T Tipi’nde yaşam: Bir ‘insanlar’ yazısı

OKUR GÖRÜŞÜ | ALİ YILDIZ

İzmir Şakran Cezaevi’nde yaklaşık 1 yıl kaldım. Bu süre zarfında bırakın mahkemeye çıkmayı hakkımda iddianame dahi hazırlanmadı. Bir gece yarısı (şaka değil saat 23:50’de) mazgal açıldı ve gardiyan “sana ayrılan sürenin sonuna geldik” dedi. OHAL’in kalkmasıyla birlikte gardiyanlar bizimle “insan gibi” ilişkiler kurmaya başlamıştı ama gece yarısına az bir zaman kala yapılan bu şakaya başta ben ve koğuş arkadaşlarım inanamadık.

Yazdığım onlarca tutukluluğa itiraz, onlarca cezaevi şartlarına itiraz, Anayasa Mahkemesi başvurusu vs. içeren toplamda yüzlerce dilekçeden sonra sürpriz olmuştu. Nasıl olduysa bir tutukluluğa itiraz dilekçemi gıyabımda karara bağlayan sulh hakimi bu kez itirazımı kabul etmişti. Gece yarısı ne yaparım, kimi ararım diye düşünmeden o kapıdan kendimi dışarıya attım. Saat gecenin 01:30’u…

Hani erkekler için askerlik anıları başkadır ya; cezaevi anılarının yanından bile geçemez. Çünkü o kadar dar bir alanda o kadar çok şey yaşıyorsunuz ve o kadar kalabalık bir ortamda yaşamaya çalışıyorsunuz ki, akıl havsala almaz gerçekten. Yaşıyorsunuz, çünkü yaşamak zorundasınız. Yaşamak denmez belki ama nefes almayı sürdürmek ve en azından vücudunuza ait motor fonksiyonların çalışır düzeyde kalmasını sağlamak zorundasınız.

Evet, anlatılacak çok şey var belki ama bugün bu satırları yazıyor olma sebebim annesi ve babası tutuklu 6 yaşındaki minik Berat’ın cezaevini kendi gözleriyle anlatan çizimlerini görmemle birlikte gözlerimin dolması ve unutulması asla mümkün olmayan anılarımın canlanmasıdır.

Ben çıkarken içeride bıraktığım ve çok sevdiğim bir kardeşimin T Tipi yaşamı betimlediği çizimler üzerinden biraz cezaevindeki yaşamı, daha doğrusu masum insanların hapsedilmesinin bu insanlar üzerindeki etkisini günlük yaşamları üzerinden anlatmaya çalışacağım.

Bu resimlerin biri üst katı, biri de alt katı ve “havalandırma” adı verilen beton bahçeyi anlatıyor. Müsaadenizle alt kattan başlayacağım. Ancak ufak da olsa T Tipi ile tanışma hikâyemi de aktarmak istiyorum.

Bir kış günü sabah namazı vakti, evim basılmak suretiyle gözaltına alındım. Arama iznini incelememe ve okumama müsaade edilmedi. Önce rutin sağlık kontrolünden geçirildim ve ilçe karakolunun nezarethanesine konuldum. Burada diyabet hastası olduğumu söylememe rağmen akşam 17:00 civarına kadar ne su ne de yiyecek hiç bir şey verilmedi. Kendi paramızla dahi alışveriş yapmamıza ya da yakınlarımızın bir şey göndermesine müsaade edilmedi. 18:00 civarı Bozyaka TEM 5. Kat’a sevk edildik. Yaklaşık 12 gün burada kalacaktık ki buradaki 12 gün yaklaşık 1 yıllık hapis hayatından daha zor ve daha çileli geçti. Tıraş olmamıza, tırnaklarımızı kesmemize, sigara içenlerin sigara içmesine, birçok temel ihtiyacımızı karşılamamıza (çay yahu, çay içemedik 12 gün) müsaade edilmedi.

Benim savcılık ifadem alınmadı. Daha doğrusu gözaltına alındığımız ve aynı dosyada olduğumuzu Bozyaka TEM’de öğrendiğimiz yaklaşık 50 kişinin birkaçı hariç kimsenin savcılık ifadesi alınmadı. Arada hangi kurumdan geldiğini bilmediğimiz ve kamerasız odalarda garip tiplerce sorgulanan ve “etkin pişmanlıktan yararlanması” için baskı yapılan birkaç kişiden başka hiç kimse savcılık tarafından sorgulanmadı.

SEN ANLAT, NEDEN BURADA OLABİLİRSİN?

Emniyette yapılan sorgum da çok ilginçti. Bilirsiniz; eğer hakkınızda bir iddia varsa, teknik takip, doküman evrak vs. bulunuyorsa emniyet sorgucusu bunları önünüze koyar ve “içerikleri hakkında” size sorular sorar. Nitekim beraber gözaltına alındığımız kişilerin bir kısmına bu yapıldığı halde bana “hakkında güçlü deliller ve güçlü suç şüphesi var, ancak dosyanda gizlilik kararı olduğu için bunları sana gösteremeyiz, sen anlat neden burada olabilirsin?” gibi ucube sorular yönelttiler.

Sonunda sulh ceza hakiminin karşısına çıktık. Beraber gözaltına alındığımız kişilerden daha önce etkin pişmanlıktan yararlanarak tahliye edilen bir kişi ve eşi tutuklu bulunan bir kadın hariç herkes tutuklandı. Hakimin karar vermesi kişi başına ortalama 3 dakika sürüyordu. İçeride hâkimin kulağına bir şeyler fısıldayan hangi kurumdan olduğu belli olmayan (aslında belli olan, kesinlikle emniyetten değil!) kişiler vardı. Mübaşirinizin, sizi içeri çağıranın TEM’ci bir polis olduğunu, içeride yaklaşık 8-10 kişilik bir az önce bahsettiğim kirli sakallı, elinde telefon, tablet, bir yerlerden talimat alan veya veren kişilerin olduğu bir ortamı hayal edin. Biz Bozyaka TEM’den sabah 07:00 civarı Adliyeye sevk edildik ama saat 19:00’a kadar adliye nezaretinde hiçbir şey yapmadan bekletildik. 21:00 civarı başlayan duruşmalarımız da gece 01:00 civarı bitti.

Tutuklama işlemleri, polis otobüslerine karga tulumba bindirilişimiz, hastanede rutin kontrol vs. derken şehrin öbür ucundaki Şakran Cezaevine girdiğimizde öyle sanıyorum saat sabaha karşı 04:30 civarıydı. Yaklaşık 2-3 saat süren giriş işlemlerinden sonra hepimizi “geçici” adı verilen toplu bir koğuşa doldurdular ve kapıyı kapatıp gittiler. İkişer üçer kişi dönüşümlü yatarak veya yerde uzanarak dinlenmeye çalıştık ve inanın nezaret koşullarına göre çok rahat ettik. Cuma gecesini Cumartesi gecesine bağlayan gece işlemlerimiz yapıldığı ve geçici koğuşa yerleştirildiğimiz için Pazartesi sabahına kadar geçici koğuşta kaldık.

Ertesi gün idare tarafından eğer işbirliği yaparsak, şartlarımızın iyileştirilebileceğini bildirir sözlü bir beyanla “etkin pişmanlık formları” dağıtıldı. Matbu ