiler elde ediyor. Binlerce muhalif hapse tıkılıyor. Aynı zamanda Meclis’te de birçok milletvekili tutuklanıyor. Böylece çoğunluğu yakalayıp tek başına iktidara geliyor. 1933, Hitler’in bütün gücü eline aldığı, Almanya’yı tek başına idare etmeye başladığı zamanın başlangıcı. Ne zaman öldü? 1945’te. 1933’ten 1945’e kadar tek başına.

Ben 15 Temmuz’u işte buna benzetiyorum. 15 Temmuz’dan sonra çıkan haberler, gazetelerin ve televizyonların kapatılması, muhaliflerin tutuklanması ve devletten tasfiye olması. Şimdi Selahattin Demirtaş neden içeride? Demirtaş, 15 Temmuz olmasa idi hapse girebilir miydi? Çok ciddi şüphelerim var. Demirtaş, 15 Temmuz ikliminde tutuklandı. Tek sebebi de, “Seni başkan yaptırmayacağız” demesi. Erdoğan’ın “400 milletvekilini verin, bu iş huzur içerisinde çözülsün,” dedi mesela, ne yapacağının kodları bu cümlede vardı. Anayasayı değiştirip başkanlık sitemine geçme, tek başına her şeyin karar vericisi olma hayaliydi. Ama bunu anayasal teminata alarak yapmak istiyordu. Bu noktaya gidecek planlar içerisindeydi. 15 Temmuz, başkanlık sistemi istenmediğinde neler olacağının bir deneyiydi ve bütün ülke olarak yaşadık. Türkiye bu sürece girdi, dördüncü yılı konuşuyoruz.

Sonraki yıllarda da hep bu olay anlatılacak bir milat olarak. Almanya’nın parlamento yangını sonrası nasıl bir ülkeye uyandığını konuşuyoruz ya, büyük bir kırılma meydana gelmişti ve Hitler bütün gücü eline almıştı. Aynı şeyi Erdoğan için de konuşabiliriz. Muhalif partilerin de 15 Temmuz konusunda Erdoğan’ın söylemini rahatsız edici bir eylem içinde olmadıklarını düşünürsek, diğer partilerin de bu iklime dâhil olduğunu söyleyebiliriz.

TALAT AYDEMİR’İN HARBİYELİLERİ…

Tarık Toros: Bir ikinci anekdot daha anlatayım. Yine Talat Aydemir’den. Aydemir’in, malum, iki girişimi var 1962 ve 1963’te. İlkinde İsmet İnönü boş bir kağıda, “Bu hareketinden vazgeçsin, kan dökülmesin, kendisini emekli edeceğim,” yazıp gönderiyor. İsmet İnönü bu sözünü tutuyor da. Talat Aydemir de “Tamam,” diyor. Üniformayı çıkartıyor, yaptığı darbe girişiminden dolayı yargılanmıyor, arkadaşları ile beraber emekliye sevk ediliyor. Peki, Aydemir durur mu? Bir sene sonra bu sefer sivil iken, yine Kara Harp Okulunu arkasına alarak harekete geçiyor ama o girişim de başarısızlıkla sonuçlanıyor. Bu sefer canı ile ödüyor. Yargılanıp idam cezasına çarptırılıyor. Talat Aydemir mezar taşına “Harbiyeli aldanmaz!” parolasının yazılmasını istiyor fakat bu yazılmıyor. Bu ikinci girişiminin parolası bu “Harbiyeli aldanmaz!” lafı. 

Nereden geliyor bu parola? Şubat 1962’deki girişim bastırıldıktan 3-4 gün sonra İsmet İnönü bir radyoda konuşma yapıyor. “Harbiyeliler aldatıldı,” diyor. Bu söz, o günkü Harbiyeli öğrenciler arasında bir tepkiye yol açıyor. Bir grup Harbiyeli öğrenci, birkaç gün sonra İstanbul’daki Taksim anıtına “Harbiyeli aldanmaz” yazılı bir çelenk bırakıyorlar. Yani bir anlamda İsmet Paşa’ya kafa tutuyorlar. Bu eylem ertesi günkü gazetelerde 1. sayfadan giriyor ve zaten bir sene sonraki darbe girişiminin de parolası oluyor. Fotoğrafları filan da var o öğrencilerin çelenk koyarken. Bir düzine öğrenci, İsmet Paşa’ya kafa tutuyor. Daha sonra yargılandılar da bundan. O öğrenciler arasındaki isimlerden biri de Hurşit Tolon.

Adem Yavuz Arslan: Çok basit bir şey ekleyelim. 12 Eylül darbesinde Hulusi Akar neredeydi? Binali Yıldırım hangi görevdeydi? Binali Yıldırım asteğmen, Hulusi Akar da üsteğmendi. Şimdi Harbiyeli çocuklar eline silah almamış ya da hiç mermi atmamış, silahına dokunmamış, alelacele toplanıp otobüse bindirilip, götürüldüler. Boğaz Köprüsüne katledilmek üzere bırakılan Harbiyeli çocukları, “darbeci” diye müebbette mahkûm ettiler. Otopsi raporları var, klinik raporları var. Boğazları kesilmiş bazı çocukların. Eski Deniz Kuvvetleri Komutanı Özden Örnek bir röportajında anlatıyor, askerî okulların kapatılmasının 15 Temmuz’dan önce planlandığını söylüyor.

Tarık Toros: 1962’de o çelengi koyan Harbiyeli öğrenciler hiçbir ceza almadılar. Bunu da belirtelim.

HARP OKULLARININ KAPATILMASI ANA HEDEFTİ

Adem Yavuz Arslan: Hulusi Akar’ın, Hakan Fidan’ın ifadeye gitmediği bir mahkemede, Harbiyeli çocuklar birden fazla müebbet aldılar. Onca kriminal inceleme raporuna rağmen. Olay çok net. Otobüsten bile inmeyen, dünyadan bile haberi olmayan bu çocuklara müebbet verilmesi… Devlet terörü ifadesindeki alt başlıklardan birisi de bu. Bu okulları kapatıp yeni rejim ordusu kuruyorlar. Erdoğan kendisine yeni bir ordu oluşturuyor. Kendine bağlı isimlerle. Bunun için de Harp Okullarının kapatılması gerekiyordu. Bu uğurda 15 Temmuz’da askeri öğrencileri kullandılar. Düşünün, Türk ordusundaki her iki generalden bir tanesi Cemaatçi diye tutuklandı. Ankara’daki generallerin emrinde 200 bin kişi vardı. Düşünün bu kadar büyük silahlı gücü olan bir yapıdan bahsediyoruz. Ama 13 tane askerle Saray’a gidiliyor, 10 tanesi ile emniyete gidiliyor. Harbiyeli çocukları kullanmalarının nedeni, kamuoyunda “Harbiyeliler darbeci yetiştiriyor,” algısı oluşturmak. Hedefte okulları kapatmak, iktidar partisinin referansıyla, nasıl bekçi alıyorlarsa, o şekilde subay, astsubay yetiştirmek var.

Geçenlerde Hulusi Akar’ı izledik. Yeni astsubay alınacağından bahsediyordu. Bir tane asker güzel bir yorum yazmış altına. “Subay, astsubay alınmaz, yetiştirilir,” diye. Binlerce yeni insan aldılar. Akar’ın açıklamasına göre TSK’da 20,000 küsur “terörist” varmış. Bunlar atılmış. TSK’da gerçekten o kadar terörist olsaydı, bambaşka olurdu her şey. İşin böyle bir tarafı da var.

Erdoğan büyük resimde, TSK’da arzuladığı dönüşümü, devletin yapısındaki değişimi 15 Temmuz ile yaptı. 15 Temmuz olmasa bunları yapamayacaktı. Resmi açıklamada darbeye katılan asker sayısı 8,561. Genelkurmay’ın resmi açıklamasına baktınız mı? Darbe gecesi kullanılan silah sayısı, 4,000 civarında açıklanmış. Darbeye katıldığı söylenen askerlerin yarısının elinde silah bile yok demek ki. Peki kardeşim, bu insanlar ne ile çıktılar sokağa? Bu kadar anlamsız bir darbe girişimi olur mu? Silahların şarjörlerini topluyorlar, çocukları kalabalığın önüne bırakıyorlar.

15 TEMMUZ’DA MÜEBBET ALAN ÇOCUKLAR…

Bülent Korucu: Talat Aydemir darbe girişimlerinden sonra sadece 3 kişi ceza aldı benim bildiğim kadarıyla. Gerçi idam cezası aldılar ama… Talat Aydemir, Fethi Gürcan, Osman Deniz. Harbiyeliler ise “kandırılmış çocuklar” olarak muamele gördüler. Neredeyse hiçbir ceza almadılar. Hatta tam tersi kandırılmış mağdur çocuklar oldukları için çok iyi şartlarda üniversite okumalarına imkân tanındı, izin verildi. Bu çocuklar daha sonraki dönemlerde Türkiye’de çok iyi yerlere de geldiler. Herhangi bir şekilde hayatları etkilenmedi. Üstelik o Harbiyeliler ile bugünkü Harbiyelileri kıyasladığımızda, Aydemir’in Harbiyelileri bilinçli bir biçimde darbenin omurgasını oluşturan gençlerdi. Yani silahlarını alıp meclisi kuşattıklarına dair fotoğraflar var. Zaten anlatımları da bu yönde Talat Aydemir’in. 

Hadi diyelim ki 1. darbe girişiminde Harp Okulu Komutanı olarak Aydemir’in emrine riayet ettiler, çıktılar. 2. darbe girişiminde sivil bir kişinin emri ile sokağa çıkıyor Harbiyeliler. Ama buna rağmen kandırılmış çocuk muamelesi gördüler ve hiçbirisi mağdur olmadı. Tek kayıpları Harp Okulundan atılmış olmaları. Çok iyi üniversitelerde okudular. Ondan sonraki hayatlarında da bu hiçbir zaman karşılarına bir handikap olarak çıkmadı. Burada ise hiçbir şekilde iradesi olmayan ve tamamen bir tuzağa düşürülmüş öğrenciler var. Orhaniye girişinde çocukların yaptığı tek şey İstiklal Marşı okunurken otobüsten inmek. Bittikten sonra tekrar otobüse binmek. Yani hiçbir şekilde bir katkıları yok. Onlar da müebbet aldı.

Levent Kenez: O geçmişteki Harbiyeliler ile bugünküleri hiç karıştırmamak lazım. Talat Aydemir ilk darbe girişiminden sonra emekli olduğunda İstanbul’da Cumartesi günleri parkta dolaşırdı. O Harbiyeliler çarşı izinlerinde Talat Aydemir önünde askeri geçit yapardı. Yani onlar cuntacı bir ekipti. Hatırlarsınız, o dönemlerde Hava Harp Okulu, Kara Harp Okulu’nu bombaladı. Camlarını kırmıştı. Bugünkü Harbiyeli çocuklar hiçbir şekilde bir organizasyon içerisinde değil, tam tersine. Dediğiniz gibi İstiklal Marşı için arabadan inmiş, köprüden geçerken kapıya para vermiş. Düşünebiliyor musunuz? Darbecisiniz, darbeci otobüsündesiniz, gidiyorsunuz, köprüden geçerken köprü parası veriyorsunuz.

BELEDİYE OTOBÜSÜYLE DARBEYE GİDEN ASKERLER

Bülent Korucu: Biliyorsunuz, Digitürk’ü “basmaya” giden askerler, kendi araçları olmadığı için belediye otobüsünü durduruyorlar. Gitmek istiyorlar fakat otobüste birkaç tane yolcu var. Onlar itiraz ediyorlar, bizi yolumuzdan alıkoymayın filan diye. Otobüsten vazgeçiyorlar bir sonraki boş gelen bir belediye otobüsüne biniyorlar ve Digitürk’ü “basmaya” gidiyorlar. Yani gerçekten normalde bir film olarak bunu sinemalarda oynatsanız ya da televizyonlarda oynatsanız, kimse izlemez. Bir dönem Yeşilçam’ın yaptığı uzay filmleri var ya çok absürt, gülerek izliyoruz. Bu kadar da acemice, bu kadar da saçma olmaz, diye. Bu darbeyi hiç bilmeyen bir grup insana bir film olarak izletseniz, “Senaristi kovun böyle komik darbe mi olur?” derdi. Darbeciler televizyon basmaya, kanal basmaya belediye otobüsüyle gidiyorlar çünkü arabaları yok.

Adem Yavuz Arslan: Harbiyelilere yapılan zulüm, ailelerine dek uzanan bir zulüm. Şu meşhur fotoğraftaki üç kızcağızdan birisi cezaevi şartlarında üniversite sınavına girdi. Marmara Hukuk Fakültesi’ni dereceyle kazandı ve cezaevi yönetimi bu kızcağızın okumasına izin vermedi. Düşünün cezaevi şartlarında derece ile üniversite sınavını kazanıyor. Hani soruları çaldılar deniyordu ya, o kısmı da zaten bu zulümleri meşrulaştırmak içindi. Kamuoyu desteği almak içindi.

Benim içimi çok parçalayan bir hikâye var. Bugüne kadar yazamadım. Çünkü ailesinin engellemeleri oldu. Kesinlikle yazılmasını istemediler. Hulusi Akar ve komuta kademesinin kıyamete kadar yakalarına yapışacak günahları var bu Harbiyeli çocuklarla ilgili. Bir Harbiyeli intihar etti ve can çekişiyor. Kamuoyu muhtemelen buradan duyacak ilk defa bu intihar hadisesini. Çocuklara yapılan zulmün geldiği nokta burası.

POLİSLER HALKI ATEŞİN ORTASINA GÖNDERİYOR

Levent Kenez: Saray’ın yakınında bombalanan yere polisin zorla insanları sevk ettiğinden bahsetmiştik. Teknoloji Bakanı Mustafa Varank da abisini kaybetmişti bu olaylar sırasında. “Kan parası” karşılığı bakan olduğuna inanıyorum. Varank, Sabah gazetesine röportaj vermiş bu mesele ile alakalı. Diyor ki, “Aslında abim ilk önce Vatan’daki emniyet binasına gidiyor. Polisler, ‘Burada bir şey yok, siz belediye binasına gidin,’ diye gelen insanları belediye binasına yönlendiriyor.” 

Düşünebiliyor musunuz? Yani polissin sen, sen git kurtar, madem kurtarılacak bir bina var. Senin gidip bunu yapmam lazım, değil mi? Emniyete desteğe gelen vatandaşlar – ki bu insanların iyi niyetli olduklarını kabul edelim – polis tarafından, Saray’da olduğu gibi, başka yere sevk ediliyor.

Bülent Korucu: Mustafa Akaydın o zaman milletvekiliydi. Şu soruyu sormuştu: Banka soygununa sabah namazında amcalardan gönderemiyorsunuz ya da bir terör baskınına kahvehaneden adam toplamıyorsunuz. O zaman darbecilerin üstüne silahsız sivil vatandaşı niye gönderdiniz? Hepimiz dikkat çekmiştik. Hem Ankara Emniyeti hem İstanbul Emniyeti’nin fazladan bir hazırlığı olmasına rağmen, bunu yapıyorlar. Hem IŞİD’e operasyon yapacağız hem genel güvenlik uygulaması yapacağız diye İstanbul’da görev yapan neredeyse bütün polisleri çağırmışlar. Ellerinde fazlasıyla kuvvet mevcut. Artı ikna etmeye de çalışmıyorlar. Orada işte 1. Ordu Komutanı geliyor, onun Kurmay Başkanı geliyor, İstanbul Emniyet Müdürü geliyor. Hiçbir şekilde pazarlık yapıp ikna etmeye çalışmıyorlar ve sabaha karşı tam kameraların görüntü alabileceği bir saatte polis çekiliyor. Halkı askerlerin üzerine gönderiyorlar. Sultan Abdülhamit Han tugayları isimli cihatçı bir grup da buradaki askerlerin üzerine salınıyor ve bu askerlerin katledilmelerine polis zemin hazırlıyor, göz yumuyor.

Tarık Toros: 15 Temmuz’dan günler önce getirilip konuşlandırılmıştı Sultan Abdülhamit Han Tugayı milisleri. Zaten görüntülere veya fotoğraflara bakılınca da görülüyor.

TÜRKİYE ESKİ NORMALİ MUMLA ARAYABİLİR

15 Temmuz sizin için ne ifade ediyor sorusuna ben şu cevabı vermiştim: “15 Temmuz devlet gözetiminde mühim bir kırılmadır.” Yakın tarihteki örneklere bakılırsa asırlık bir kırılma söz konusu. Devletin planlaması, devletin gözetimi, devletin organizasyonu, bilgisi, izni, onayı ile asırlık bir kırılma bu. “Korkum endişem o ki, bu durum önümüzdeki asra da damga vurur,” demiştim. Yani eski normali bile mumla arayabilir Türkiye. 

15 Temmuz aydınlatılamamış bir olay değil bana göre. Kimi muammalar, kimi bilinmezler sonrasında yaşanan olaylara bakılarak anlaşılabilir. Mesela New York’ta İkiz Kuleleri yıkan 11 Eylül 2001 saldırısı böyleydi. Cumhuriyetçiler o sırada iktidardaydı. Asla bir rastlantı değildi bu. Amerika sonrasında Afganistan ve Irak’a girdi. Halen de tam olarak çıkmış değil. Orta Doğu da eskisi gibi olmadı. O tarihten sonra bir dizayn yapıldı. Yakınlarda Amerika, Taliban ile masaya oturdu, anlaşma yaptı. Irak’ta da Saddam tarih olalı çok oldu, neredeyse 17 sene, ama Irak’ın halen daha istikrara kavuştuğu söylenemez. Meseleye böyle bakmakta yarar var. Mesela Libya da böyle. 2011 yılında Libya’daki ayaklanmalar ve iç karışıklar sonrasında Kaddafi çok eleştirildi. Ama ondan sonra Libya’da da bir türlü istikrar gelmedi. Yaklaşık 10 sene sonra halen görüyorsunuz savaş tamtamları çalıyor Libya’da. İkiye bölünmüş bir ülke söz konusu. 

Tekrar Türkiye’ye dönmek gerekirse, ben 15 Temmuz’un anlaşılabilmesi için sonraki hadiselere bakılmasına lüzum olduğunu bile düşünmüyorum. Bu türlü dayanaklara gerek yok. Çünkü 15 Temmuz bilinmez bir sır değil. Eldeki veriler kısıtlı belki ama o eldeki veriler bile 15 Temmuz’u aydınlatmaya yetiyor aslında. Hatta bazı verilere ulaşamamak veya bazı kayıtların, görüntülerin yok edilmesi bile tezinizi güçlendirebilir. 4 sene sonra kamuoyunun geldiği nokta, “15 Temmuz’un içinde bir iş var” noktası. Ancak bunu söylemek suç. Toplumun büyük bir kesiminin öyle düşündüğünü, düşünüyorum.

FİİLEN 15 TEMMUZ’U ARAŞTIRMA YASAĞI VAR

Kamuoyu ayrıca şunu da görüyor: Yaşanılanlar, bir sivil darbe. Bunun yapılabilmesi için de 15 Temmuz sahnelenmiş. Bir kesimde böyle bir kanaat var ama dillendiremiyor. Olan olduktan sonra adını koymak kolay. Ama vakitlice bunu idrak etmek gerekiyor ki yeni kurbanlar verilmesin. Mahkemeleri takip edip, sanık ve tanık ifadelerini okuyanlar için, soran ve sorgulayanlar için bana göre açık seçik bir gün 15 Temmuz. Ortaya çıkan filtrelenmiş veriler ile bile epeyce aydınlanmış bir olay. Kaybedilmiş veriler de zaten 15 Temmuz ile ilgili tezleri güçlendiriyor. 

Bugün 15 Temmuz’dan konuşmak, iddianamelere yoğunlaşmak, dönemin aktörlerini, yaptıkları ve yapmadıkları ile birlikte kritik etmek yasak. Başına işler geliyor insanların. Asırlık kırılmadan kastettiğim şu: Okullarda aynı şey okutuyor, gazeteler aynı şeyleri yazıyor. Muhalifler bile adeta bir tespih tanesi gibi aynı 15 Temmuz ipine dizilmişler, aynı şeyi söylüyorlar. Bırakın 15 Temmuz kapağını aralamayı, tozunu almaya çalışanın bile başına iş geliyor. Toplum adeta elektrik verilmiş gibi bir gerilim altında, bir baskı altında tutuluyor. Azıcık bir kıpırdanma olsun, trafolara tam güç veriliyor ve felç hale getiriliyor. 15 Temmuz ile ilgili muazzam bir resmi tarih baskısı, dayatması var. 

Hiyerarşi içinde bir darbe görüntüsü veren ancak kendi askerine tuzak kuran bir Genelkurmay Başkanı var. Ki çok örneklerle anlattık, konuştuk. Resmi söyleme göre o gece esir düşmesine rağmen taltif edilmiş, koltuğunu korumuş hatta sonrasında Genelkurmay, MSB’ye bağlanıp Savunma Bakanlığına getirilmiş. Şu anda Hulusi Akar, başkomutan gibi bir eda ile dolaşıyor. Kendine özel bir üniforma diktirmiş, bununla birlikleri denetliyor. Yine aynı şekilde darbe istihbaratını değerlendirmeyerek ve bağlı olduğu hükümete sunmayarak, hükümeti zor duruma düşüren bir MİT Müsteşarı var. Koltuğunu sağlamlaştırdığı gibi daha sonra müsteşarlık da başkanlığa dönüştürüldü, yetkileri arttırıldı.

KUŞKUSUZ BİR DEVLET ORGANİZASYONU

Yine aynı şekilde kendisine sözüm ona darbe yapılan, haftalar sonra bu iki ismi, Hakan Fidan ve Hulusi Akar’ı yanına alıp poz veren, ardından da tek adam rejimini pekiştiren bir Erdoğan var. O yüzden bana göre 15 Temmuz kuşkusuz bir devlet organizasyonu. Bunu tek başına Erdoğan, Akar veya Fidan’ın şahsında görmek, sadece bu kişilere bağlamak yanlış olur. Çünkü onlar bana göre bir aktör ve kendilerine biçilen rolü oynadılar. Devlet, bu gibi organizasyonlarında bir takım aktörlere ihtiyaç duyar. Onları da, o çerçevede değerlendirmek gerekir. 

15 Temmuz’dan geriye gittiğinizde miladı, Cemaat’in şeytanlaştırılmaya başlandığı döneme kadar götürebilirsiniz. 2008, 2009’da başlayan, Cemaat’in şeytanlaştırıldığı, her şeyin Cemaat’e bağlandığı bir ortam vardı. Bir kamuoyu oluşturuldu.

Mehmet Ali Birand’ın hiç unutmuyorum. 6 Ekim 2010 tarihli, yani 12 Eylül referandumundan sonra yazdığı bir yazı vardı. Yaklaşık bir ay sonra. “Cemaat efsaneleşen gücünün esiri oluyor” başlığı ile. O yazı çok şey anlatır. Günümüze de belki işaret eder. Ama çok ciddi okunup tahlil edildiğini, analiz edildiğini düşünmüyorum. Cemaat’e tepkiler o yıllardan itibaren başladı. 2010’lu yıllardan itibaren başladı, gittikçe şeytanlaştırıldı. 17-25 Aralık’tan sonra Kırmızı Kitap’a kondu. Sonra “terör örgütü” dendi. Sonra “silahlı terör örgütü” dendi. Onlardan önce “paralel devlet” dendi. “Paralel devlet” diye diye kendi paralel devletlerini kurdular. Cemaat’e atfettikleri her şeyi kendileri yaptıkları halde muazzam bir yansıtma ile bir “FETÖ” algısı oluşturuldu. Bu arada “FETÖ” kelimesi 15 Temmuz’dan sonra yaygınlaşsa da, Türkiye medyasında 15 Temmuz’dan çok önce kullanılmaya başlandı. Belki sadece yandaş medya kullanıyordu ama bundan sonra Türkiye’nin geneli, muhalefet dahil kullanmaya başladı. 

Biraz evvel atıfta bulunduk. Soru çalma meselesi ile, telefon dinleme, kadrolaşma, himmet vs. gibi suçlamalarla bütün kadrolara kıyıldı. Dershanelerin kapatılması, medyaya çökülmesi, holdinglere kayyım atanması… Bunların hepsi 15 Temmuz’dan öncedir. 15 Temmuz’dan önce, kamuoyu tarafından satın alındığı hali ile, Cemaat’in darbe yapması için adeta şartlar olgunlaşmıştı. Yani kamuoyu, buna hazırlandı. Cemaat çok sıkışmıştı ve artık darbeden başka çıkışı yok gibi görülüyordu. İşte dolayısıyla 15 Temmuz konusu buraya bina edilirse zaten kamuoyu bütün hikâyeyi anlamış olacak. Puzzle’ın son parçası da konmuş olacak.

15 TEMMUZ’UN OLMASI İÇİN GEREKENLER…

O gün gelişmeleri an be an takip ettim Twitter’dan, medyadan. Başbakan Binali Yıldırım, NTV canlı yayınında, Türkiye saati ile 23.02’deki telefon bağlantısında “kalkışma” deyip “paralel” iması yaparak, yarım saat öncesinde Cemaat’i işaret eden tweet’ler, mesajlar verilmeye başlanarak, henüz hiç kimse bir şey bilmezken, adı konulmuştu. 

Yine Erdoğan, güya kimseden bilgi alamazken, gece yarısı saat 00.04’te Marmaris’te kapısında bekleyen gazetecilere açıklamada da adını koymuştu darbenin. Oysa ne MİT müsteşarı ile, ne Genelkurmay Başkanı ile, ne de başka bir yetkili ile bir münasebeti vardı. Darbeyi eniştesinden öğrenmişti! Yine 15 Temmuz’a gidilen süreçte Ahmet Davutoğlu’nun olmaması gerekiyordu. Başbakanlık koltuğunda Binali Yıldırım’ın olması gerekiyordu. Aynı biçimde Hakan Fidan’ın işin başında olması gerekiyordu ki Fidan’ın bile yakın bir zamana kadar bundan bir haberi yoktu. Çünkü bir sene önce Hakan Fidan, AKP’den aday olmak için MİT’ten istifa etmiş, daha sonra Erdoğan tarafından geri döndürülmüştü. Belli ki Hakan Fidan’ın MİT’in başında olması gerekiyordu. Bunun o zaman kendi de farkında değildi belki de.

Darbenin bir numarası ilan edilen Akın Öztürk de YAŞ üyesi olarak orduda tutulmalıydı. Bir sene öncesinde, 2015’te yapılan YAŞ’ta emekli edilmemiş, belki de üniformasını üstünde tutması sağlanmıştı. Aynı şekilde birkaç gün önce burada konuştuk, Emaysa Planının onaylanması 15 Temmuz’un mühim işaretlerinden biriydi. Ben ilk defa bu yayınlarda öğrendim Brüksel Şartını. 50 küsur yıl sonra, devlet başkanına suikast durumunda suçluların iadesine imkân sunan Brüksel Şartının, Türkiye tarafından imzalanması var. 15 Temmuz’dan birkaç gün önce üstelik. Bunların hepsi bir öncü şok esasen. Binlerce tuhaflık var. 

Satır başlarıyla gideceğim… Köprünün tek taraflı kapatılması, Meclis’in bombalanması – ki o sırada Meclis’te olan milletvekillerinin küçülmesi açısından önemli – Saray duvarının köşesinin bombalanması, Erdoğan’ın Saray’ına kıyamaması… Akıncı’nın merkez ilân edilip Adil Öksüz ve diğer sivillerin oradan çıkması, Öksüz’ün daha sonra kaybedilmesi, MİT’E gelen şaibeli bir ihbar sonrasında MİT müsteşarının Genelkurmay’a girişi çıkışı… Hepsi çok enteresan başlıklar.

O gece saat 22.00’da Fidan’la Diyanet İşleri Başkanının yemek yemesi. Ortalık ayağa kalkmış ama MİT müsteşarı, Diyanet Reisi ile yemekte. Zekai Aksakallı hikâyesini çokça konuştuk. Özel Kuvvetler’de bir gün önce toplanan zirve… Bütün bunlara ek olarak savcıların hazırlığı, tutuklama listeleri, fişlemeler… Olmamış hadiselerin savcıların tutanaklarına girmesi ve elbette sonrasında yaşananlar… 

ERDOĞAN’A GÜVEN YÜZDE 30’DAN 67’YE ÇIKTI

Bunların hepsi, bir devlet organizasyonu. Tek başına bir tuzak, tek başına bir tiyatro, tek başına bir komplo ile açıklayamıyorum. Çünkü sonrasında şunlar oldu 15 Temmuz’un: Erdoğan’ın düşüşe geçen güven oranı arttı. Yüzde 67’ye çıktı. Bunu unutmayalım. Yüzde 30’lara kadar düşmüştü Erdoğan’a duyulan güven. OHAL kararlarıyla topluma yeni bir düzen verildi. Bütün bunlar, insanlık dışı biçimde, tüm evrensel ilkeler ve hukuk ayaklar altına alınarak yapıldı. Başkanlık sistemi getirildi. Selahattin Demirtaş tutuklanarak Türkiye siyasal hareketi adeta esir alındı. Hareket edemez hale getirildi. Meclis bile şeytanlaştırıldı. Tüm medya susturuldu, konuşan da kalmadı. Doğan Grubu medyası gibi, iktidarın istediği gibi oynayan bir medya dahi bu hali ile bırakılamazdı. Demirören’e geçmeliydi. Yetişmiş kadroların hepsi tasfiye edildi, kırım oldu. 

Ve belki de Suriye’ye girişin önündeki çatlak sesler tasfiye edildi. Libya harekâtının önündeki çatlak sesler tasfiye edildi. Günahsız, silahsız askerler, askeri okul öğrencileri bu işin içine sokularak askeri okul ve askeri hastaneler kapatıldı. Bunlara gerekçe yapıldı. Askeri tesisler gene bu gerekçeyle şehir dışına çıkartıldı. Daha bir sürü şey… 15 Temmuz’un konuşturulmaması, konuşanların içeriye tıkılması, Meclis’in çalıştırılmaması, aktörlerin ifade vermemesi, yazılı açıklamalarda bulunmaları ve onlarda dahi çelişkiler olması…

Ortada resmi bir öykü var ama hâlâ yazılıyor, bitmedi. Hâlâ üzerinde bir şeyler yapılıyor. Belki ilerde kendilerine yönelecek sorulardan dolayı nihai bir hikâye anlatmıyorlar. Bence kimsenin de çok fazla inanmadığı bir öyküyü anlatmakta ısrar ediyorlar. Onun için ben isim koymakta güçlük çekiyorum son tahlilde. Tiyatro diyene katılmıyorum. Neden? Çünkü ölenler var. Çünkü darbe girişimine inanmış, ona göre iş tutanlar var. Bunlar tiyatro oynamıyorlar yani gerçekten darbe yaptıklarını düşünüyorlar. Elbette kendilerine biçilen rolü oynayanlar var. Belki Hulusi Akar gibi Hakan Fidan gibi isimlerin sahneye koydukları eylemlere “tiyatro” denilebilir. Ama 15 Temmuz’un bütününe denemez. Mesela “tuzak”. Kimi kişiler için bunlar doğru. Mesela silah arkadaşlarına komplo kuran isimler var. Zekai Aksakallı’yı detaylı anlattık, Semih Terzi’yi tuzağa çekti… Ama bu bütünü ile 15 Temmuz’a tuzak veya komplo denmesini gerektirmiyor.

SON BİR ASIRDAKİ UYGULAMALARIN BİRİKİMİ

Devlet gözetiminde mühim bir kırılma 15 Temmuz. Neden devlet komplosu demiyorum? Tiyatro demiyorum veya tuzak demiyorum? Bana göre Adem Yavuz Bey’in söylediği “devlet terörü” tanımı en yakın tanımlamalardan biri olabilir. Fakat olan bitenin bütününe bakıldığında, bir devlet dizaynı ve organizasyonu olarak görüyorum 15 Temmuz’u. Asırlık bir kırılma. Bir yönüyle son birkaç asırda yaşananların sonucu, bir darbe pratiği, kutuplaşma, Türkiye’nin bir darbe pratiği olması, sağ sol vs. gibi kutuplaşma durumlarının olması… Toplumda nefret suçu aleni olarak var. Dinin siyasallaşması yaygın olarak şu anda yaşanıyor. Bütün bunların hepsi, bütün bu uygulamalar, bütün bu devlet tecrübesi, devlet birikimi, sosyal tecrübe… Hepsi katlanarak geldi ve ceberut bir biçimde 15 Temmuz’la birlikte sahneye konuldu. 

Devlet son bir asırdaki tüm uygulamalarını, işkence dahil, kısmi soykırım dahil sahneye koydu. Dersim’e gidin, Şeyh Said’e gidin, 27 Mayıs kamplarına gidin… Kısmi olarak halklara uygulanan soykırım parça parça zamana yayılarak yapılan her şey şu son 4 yılda dehşet verici bir trafikle, dehşet verici bir hiyerarşiyle ve toplumsal destek ile şiddet dozu artarak ve zirve yaparak hayata geçti. Bana göre kimi zalim hükümdarlar, kimi geçmiş firavunlar, kimi eski zulüm dönemleri, bunların çoğunu geri bırakan bir süreç yaşıyoruz. Ve maalesef bütün bunlar toplumsal bir konsensüs ile yapıldı. 

Belki biraz uzun olmuş olabilir ama 6 bölümün bana düşündürdüklerini, daha evvel duymadığım hadiseler ve kendi okumalarımı da alt alta koyarak 15 Temmuz analizini böyle yapmayı daha uygun görüyorum. Tek başına bir kelime ile ifade etmek güç bana göre.

TÜRKİYE ŞARTLARINDA SÖYLENEBİLENLER

Levent Kenez: Şimdi bizler bu 15 Temmuz’un mağdurlarındanız. Çalıştığımız kurumlar kapatıldı. Öncesinde de başka sıkıntılar oldu. 15 Temmuz’da final yaptı. Bir şekilde taraf olarak kabul edilebilir insanlar. Neticede Türkiye çok kutuplaşmış bir ülke. Yaftalama çok yaygın. Bir alana hapsedip orada sizin söylediklerinizi değersiz kılma çok yaygın. Hepinizin çok iyi bildiği bir örneği vereceğim. Nihal Olçok… Bu kadın evladını kaybetti. Biricik oğlunu kaybetti. Yani yüreği yanan bir anne, kim öldürdüyse lanet okuyacak bir anne. Onun ilk günlerden bugüne gelen analizlerini, yorumlarını takip ettiğinizde çok ciğeri yansa bile bir hakkaniyete doğru gittiğini görüyorsunuz. Mesela, “Ben 15 Temmuz davalarını okudukça tereddütlerim artmaya başladı,” diyor, “Deliller yok edildi,” diyor. “O gün İstanbul Emniyetinin başındaki Mustafa Çalışkan nasıl başarılı kabul edilebilir? Benim oğlum ölmeyebilirdi, İstanbul Emniyeti bunu engelleyebilirdi,” diyor. Bir plan dahilinde bunların engellenmediğini söylüyor. 

Türkiye’de yaşadığını da unutmamak lazım. Türkiye şartlarında söyleyebileceği kadar söylüyor aslında. Bana sorarsanız, her şeyi söylüyor çok net bir şekilde. Bence teşhisi koymuş ama dikkatli konuşuyor. Zaten Davutoğlu ile beraber siyaset yapıyor. Erdoğan ile çok yakın olmalarına rağmen muhalif bir kanatta devam ediyor. Evladını kaybetmiş bir anne. Ben bunu çok önemsiyorum. Gencecik evladını kaybetmiş bir annenin, o ciğeri yanan annenin analizleri, olayı yorumlaması çok değerli. Çok rahat sebebinin “FETÖ” olduğunu söyleyip konforuna bakabilirdi. Ama içinde şüphelerin olduğunu anlatması önemli.

İlker Başbuğ’un bir asker gözüyle Cemaat’e nasıl baktığını bütün izleyicilerimiz az çok biliyordur. Cemaat yüzünden içerde yattığını iddia ediyor. Ki bence öyle değil. O bile bunun bir tarifi olmadığını, başarısız bir hareket olduğunu, bazılarının tuzağa düşürüldüğünü söylüyor. Sadece 15 Temmuz mağdurlarının değil, bizzat ülkede bazı aktörlerin de aslında 15 Temmuz ile alakalı önemli tespitleri var. AKP’nin tabanında öyle bir kesim var ki, Erdoğan çıksa “Bunu ben planladım, ‘FETÖ’yü bitirmek için” dese, “Vay be Reis ne muazzam bir plan yapmış” diyecektir. O yüzden herkesi ikna edemezsiniz. 

Ancak yine de bahsettiğiniz “toplumsal konsensüs” ile bazı şeyleri yaptılar. Bu çok açık. Bu acının faturası da çok ağır olacak. Konsensüs ile bu zulümler yapıldığı için maalesef fatura da ona göre acı olacak diye düşünüyorum.

AĞIZLARINDAN KAÇIRDIKLARI SÖZLER

Tarık Toros: Fahrettin Altun, ben kendisine Saray’ın propaganda bakanı diyorum, 15 Temmuz’un 4. yıldönümünde Hürriyet’e konuşmuş ve demiş ki: “Ayasofya Camiinin ibadete açılması, 15 Temmuz dirilişimizin devamıdır.” Yani Ayasofya, 15 Temmuz’un bir devamı. 

Sadece bu cümle bile üzerinde düşünmeye değer. Hatırlayın geçtiğimiz yıllarda Anadolu Ajansı ziyaretinde yaptığı kayıtlı soru cevapta dönemin başbakanı Binali Yıldırım’a “Sizi zorlayan, girmeseydik bu işe dediğiniz herhangi bir proje oldu mu?” diye sorulmuştu. Cevabı da, “Hoşuma gitmeyen proje 15 Temmuz,” olmuştu.

Adem Yavuz Arslan: Binali Yıldırım’ın o konuşmadaki kahkahalarını unutamıyorum. Ağzından kaçırdı, zihin altı ifşa oldu. Her şey bir kenara 251 insan hayatını kaybetmiş, 2,900 tane yaralı var. Türkiye’de büyük bir travma yaşanıyor. Başbakan gevrek gevrek gülüyor, kahkaha atıyor. Başta Şenol Kazancı olmak üzere bütün sözüm ona gazeteciler kakara kikiri. Yani Allah’tan korkun diyeceğim de, korkmadıklarını biliyoruz sorun orada.

Bülent Korucu: Bugün biliyorsunuz, Beştepe’de törenler vardı. “15 Temmuz gazileri” davetli değildi. Onlar da kendileri yürümek istediler. Daha önce de AKP önünde bir gösteri yapmışlardı, bayağı bir polis dayağı yemişlerdi. Bugün de benzer bir muamele ile karşı karşıya kaldılar. Orada konuşan insanlar vardı ve konuşan insanların söylediği dikkat çekici birkaç cümle vardı: “Zaten neredeyse yarımıza, sabıkalı olduğumuz için gazilik madalyası verilmedi. Diğer haklarımız verilmiyor, toplanan paralar verilmiyor,” vesaire…

Tarık Toros: 2,100 kişi kadar benim bildiğim gazi sayısı.

Bülent Korucu: Evet, en az 400 tane de sahte gazi çıktı. Kamyonu kullanan o Şerife Bacı gibi bir sürü sahtekâr gazi çıktı. Ama bunlar gerçekte az olduklarını söylüyorlar. Madalyalarını gösteriyorlar ve orada yaptığı konuşmada şunu söylüyor adam: “Toplanan paraları vermediler, haklarımız vermediler.” Zaten gazilerin yarasına madalya bile vermediler sabıkalı oldukları için. Sonra bir başkası mikrofona geliyor diyor ki: “Ben tankın üzerindeydim, böyle savaştım, böyle çarpıştım ama sabıkalı olduğum için bana da madalyayı vermediler.” Bir şey daha söylüyor: “MG3 tüfeği ile o gün çarpıştım…”

PROFESYONELLER SAHADAYDI

Ben, eğitim çavuşu olarak askerliğimi yaptım. Erlere silahın nasıl kullanılacağına dair eğitim vermeye çalıştım. Ama şu MG3 tüfeğini hayatımda görmedim. Ben kullanamam bunu. Yani askerliğini eğitim çavuşu olarak yapmış bir adamım, ben bu silahı kullanamam. Bir sivil, çatışma içerisinde bu silah ile çarpışmış. Profesyonel olmayan birinin bu silaha dokunması bile mümkün değil. Bırakın onunla çatışmayı… Ankara Emniyetinden dağıtılan silahlar vardı biliyorsunuz. Daha sonra cinayette kullanıldığı ortaya çıkmıştı ve katil silahı, o gece Ankara Emniyetinden aldığını söylemişti.

Bütün bunları alt alta koyduğunuzda ben “tuzak” kelimesinde ısrarcıyım. Tarık Bey’e katıldığım noktalar da var. 15 Temmuz bir final değil, bir başlangıç da değil. 15 Temmuz, uzun bir döneme yayılmış sürecin bir parçası. Önemli bir parçası, önemli bir aşaması ve önemli bir kırılması. İnsanlar ilk başta şöyle zannettiler: Cemaat tasfiye ediliyor, ne güzel. Hâlbuki böyle değildi. Devlet yeniden yapılandırılıyordu. Sadece Emniyet Genel Müdürlüğünde çoğu rütbeli olmak üzere 34,000 polis ihraç edildi. Bir kısmı tutuklandı. Türkiye’deki generallerin yüzde 50’si ihraç edildi, tutuklandı. Türk Silahlı Kuvvetlerindeki kurmay kadronun yüzde 90’ı ihraç edildi. Hâkim ve savcıların, 3’te 1’i yaklaşık 4,500 tanesi meslekten atıldı. İlk gece bile 3,000 civarında idi. Çoğu tutuklandı. 

Devlette bir yeniden yapılanma vardı ama kişilerin tasfiyesinin ötesinde devleti, devlet dediğimiz aygıtı yeniden biçimlendirirler. Yeniden kurguladılar. Bu çok daha önemliydi. Olaya sadece bir grubun tasfiyesi diye bakanlar, şimdi ne kadar yanıldıklarını, ne kadar aldandıklarını umarım görüyorlardır. İtiraf edemeseler de umarım görüyorlardır. Mesela ne oldu? Güya başkanlık sistemine geçtik. Lise seviyesinde bile sistemler dersi almış olanlar bile bilir ki başkanlık sistemi normalde kuvvetlerin sert ayrılığı şeklinde tarif edilen bir yönetim sistemidir ve orada Meclis çok güçlüdür. Denetleme ve denge mekanizmasının temelinde Parlamento vardır.

MECLİS BUGÜN NOTER KADAR YETKİLİ DEĞİL

Bugün geldiğimiz noktada Meclis bir noter bile değil aslında. Çünkü notere bile ihtiyaç duyulmuyor. Geçen rakamları yayınlanmıştı. Yanlış hatırlamıyorsam 2,000 küsur başkanlık kararnamesi çıkmış bu süreçte. Meclis’in yeni çalıştığı dönemde 1,300 tane falan da Meclis yasama faaliyetinde bulunmuş. Kanun çıkarmaya çalışmış. Meclis dediğimiz yapı ortadan kaldırıldı. Sadece 4,500 tane yargıç işten el çektirilip ihraç edilmedi. Yargı tamamen bir kurşun askere dönüştürüldü. Sosyal medyada bir paylaşım vardı. Görmüşsünüzdür muhakkak, AKP Genel Başkan Yardımcısı, müşteki olarak birisi ile mahkemelik olmuş. AKP Genel Başkan Yardımcısından bahsedilirken Sayın Ömer Çelik diye bahsediliyor. Hukuki bir metinde, bir iddianamede, bir evrakta hiçbir şekilde taraflı olamazsınız. AKP Genel Başkanı Yardımcısı değil, Cumhurbaşkanı bile olsa siz orada “sayın” diyemezsin. Bu İslamcıların çok sık anlattığı bir Fatih Sultan Mehmet’le kadı hikâyesi var ya. Sen de eşitsin, o da. Ermeni de, Müslüman da eşit. Bu hikâyeleri anlatmak güzel de ortadaki realite bambaşka. 

Hakimler Savcılar Yüksek Kurulunun tamamını Erdoğan atıyor. Bir kısmını Meclis seçiyor ama Meclisin seçtikleri de AKP’nin, daha doğrusu Erdoğan’ın önerdiği isimler tamamen. Ortaya çıkan kararlar yüz karası. Dün bir karar açıkladılar, biliyorsunuz. AİHM, hak ihlali verdi bir hakim hakkında. Tutuklanan yargıç AİHM’e gidiyor ve “Ben haksız yere tutuklandım. 2802 sayılı Hâkimler ve Savcılar Kanununa göre bir kısım güvencelerim var. Usulleri var, bunlar uygulanmadı bana,” diye itiraz ediyor. AİHM de, “Evet, sen haklısın” diyor. Anayasa Mahkemesi sanki AİHM’in üstünde bir mahkemeymiş gibi, sanki bir temyiz makamıymış gibi AİHM kararının yanlış olduğuna dair bir duyuru yayınladı. Aslında böyle bir yetkisi kesinlikle yok. Çünkü yetkinin gerçek sahibi AİHM zaten. İmzalanan anlaşmalar uyarınca AİHM, Anayasa Mahkemesi ile bu yetkiyi paylaştı. İstediği zaman geri alabilir. Slovenya Yüksek Mahkemesinden aldığı gibi, Azerbaycan Yüksek Mahkemesine hiç vermediği gibi… Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay’ın bağımsız yargı özelliği ortadan kaldırıldı. TSK, emniyet, Meclis, yargı, dışişleri, yani bir devleti ayakta tutan bütün unsurları bambaşka hale, kimliğe soktular.

TÜRKİYE CUMHURİYETİ YENİDEN KURULUYOR

Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti yeniden kuruluyor. 27 Mayıs darbesinden sonra da 2. Cumhuriyet demişlerdi.12 Eylül’de de buna benzer söylemler kullanıldı. Liberaller yeni bir cumhuriyet arayışı içerisindeydi, “Biz 2. Cumhuriyetçiyiz” filan demişlerdi. Şimdi yeni bir devlet kuruldu. Cumhuriyet mi? Zannetmiyorum, tartışılır. Ama bambaşka bir devlet ile karşı karşıyayız.

15 Temmuz sadece bir aparattır. Sadece bir kırılma noktasıydı. Başlangıç da değildi, final de değildi. Maalesef final değildi. Bu süreci yaşıyoruz. 28 Şubatçıların dediği gibi şayet bir başka kırılma yaşamazsak bu böyle bin yıl daha sürecek gibi görünüyor.

Levent Kenez: 696 no’lu bir KHK var. O KHK’da deniyor ki, 15 Temmuz darbe girişiminde resmi sıfatı olsun veya olmasın o darbeyi engellemeye çalışan ve devamı niteliğindeki olayları durdurmaya çalışan insanlar cezadan muaftır. Hiçbir şekilde yargılanmayacaklar. Yani o köprüdeki linçe katılanlar, silah sıkanlar hiçbir şekilde yargılanmayacaklar. Çünkü bununla ilgili bir KHK var. Geçmişe yönelik bir KHK. Çok ilginç, aslında bir skandal. 

15 Temmuz gecesi ile ilgili kısmı anlarsınız, sahaya sürdüklerini bir şekilde kurtarıyorlar. Ama “devamını niteliğinde olaylar” deniyor. Bu şu demek: Yarın İstiklal’de veya başka bir yerde 100 kişi “Hükümet İstifa” diye bağırsa, birisi eline taramalıyı alıp o grubu etkisiz hale getirse, bu maddeden yararlanabilir. Gezi eylemlerinden sonra elinde pala ile çıkan meczuplar vardı. Onların da hükümet organizasyonu olduğu ortaya çıkmıştı.

Adem Yavuz Arslan: İlk akşam daha hiçbir şey yokken hakim- savcılar ile ilgili tutuklama kararı verdiler. İlk etaptaki rakam sonradan arttı. 9,323 tane yeni hakim-savcı aldı AKP rejimi. Bunlar AKP teşkilatlarından. İl başkanı, ilçe başkanı, yönetim kurulu üyesi vs. Avukatlar arasından isimler seçildi. Yargı tamamen Erdoğan’ın arka bahçesine çevrildi. Yani bu planlı programlı bir şeydi. Neden önemli?

Şimdi eğer bağımsız hakim-savcılar 16 Temmuz günü görev yapmış olsalardı bu pervasızlık, hukuksuzluk hayata geçemezdi. Yani Saray’dan talimat ile hareket etmeyen bir yargı olsaydı, 15 Temmuz davalarının çok büyük bir kısmı tersine dönerdi. Kahraman olarak gösterilen isimler cinayetten yargılanırdı.

250 İNSAN ÖLDÜ, ÖLMEYEBİLİRDİ…

 Ankara Emniyetinin telsiz kayıtlarını ben dosyalaştırdım, haberleştirdim, okudum. Hiçbir emniyetçi, sivil halkı emniyet araçları ile doldurup tankın önüne götürmez. Senin kanuni görevin zaten cinayeti engellenmektir, olayları engellemektir. Burada ne yapıyor emniyet müdürü? Telsizden talimat veriyor. Halkı polis araçlarına doldurup tankların önüne yığın ediyor. Cinayettir bu, cinayeti bilerek işlettiler. Tamam, şehitlerimize saygımız sonsuz, ailelerine Allah sabır versin. Bugün bütün medyada onların hikâyeleri var. Amenna… Ama soruyu sormalarını da beklediğimi ifade edeyim. 

Bu insanlar ölmeyebilir miydi? Bu insanlar kesinlikle ölmeyebilirdi. Ölmelerini istediler. 250 şehide, hatta Erdoğan rejiminin 2,500 şehide ihtiyacı vardı. Bugün 15 Temmuz ya, Amerika’da The Washington Post’ta tam sayfa Türkiye reklamı var. Para verilip alınan 2 tam sayfa ilan. Şu anda Washington sokaklarında kamyonetler dolaşıyor. Bir reklam giydirmişler 15 Temmuz’a dair. Şimdi orada bakıyorsunuz, hemen 250 şehit gündeme getiriliyor. 250 şehit, bu propaganda için gerekiyordu. İnsan hakkı ihlaline itiraz edenlerin susturulması için gerekiyordu. “Ya böyle bir darbe mi olur? Bir tuhaflık var,” dediğimiz zaman hemen, “250 şehit var kardeşim” diye susturmaları için gerekiyordu. Kan akması planlandı, programlandı. Hatta Jandarma önünde, TSK’da olmayan silahlarla, mermilerle öldürülmüş siviller var. Raporlarla sabit. Burada kasten öldürülmüş insanlar.

Bugün Washington Post’taki ilanda, “Beyaz Sarayı bombalasalar ne düşünürdünüz?” diye soru var. Bunlar hep propaganda olarak önceden planlanmış, hedeflenmiş, en ince ayrıntısına kadar senarize edilmiş. Bir tabloyla karşılaşıyoruz. Kamu gücü ile yaptılar bunu. 18 Temmuz günü Erdoğan’ın Saray’ının dış avlusuna roket atılışı yapılıyor. Roket, TSK envanterinde yok. Envanterin olduğu tek kurum MİT. Bunun gibi tonla, bir sürü örnek verebilirim. 3 gün sonra bu roketi buraya kim atabilir? Saray saldırıya uğradı. Cumhurbaşkanı muhafız alayı, patlamaya hazır bir bomba tespitinde bulundu. Bunların hepsi, bu planın daha önceden yapıldığının bir göstergesi.

TÜRKİYE 4 YILDIR ABD’YE DELİL GÖSTEREMEDİ

Şimdi Amerika’ya tekrar geri döneyim. Mesela Türkiye ısrarla diyor ki, “Fethullah Gülen darbenin bir numarası”. Bugün yeni bir liste yapmışlar, benim de fotoğrafımı koymuşlar. Allah’tan bu sefer daha yakışıklı bir fotoğrafımı koymuşlar daha öncekilere nazaran. Darbenin yöneticileri diye bir liste. Amerika diyor ki, “Kardeşim darbe çok ciddi bir suçlama. Bununla ilgili bize bir delil ver.” Türkiye 4 yıldır delil sunamadı. “80 klasör delil gönderdik” dedikleri ne biliyor musunuz? Gazete kupürleri. Türkçe olarak basılmış. Yani elde hiç somut bir şey yok.

En son ne yaptı biliyor musunuz Amerika? Türkiye’ye bir heyet gönderdi. “Bir iade dosyası nasıl hazırlanır?” bunları anlattılar Türk yetkililere. Gelen dosyada yine hiçbir suç unsuru yok. Yani işte X şahıs tweet attı, Y şahıs televizyonda bunu söyledi gibi klasik şeyler. Bunların hiçbirisinin darbeye delil olmadığını Amerika tekrar söyledi. Yine bir şey gelmedi. En son ne oluyor? 2017 Ekim’inde, Adalet Bakanlığı Dış İlişkiler dairesinde çalışan resmi bürokrat mahkemeye geldi. Çünkü Amerika’da farklı bir hukuk sistemi var. Jürinin bilgilendirilmesi gerekiyor. Dedi ki bu yetkili, “Türkiye bize bugün itibari ile hâlâ 15 Temmuz’a dair delil vermedi.” Bu çok hayati bir bilgi. Bu kadar şey söylüyorsun ama hala elinde bir delil yok.

Fareed Zakaria, Amerika’da en çok takip edilen, ne dediğine dikkat edilen gazetecilerden biri. CNN’de pazar günleri program yapıyordu. Programda Binali Yıldırım’ı ağırladı. Yıldırım’a dedi ki: “Benim Washington’daki kaynaklarım sizin 15 Temmuz’a dair somut bir delil veremediğinizi söylüyor.” Binali Yıldırım’ın cevabı şu: “11 Eylül saldırısı olduğunda biz delil mi sorduk?” Şimdi bir başbakandan bu cevap mı beklersiniz? “Elimizde şu deliller var, bu deliller var. Burada bağlantılar var. İşte buyurun gelin,” dersiniz. Delil yok. Elde veri yok çünkü.

Mesela Amerikan Meclisi’nin, İstihbarat Komitesi Başkanı David Nunes, Başkan Donald Trump’ın da tanıdığı, bildiği önemli bir isim çıktı ekranda dedi ki: “Bize sunulan delillerde darbenin arkasında Gülen Cemaatinin olduğuna dair bir şey görmedik.” Bunun, İngiltere parlamentosu versiyonu var. İsrail büyükelçi versiyonu var… Avrupa Birliğinin istihbarat komitesi raporları var… Türkiye içerisinde korkunç bir propaganda gücü ile herkesi baskıladılar ama dünyada bu senaryoyu satın alan yok.

RUSLAR 15 TEMMUZ’UN NE KADARINI BİLİYOR?

Ömer Taşpınar, Washington’daki en önemli Türkiye uzmanlarından bir tanesi. Aynı zamanda buranın Harp Akademisi gibi olan Savunma Üniversitesinde ders veriyor. O çıktı dedi ki, “Rusların elinde 15 Temmuz’a dair çok önemli veriler var ve bunlar Erdoğan’a karşı kullanabilecekleri bir koz.” Rusların elinde 15 Temmuz’un gerçek hikâyesine dair veriler var. Bu ne demektir? Lafın tamamı aptala söylenir ya, bu cümlenin devamını getireyim. Devamı şu: Ruslar, Türkiye’ye şantaj yapıyor. Erdoğan, Rusların elinde esir. Olayları analiz eden, Türkiye’nin durumunu analiz eden NATO’nun dengelerini takip eden bütün uzmanlar, stratejistler aynı şeyi söylüyorlar: “Darbenin içerisinde Gülenciler var ama darbe bir Gülen darbesi değil.” Bu önemli bir şey, ki benim de görüştüğüm bazı üst düzey isimler oldu haber amaçlı. Onlar da benzer şeyleri söylediler.

Ortada bir darbe planının olmaması da çok önemli bir veri. Bunu da tekrar hatırlatmış olayım. Bu kadar zaman geçti, hâlâ ortada bir darbe planı yok. Çünkü gerçek bir darbe yok, darbe görüntüsü verilmiş bir kumpas var. İddia ederek söylüyorum: 15 Temmuz davalarının tamamı bozulacaktır. Çünkü çok yaygın işkence var. Sistematik bir şekilde. Akın Öztürk’ten başlayın. Düşünün 60 küsur yaşında bir orgenerale öyle bir işkence yapılıyor ki, mahkemede “Ben bunu anlatamam, utanırım,” diyor. Tecavüz edilen insanlar, taciz edilen insanlar, elektrik verilen insanlar… Levent Türkkan’ın ifadeleri Amerika’ya delil olarak gönderildi. Peki, Amerikalılar aptal mı? Bu adamın vücudu sarılmış, kafası sarılmış, öldü diye morga bırakılmış. Bu adam bu ifadeyi nasıl imzalayacak, nasıl verecek? Yani bunun gibi tonla örnek var. 

Mesela Konya’da yaşanan bir duruşmada bir tane şahsa, vatandaşa diyorlar ki, “bu kişi Cemaatin askeri imamı”. O da önüne konulan ifadeyi imzalamak zorunda kalıyor. Çünkü öyle bir işkence yapmışlar ki adama, karısını getirip önüne koymuşlar. “Karına tecavüz ederiz, kızına tecavüz ederiz,” demişler. Bu türlü ifadeleri, bu şekilde toplamışlar. En büyük “askeriye imamı” diye lanse ettikleri Erdal Sarıçiçek, dolandırıcılıktan tutuklandı. İzmir’de Cemaatçiler helikopter ile adam atıyordu, işkence ediyordu vs. diye anlatıyordu. Binlerce insanın tutuklanmasına sebep oldu. Dolandırıcı.

‘FETÖ’ UZMANLARI VE ‘FETÖ’ BORSASI

Ankara’da Büyükşehir Belediyesi personeli denilen, “FETÖ uzmanı” diye lanse edilen Çetin Acar diye bir adam vardı. Kartvizit bastırıyordu. O da dolandırıcı. Hani az önce sahte gaziler için söyledik ya, sabıkalı adamlar milletin önüne gönderilmiş diye. Piyasada ne kadar sabıkalı tip varsa, ne kadar yamuk adam varsa itirafçı adı altında piyasaya sunulmuş.

Daha dün öğrendiğim bir hikâyeyi de aktarayım. Kamuoyunun çok yakından tanıdığı bir isme, yine kamuoyunun çok yakından tanıdığı ve Erdoğan’ın da çok sevdiği isimlerden bir tanesi haber gönderiyor. “Şu ifadeyi imzala,” diyor, “Malını mülkünü geri verelim.” Cevaben o isim de “Ben bu kadar şerefsiz miyim?” diyor. İfadesi bu.

Tarık Toros: Bu iktidar o kadar meşru değil ki, o kadar dökülüyor ki, muazzam bir onaylanma ihtiyacı var. Bakıyorsunuz sanatçıları konuşturuyorlar. Erdoğan hakkında, 15 Temmuz hakkında. Ne bileyim konserler düzenleniyor, başında sonunda teşekkürler, hürmetler var. Okullarda dersler veriyorlar bu konuyla ilgili. Yabancı basında kimi hiciv yüklü demeçleri alıp, onlardan bile medet umarak gerçek gibi lanse edip, “Bakın The Economist’te böyle bir yorum çıktı, Washington Post’ta bunu yazdılar,” diyorlar. Gazeteci arkadaşımız Ahmet Dönmez’in 15 Temmuz ile alakalı onca yazı var. Bir satırına bile bakmadılar. Ama Cemaat ile ilgili bir konu olduğunda, Anadolu Ajansı bile işi gücü bırakıp çarşaf gibi yayınlamış.

İKTİDARIN ONAYLANMA İHTİYACI HAD SAFHADA 

Muazzam bir onaylanma ihtiyacı var rejimin. Bunun için her şeyi kullanıyor. Washington Post’a verilen ilan da öyle, Amerika’da dolaştırılan reklam giydirilmiş araçlar da öyle. Yani Ayasofya ile ilgili Togo’dan gelen mesajı, işte Afrika’nın ve İslam dünyasının lideri Erdoğan vs. denmiş, Anadolu Ajansı geçiyor. Togo’yu şu an hiçbir Türkiye vatandaşı haritada gösteremez. Yani karşımızdaki baştan beri onaylanmamış, kabul edilmemiş, gayrı meşru görülen, yaptığı hiçbir şey onaylanmayan bir irade. 

Hâlâ bir takım ifadeler gönderilerek insanlara, “Bunu imzala senin bütün haklarını iade edeceğiz” denmesinde bile onaylanma ihtiyacı görüyorum.

Adem Yavuz Arslan: Şunu tekrar hatırlatma ihtiyacı duyuyorum. Hulusi Akar, Hakan fidan, Erdoğan ne darbe komisyonuna geldiler, ne de herhangi bir mahkemeye. Yaşar Güler de dâhil, şu anki Genelkurmay Başkanı. Meclis Komisyonu zaten evlere şenlikti. İhbarcı askeri bile dinleme ihtiyacı hissetmediler. Bu isimlerin hiçbirisi dinlenmedi. Müşteki olarak bu isimler dava açtılar. Niye? Çünkü darbeye muhataplar, esir alındılar falan ya. Hani o da ayrı bir komedi. İfadelere göre darbeciler geliyorlar, “Komutanım başımıza geç” diye kendisine silah doğrultuyorlar. Darbeci adam silah doğrultup başımıza geç der mi? Çeker vurur ya da “Hayır” dersen orada infaz eder. Yani bu kadar mı absürt olur bir senaryo? Her yandan dökülüyor.

HERKES HULUSİ AKAR’LA YÜZLEŞMEYİ BEKLİYOR

Ben bugüne kadar sayısız ifade okudum. Yani erinden generaline kadar hepsinin talebi aynı. “Hulusi Akar gelsin, mahkemede bunu bize karşı söylesin.” Hakan Öztürk diyor, Mehmet Dişli diyor, onbaşısı söylüyor, binbaşısı söylüyor… Bu nedir biliyor musunuz? Hulusi Akar, bu yaşadığımız 15 Temmuz sürecinin bir numaralı aktörüdür. Kendi ordusuna, kendi ekibine, binlerce, on binlerce yetişmiş insana zulmetmiştir. Yani öyle ifadeler okudum ki, oturur ağlarsınız. Öyle iyi yetişmiş insanlar, öyle beyinler heba edildi ki… Cezaevinde hayatlarını kaybettiler. Sapasağlam cezaevine giren insanların cenazesi çıktı. İlaçları verilmeyen öğretmenler oldu içeride.

Varsayalım 15 Temmuz darbeydi. Varsayalım darbe. Öğretmenler mi yaptı? Gazeteciler mi yaptı? Gariban insanlar mı yaptı? Bu insanlara yapılan zulmü neresine oturtuyorsunuz? Hulusi Akar, Yaşar Güler Ankara’da müşteki oldukları davaya gitmediler. Zekai Aksakallı da Suriye’deyim diye gitmemişti. Mahkeme tekrar tarih verdi, şu tarihteki duruşmaya gelin diye celp gönderdi. Ne oldu biliyor musunuz? Gece yarısı özel celse açtılar. Hulusi Akar ve ekibi gidip gizli ifade verdiler. Aslında bu bile kesin değil. Çünkü onu da bilmiyoruz. Mahkeme dosyasına ifadeler girdi sadece. Hulusi Akar’ın ifadesi, Yaşar Güler’in ifadesi diye. Sanıkların haberi yok, avukatların haberi yok. Yani sanık ve avukatlar diyor ki, “Biz gözetmek için bu adamı istiyoruz. Yani bir kere olsun görelim bir karşımıza gelsin. Bize bu adamlar darbe yapmak istedi desinler,” ve bugüne kadar bu hiç yapılmadı. 

Meclis Araştırma Komisyonu, Genelkurmay’a 10 soruluk bir tutanak göndermişti. Evlere şenlik. Meclis ve Genelkurmay arası yürüyerek 3 dakika. Ama cevap gelmedi o sorulara. O 10 sorudan muhalefet üyelerinin haberi bile yoktu. Bu arada Komisyon Başkanı Reşat Petek nerede? Ne yapıyor? Açıkçası merak etmiyor da değilim. Çünkü kullanılıp atılmış bir isim olarak da duruyor bir tarafta. 

Son cümle olarak şunu söyleyeyim bu bahiste: Dershane tartışması başladığı zaman diyorlardı ya, “Hükümet-Cemaat birbirini yesin” diye. Sözüm ona liberal, sözüm ona demokrat kesimler, “Biz iktidarı daha sonra sandıkta değiştiririz,” diyorlardı. Bunu söyleyen insanlar bugün gelinen durumun ortaklarıdır. Bu akan kanın sorumluları arasındadır.

Tarık Toros: Son bölüme geçelim mi artık? “15 Temmuz kime yaradı?” Ben herkese bunu sorayım. Sizce neden “Allah’ın lütfu” dendi? Bu soruya cevap arayalım. Kim kârlı çıktı, kim zararlı çıktı? 15 Temmuz olmasaydı ne olurdu ve elbette bundan sonrası için öngörünüz nedir?

15 TEMMUZ’A DOKUNAN YANIYOR…

Levent Kenez: Bütün bu “FETÖ” davalarında uzun uzun, matbu evrak var. Bütün iddianameleri koyuyorlar. Epey bir sayfa. Oradaki iddialardan bir tanesi FBI ve CIA’in bu kadroları yetiştirdiği yönünde. Yani CIA’in yetiştirdiğini söyledikleri, bu bilgiyi iddianameye koydukları kişileri Amerika’dan istiyorlar. Zaten nereden tutsanız elde kalıyor.

Adem Bey hatırlattı, Ömer Taşpınar’ın söylediklerini. Ruşen Çakır’ın programda söyledi. Hatırlarsanız Medyascope’a bağlanmıştı. Ruşen Çakır ve benzeri Türkiye’de sözde muhalif gazeteci gibi geçinenlerin siz hiç 15 Temmuz ile alakalı eleştirel bir şeyler konuştuğunu duydunuz mu? Ben hiç hatırlamıyorum. Bunu mutlaka bu program serisinde kayda geçirmek lazım. Bu ikiyüzlüler, lafa geldiği zaman ders vermeyi çok severler. 

Aynı şekilde, hatırlarsanız 15 Temmuz’a dokunan bütün gazetecilerin başına bir iş geldi. Her biri maalesef bu işten vazgeçti. Bunu da kayda geçirmek isterim. Kamuoyunda tanınan herkese ahlaksız teklifler gitti. “Nedamet getir, iftirada bulun, hoşumuza gidecek bazı şeyler söyle, seni bırakalım,” diye. Ekseriyetle bunlar reddedildi. İçerdeki insanlar, “Biz şerefsiz miyiz?” tepkisi verdi. Tek tük de olsa kabul edenler oldu. Neticede hapishanedeki durumları bilemeyiz biz çok, yurt dışındayız, kimseyi yargılama adına söylemiyorum. Bazı kişilerin mahkemede söylediklerini beğenmediler, “Biraz daha söyle,” diye mesaj yolladılar. 

Hulusi Akar’ın ifadeleri biliyorsunuz, değişmişti. Mesela ikinci ifadesinde olmayan bir ayrıntı vardı. Diyor ki orada: “Odamı toplamışlar.” Çünkü Hulusi Akar geldi, Özel Harekât onu korumak için götürdü aslında. Hatta görüntülerde var. Şapkası yok, şapkasını istiyor. Askerler büyük bir saygı içerisinde. Şapkasını veriyorlar. Akıncı Üssünde muazzam saygı görüyor. Bunu çıkarıyorlar. Çünkü anlatılması gereken hikâye “Kavga dövüş gittik, ben direndim, şuna tekme attım,” şeklinde gidiyor. Sonra da diyor ki, ilk ifadede, “oda pırıl pırıldı, toplamışlar.” Ayrıntı veriyor. 2 şey kaybolmuş. Bir tanesi şahsi cep telefonu. İkincisi de Devlet Bahçeli’nin kendisine hediye ettiği silah. Burada da mesaj veriyor.

ERDOĞAN İÇİN GERÇEKTEN DE ‘ALLAH’IN LÜTFU’

15 Temmuz kime yaradı? “Allah’ın lütfu” ifadesinin ilk söylendiği yerde, havaalanındaki o görüntü bence 15 Temmuz ile alakalı çok büyük bir sembol. Birçok yazıda kullandım. Erdoğan, “Allah’ın lütfu” diye konuşuyor. Berat Albayrak yanında sırıtıyor. Diğer tarafta Selim Temurci var. Çok kaygılı, o kadar korkmuş ki, yüzü bembeyaz. Bence 15 Temmuz’da olan bu. Berat Albayrak’ın o rahat tavırları çok açıklayıcı… 

15 Temmuz tabi ki Erdoğan’a yaradı. En başa dönersek Almanya Parlamentosu yangınında olduğu gibi mutlak gücü eline aldı. Çıkardığı KHK’lar ile diktatörlüğü kurdu. Şu an Erdoğan’ın “FETÖ” sopasıyla içeriye atamayacağı hiç kimse yok. “Erdoğan bunu ‘FETÖ’den dolayı içeri atamaz,” diyebileceğiniz kimse yok. O yüzden muazzam bir alan hakimiyeti kurdu. Orduyu lağvetti. Hatırlarsınız TSK, Suriye’ye girme konusunda ciddi bir direnç koyuyordu. Çok büyük bir macera olduğunu, ciddi bir kazanım olmayacağını söylüyordu. Orduyu Suriye’ye sokmayı başardı. Libya’da maceradan maceraya sürükledi. Hukuk deseniz, mahkeme diye bir şey kalmadı. Kendisi, ailesi, hanedanı ülkeye tahakküm kurdular.

Tarık Toros: Bülent Korucu, kime yaradı? Olan kime oldu?

TÜRKİYE’NİN EKSENİNİ DEĞİŞTİRMEK İSTEYENLER

Bülent Korucu: Kime yaradı? Kişi olarak en başta Erdoğan’a yaradı. 17-25 Aralık gibi büyük ve uluslararası yankıları da olan bir dosyadan tamamen kurtuldu… Neden uluslararası yankıları olan? Çünkü rüşvet alınan ülke İran ve İran belirli yaptırımlara muhatap olan bir ülke. Ve uluslararası yaptırımları aşmak için bu rüşveti vermiş. Erdoğan hem ülke içerisinde hem dışarısında çok büyük bir baskı altındaydı. Bu baskıdan tamamen kurtulduğunu düşünüyor. 15 Temmuz’dan sonra mahkemelerde savcılar söze “17-25 Aralık darbe girişimi” diye başlıyorlar. Yolsuzluk yaparken suçüstü yakalanmış devlet yetkililerinden, o soruşturmadan bir darbe çıkarmak hukuk tarihinde görülmemiş bir şeydi. Bunu yaptılar. 

İkinci olarak bence Türkiye Cumhuriyeti devletinin eksenini değiştirmek isteyen güçler kimlerse onlar kazandılar. 28 Şubat’ın hedefi de bence buydu. 28 Şubat’ta da hatırlarsanız Avrasyacı söylemleri ön plana çıkıyordu. O günkü MGK genel sekreterinin söylediklerini hatırlayın. Hak vereceksiniz. Çünkü Batı bloku, Batı demokrasileri bizim devlet aygıtına çok fazla geliyordu. İstediklerini yapamıyorlardı. Bunu yapabilmek için birçok farklı operasyonlar yapmaları gerekiyordu. Mesela işte PKK tehlikesinin sürdürülmesi gerekiyordu ki Türkiye’de bazı şeyleri yapabilsinler, ya da bir irtica korkusu ile bir irtica fobisini zinde tutmak adına bir kısım aydınları öldürdüler. Ben onların önemli bir kısmının “dinci terör” kurbanı olmadığını, derin devletin kurbanı olduğunu düşünüyorum ki bu yönde yazılmış onlarca haber, makale, kitap var. Aksini ispat edebilene de çok rastlamadık. Bahriye Üçok’un kendisine bomba eğitimi verildikten birkaç gün sonra evine gelen bombayı etkisiz hale getirmeye çalışırken hayatını kaybettiğini hatırlatmış olalım. Çok manidar bir tesadüftü.

BECERİKSİZ(!) ‘HAŞHAŞİLER’

Ben devletin ekseninin kaydığını, devletin ekseninin değiştirildiğini, bambaşka bir devlet haline geldiğini söylemiştim. Son cümle olarak bir fotoğraftan bahsetmek istiyorum. Erdoğan’ı Atatürk Havalimanına getiren pilotun ‘FETÖ’cü çıktığının haberini veren yandaş televizyonlardan alınan bir fotoğraf bu. Aslında senaryonun en zayıf noktalarından biri. Darbecilerin elinden Erdoğan bir uçak ile kaçıyor. Ama uçağı kullanan pilot darbecilikten tutuklanıyor. Hatta Erdoğan’ın uçağına havada korumalık yapan uçağın pilotu da tutuklandı. 

“Bu insanlar haşhaşi” diye başlangıçta söylüyorlardı. Haşhaşiler biliyorsunuz tarihteki en acımasız suikastçılardı. Yani öldürmesi gerekeni kendi canı pahasına öldürürdü. Yaşama ihtimallerini sıfırlayarak giden suikastçılardı Haşhaşiler. Bu adamlara haşhaşi diyorsunuz, adam uçağı kullanıyor. Hatırlıyorsanız böyle bir psikolojik sorunları olan bir pilotun karıştığı bir kaza vardı. Yanlış hatırlamıyorsam bir Hollanda uçağıydı. Adam kapıyı kilitliyor ve uçağı direk dağa sürüyor. Büyük riskleri göze alarak Erdoğan’ın uçağını sağ salim bir biçimde Atatürk Havalimanına indiriyor ertesi gün tutuklanıyor. Sadece bu fotoğraf bile 15 Temmuz dediğimiz senaryoyu boşluğa düşürmeye yeter.

15 TEMMUZ TEK BİR KİŞİYE YARAMADI…

Adem Yavuz Arslan: Pilotu, teknisyenleri, korumaları… Şimdi ben 15 Temmuz kime yaradı sorusunu, kimlere şeklinde değiştirerek kendimce cevaplayacağım. Çünkü tek bir kişiye yaramadı. Tabii ki en büyük kazananı Erdoğan. Gerçekten “Allah’ın lütfu” oldu Erdoğan için. Niye? Çünkü yolsuzluk soruşturmalarından yırttı, Suriye’deki silah ticareti baskısından kurtuldu. Uluslararası konjonktür de kendine yeni bir alan açtı. Bütün Türkiye’nin dengelerini değiştirdi. KHK ile sorgusuz bir rejim inşa etti. Tabii ki Erdoğan en büyük kazanan. Ama tek kazanan değil. Bunun başka kazananları da var. Kimler? Mesela ulusalcılar. Onlar özellikle yargıyı ve bürokrasiyi ele geçirmek için ciddi anlamda bir çaba içerisindeydi. Hatırlarsınız eski Balyoz-Ergenekon sanıklarının hepsi çıkartıldı ve tekrar üst düzey görevlere getirildi. Hatta 15 Temmuz’da da çok aktif rol aldılar bu insanlar. Orada ciddi anlamda bir kazanım elde ettiler. MHP’liler, ülkücüler… Özellikle emniyet bürokrasisinde, işkence yapan kadroların tamamı hayatlarında göremeyecekleri, tahmin edemeyecekleri pozisyona geldiler.

Düşünün, şu anki İstanbul Emniyet Müdürü, Mehmet Ağar ekibinden, işkenceciliği ile bilinen bir insan. Eski devleti temsil eden, işkence ve kötü muamele yapan, yolsuzluk rüşvet işlerine bulaşmış insanlar… Son birkaç hafta içerisinde emniyet arabası ile kaçırılan ya da TSK mensuplarınca kaçırılan uyuşturucular hakkında bir sürü haber çıktı. Onlar bunu kazandı. 

Diğer cemaatler tahmin edemeyecekleri maddi menfaatlere kavuştular. İnanılmaz derecede ihya edildiler Erdoğan tarafından. Sadece kendi yapılanmaları değil. Hiç bahsetmedik ama 15 Temmuz’a giden süreçte özellikle Kurdoğlu Cemaati mensuplarının çok ciddi rolleri oldu TSK’da. Fişlemelere çok ciddi katkı sağladılar. 

Dediğim gibi ülkücüler bürokraside çok ciddi alan elde ettiler. Kendini liberal demokrat ya da Batıcı sayan bazı tipler yine buradan kazanım elde ettiler. Erdoğan dışında, o bildiğimiz eski devletin unsurları ihya oldu. Bu dönemde onları da hatırlatmakta fayda var. En son söz olarak da şunu söyleyeyim: Bu kumpası, bu devlet terörünü işleyenler hesabını verinceye kadar son sözümüz bitmeyecek. Bunun arkasını devam ettireceğiz. 15 Temmuz aydınlatılmadan Türkiye yıkımdan kurtulamaz. Türkiye yıkıma gidiyor ve bunu ancak 15 Temmuz aydınlatılıp bu bozulan düzen yerine geri getirilirse kurtuluş mümkün. Aksi halde Türkiye diye bir devletin ayakta kalmasına ben çok ihtimal vermiyorum.

DEVLETİN BİR KUTSALI OLMADIĞINI GÖRDÜM

Tarık Toros: Belki de 15 Temmuz sonrası yaşananlar şunu gösterdi: Devlet kelimesinin önünde derin kelimesi kullanılırdı eskiden. Devletin bizatihi derin olduğu ortaya çıktı bu süreçte. Böyle bir zaman yaşıyoruz. Kendi adıma şunu söyleyeyim: Devletin herhangi bir kutsalı olmadığını gördüm. Somut bir geçmiş ve somut bir gelecek hedefi olmadığını da gördüm. Maalesef dayandığı yasal ve kamusal düzen de yok. Maalesef şu anda Türkiye’de hüküm süren fena halde kaotik bir ortam var. Geriye doğru birkaç asırlık perspektif ile bakmadan anlamak ve anlatmak çok zor. Hepimizin bildiği hadiseler var. Mesela Mehmet Ağar, Uğur Mumcu suikastından sonra Güldal Mumcu ile görüşürken, “Bir tuğla çekersem duvar yıkılır” demişti. Çok üzerinde durulmadı. Yani duvar neydi? Duvar devletti. Mehmet Ağar’ın söylediği oydu. 

Karagümrük çetesi lideri Nuri Ergin cezaevi isyanında “Bu devlet bana Mustafa Duyar’ı öldürttü, Veli Abi’ye sorun,” demişti. Veli Küçük’ten bahsediyor. Mustafa Duyar kim? Sabancı suikastını yapan kişi. Yine ilk bölümde değinmiştik. “6-7 Eylül 1955 olayı bir Özel Harp işidir. Muhteşem bir örgütlenmeydi.” Bunu diyen Sabri Yirmibeşoğlu, emekli bir orgeneral. Amacına da ulaştı, diyor. Yani devlet yapmış. Hatta o arada diyor ki devamında: “Özel Harp’te bir kural vardır. Halkın mukavemetini artırmak için düşman yapmış gibi bazı değerlere sabotajda bulunulur. Mesela cami yakılır. Kıbrıs’ta cami yaktık mesela.” 

Sabri Yirmibeşoğlu’nun bahsettiği Özel Harp Dairesi, Bülent Ecevit’e suikast düzenledi. Ecevit bu işi takip edince kontrgerilla gerçeğiyle yüzleşti. Hatta kontrgerillanın varlığını da, kendisinden ödenek istendiğinde fark ediyor. Çünkü o güne kadar ödeneği CIA’den veya Amerika’dan alıyorlar. Ödenek kesilince Ecevit’e geliyorlar. Ecevit de böyle bir oluşumun farkına o zaman varıyor. Kendi suikastının izini sürerken de aynı yere gidiyor.

Turgut Özal kurşunlandı bu ülkede, başbakandı. 1988 yılıydı, en güçlü olduğu dönemdi. Tetikçinin de Özel Harp’in kampında yetiştiği sonradan ortaya çıktı. Birkaç sene sonra da serbest kaldı. Başbakanı öldürme kastı ile hareket eden kişi, uzun süre hapis yatırmadılar. Bu devletin genlerinde genetiğinde var bu türlü operasyonlar. 

HENÜZ FİNALİ BİLMİYORUZ

15 Temmuz kime yaradı? Zararını kim gördü? İki konuya ayırmak gerekiyor. Meseleyi ahiret ekseninde analiz edemeyiz, biz gazeteciyiz. Yani bir takım ölenlerin veya bir takım yaralananların veya mağdur olanların ahireti kurtuldu ya da ahirette bunun mükâfatını görecekler konusu bizim alanımıza girmiyor. Kim kazandı, kim kaybetti sorusuna bakarken, Adem Yavuz Bey dedi ya, “daha son sözümüzü söylemedik”. Son analizimizi yapmadık. Oradan hareketle söyleyeyim. Film bitmedi. Daha biz filmin ortasındayız. Final sahnesini bilmiyoruz. Yani bu final sahnesini gördükten sonra ne diyeceğiz? Bu yaşananlar iyi ki yaşandı mı diyeceğiz? Bu yaşananlar hiç yaşanmasaydı mı diyeceğiz? Kazananlarla kaybedenleri değiştirecek miyiz? Finali görmedik daha, bilmiyoruz. Bu sebeple biz, eğer bir maç oynanıyorsa, şu anki dakika ve skora bakarak bir şeyler söylüyoruz. En başta da ölümler var.

Bir yanda darbe gecesi ölenler var. Öte yanda tutuklanıp cezaevine gönderilen, burada işkenceye bağlı nedenlerle ölenler oldu. Hâlâ insanlar hayatını kaybetmeye devam ediyor. O ilk sayıyı çoktan geçti. On binlerce insan içeride. Bir yönü ile Cemaat, Türkiye’deki organizasyonu itibariyle bitirilmiş, faaliyetlerine tümüyle son verilmiş görünüyor. Ve yarın bir gün kolay kolay kafayı kaldırabilecek gibi durmuyor. 

“Flightplan” diye bir film var, Jodie Foster’ın oynadığı. O filme bakın lütfen. O film boyunca bir olağan şüpheli var uçakta. Arap kökenli, Müslüman kökenli birisi. İşte uçakta dua ediyor, namaz kılıyor vs. Bütün film boyunca şimşekler hep onun üzerinde. Seyirci algısı da onun üzerine odaklanıyor. İşte bu olağan şüpheli, bu yapmış olabilir diye düşündürüyor film. Sonra onun olmadığı ortaya çıkıyor. Ama filmden sonra Jodie Foster bütün yolcular ile selamlaşırken ona yine de bir mesafe koyuyor. Sen masum olabilirsin ama benim gözümde hâlâ olağan bir şüphelisin.

Bütün bu olaylar olduktan bittikten sonra, anlatılan hikâyenin efsane olduğu, anlatılan hikâyenin uydurma, üretme olduğu ortaya çıktıktan sonra şahsi kanaatim o ki, Cemaat ve mensuplarının Türkiye’de yine de böyle bir algısı olacak gibi. Yani tamam siz yapmadınız ama fazla da görüşmeyelim…

‘KAÇAK’ FİLMİNDEKİ GİBİ…

“Kaçak” filmi vardır. Harrison Ford’un oynadığı bir film. O film de karısını öldürmek ile suçlanan bir adamın hem polisten kaçışını, hem de gerçek katili arayışını anlatır. Fakat öyle de bir talihsiz durumda ki, bütün deliller aleyhinde. Bir numaralı katil profili esasen adam. Ondan dolayı da polis peşinde zaten. Medya katil olduğuna inanıyor. Polisler bu işi kapatmak ve paçayı kurtarmak için onu suçluyor. O da biliyor ki kaçması lazım ve gerçek katili bulması lazım. Ama katili bulmadan da kaçak hayatı bitmeyecek. Polisin eline geçerse de gerçek katili hiç bulamayacak. Aklıma hep bu geliyor. Bu açıdan ben belki de Cemaat’in veya bu konuda haksızlığa uğradığını düşünen insanların, ve elbette gazetecilerin görevi bu işi aydınlatmak, bu işin üzerine gitmek, tıpkı o “Kaçak” filmindeki gibi her şey aleyhte bile görülse gerçek faili bulup kamuoyuna bunu göstermek. Bir kenarda kendi halde durup da ne olursa olsun beni ilgilendirmiyor demek değil. 

Biz de bir anlamda oradan hareket ile 15 Temmuz Konuşmalarında bunu yapmaya çalıştık. Tüm boyutları ile ele almaya çalıştık. Ama bir belgesel değil elbette. Döneme mercek tutan, dönemi duymadığınız işitmediğiniz boyutları ile ele almaya çalışan, belli bir sistematik dahilinde öncesi ve sonrası itibariyle ele alan bir program yapmaya çalıştık.

15 TEMMUZ’U GÖRÜNCE İLK AKLIMA GELEN

Bülent Korucu: Ben de bir filmden bahsederek kapatayım konuşmamı. 2007 yapımı “Sniper” diye bir film var. İzlediniz mi bilmiyorum, bulup izlemenizi tavsiye ederim. Filmin konusu, emekli bir Amerikan askeri hakkında. Sniper, yani keskin nişancı… Amerikan başkanının hayatı tehlikede diye geliyorlar. Keskin nişancı ateşi ile öldürülecek. Ama nereden, nasıl yapılacağını bilemiyoruz. Sen bu işin en tecrübeli adamısın, bize yardımcı olur musun? Amerikan başkanını korumamız için. Sen keskin nişancı olsaydın, nereden ateş ederdin? Nasıl yapardın? Buna dair bize bir fikir ver ki, ona göre biz de tedbirimizi alalım.

Gerçekten geliyor, başkanın konuşma yapacağı meydanda ölçümler yapıyor, rüzgâra bakıyor. Mesafeye bakıyor ve raporluyor. Beklenen suikast gerçekleşiyor ve 5 dakika içerisinde bütün fotoğrafları ve görüntüleri medyada yer alıyor. İşte suikastçi eski bir asker, keskin nişancı. Emniyet birimleri kendisinin ölçüm yaparken, mesafe ve rüzgâr ölçerken, meydanda keşif yaparken görüntülerini bütün medyaya veriyorlar. O da “Kaçak” filminde olduğu gibi kaçıyor. Bir taraftan da suçsuzluğunu ispat etmeye çalışıyor. Ben 15 Temmuz’u gördüğüm zaman ilk önce aklıma o film geldi. Gerçekten birileri, suçlamak istedikleri kişiler kimler ise onlara dair bir senaryo hazırlamışlar. Senaryoya göre, onlara göre bir kısım rollerde oynatmışlar. Sonra birkaç dakika içerisinde birçok haber, birçok fotoğraf medyada yer almış.

Adem Bey sözümüz bitmedi, bitmeyecek dedi. Tabii ki biz gazeteci olarak konuşmaya, irdelemeye ve peşinden gitmeye devam edeceğiz. Ama benim bir temennim var. İnşallah önümüzdeki sene 15 Temmuz yayını yapmak zorunda kalmayız, bize ihtiyaç kalmaz.

EĞER GAZETECİLER ÖZGÜRCE ÇALIŞABİLSE…

Adem Yavuz Arslan: Herkes film tavsiye ediyor. Ben de geleneği bozmayayım. “The Post” ve “Spotlight” filmlerini izlesinler, izlemedilerse seyircilerimiz. Neden bunları söylüyorum? Çünkü gerçek gazeteciler olduğu zaman hiçbir suç, hiçbir illegal hareket gizli kapaklı kalamaz. Gazeteciler bu kadar hayati öneme sahip. “The Post” filmini biliyorsunuz. Vietnam Savaşı sırasında tarihin akışını değiştiren olayın, gerçek hikâyesi. “Spotlight” filminde de çok önemli bir haberin, çok başarılı bir şekilde gazetecilerin ısrarlı iz sürmesi ile nasıl sonuçlandığını izliyoruz. Gazetecilerin alması gereken tavırları göstermesi açısından, hayati öneme sahip bir film. Bunu neden söylüyorum? 15 Temmuz gibi hadiseler, eğer gazeteciler serbest olsa, baskı yapılmasa, 4. yılına kalmaz, çoktan aydınlanırdı. Ama medyayı susturmak bu kadar hayati öneme sahip.

İkinci boyutu, muhalefet maalesef. Muhalefetin olmadığı bir ülkede de gerçekleri aydınlatmak o kadar kolay olmuyor. Notlarım arasına almıştım. Burada unuttuğum notlardan bir tanesi de o 15 Temmuz ile ilgili. Kemal Kılıçdaroğlu, Habertürk ekranına çıkmış, demişti ki “Bana İlker Başbuğ getirdi. Bütün Türkiye genelinde binlerce insan fişlenmiş, köy köy. 10 yıl öncesine dayanan fişlemeler vardı.” Bu çok önemli bir itiraftı. Yani İlker Başbuğ bu fişleme listelerini sana nasıl getirdi? Siz bir muhalefet partisi lideri olarak nasıl aldınız? “Nasıl olur da böyle fişlemeler yapılır? Devlet kendi vatandaşına bunu nasıl yapar?” diye neden sormadınız?

İşte medya olmadığı zaman, muhalefet olmadığı zaman, diktatörler, tiranlar daha da güç kazanıyorlar. Bugün 15 Temmuz vesilesiyle muhalefetin açıklamalarına baktım yayına girmeden önce. Hepsi Erdoğan’ın ağzıyla konuşuyor. Yani faşizm ile mücadele, iktidarın söylemleriyle edilmez. Bunu da hatırlatmış olarak bitireyim.

BİRÇOK GAZETECİNİN EMEĞİNİ YANSITTIK

Levent Kenez: Ben bir film önermeyeceğim ama filmin sonunu söyleyeceğim izin verirseniz. Öncelikle herkese çok teşekkür ediyorum. Çok şey öğrendiğim bir programdı. Çok tatsız konulardı ama çok güzel, keyifli bir şekilde yürüdü. Sizleri özleyeceğim. 

Kendimizin edindiği bilgiler de vardı ama birçok gazetecinin emeğini de yansıttık. 15 Temmuz’un aydınlanması için çalışma yapan bütün meslektaşlara, eski askerlere, avukatlara herkese çok teşekkür ediyorum. Mağdurlar adına çok büyük bir işti. İsim isim söylemek istemiyorum çünkü başlarına bir şey geliyor. 

Benim temennim, 15 Temmuz’dan dolayı haksız yere hapiste olan insanların bir an önce özgürlüğüne kavuşması. Bu temenni ile bitirmek istiyorum. “Bu içinde bulunduğumuz dizi, film nasıl bitecek bilmiyoruz,” demiştik. Benim şahsi tahminim; bu iş Saray’da selfie ile bitecek. Saray’ın basıldığı, hani o bütün diktatörlerde olduğu gibi, insanların Saray’a, odalara girdiği, gezdiği, selfie çektiği bir sahneyle… Filmin sonu Saray’da selfie olacak. Daha ilk darbe akşamı, Meydan gazetesinde “Bir garip darbe girişimi” diye bir başlık atmıştık. Biz bile gazeteci aklımız ile o gece bunun bir darbe olamayacağını anlamıştık. Zaten 6-7 programdır da konuşuyoruz. “Bir garip darbe girişimi” başlığı da bize hatıra kaldı.

Tarık Toros: Ahmet Hamdi Tanpınar’ın, “Mahur Beste” romanından bir dizeyi okuyarak kapatacağım.

“Cahilsin okur öğrenirsin,

Gerisin ilerlersin,

Adam yok yetiştirirsin,

Paran yok kazanırsın,

Her şeyin bir çaresi vardır,

Fakat insan bozuldu mu, bunun çaresi yoktur…”

Böyle diyor Ahmet Hamdi Tanpınar, “Mahur Beste” romanında. 15 Temmuz Konuşmalarına katıldığınız, bizimle beraber olduğunuz için yürekten teşekkür ediyoruz. Bir başka fasılda, bir başka vesileyle buluşmak umuduyla. Hoşça kalın.

Diğer bölümler

Bölüm-1 15 Temmuz: Dört dörtlük bir tuzak [9 Temmuz 2020]

Bölüm-2 ”Darbe” Günü [10 Temmuz 2020]

Bölüm-3 Boğaz Köprüsü’nü kapatarak darbe mi olur? [11 Temmuz 2020]

Bölüm-4 Kumpasın üssü: Marmaris [12 Temmuz 2020]

Bölüm-5 Donanma’nın merkezinde neler oldu? [13 Temmuz 2020]

Bölüm-6 15 Temmuz’un aktörleri [14 Temmuz 2020]

Bölüm-7 15 Temmuz kime yaradı? [15 Temmuz 2020]

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin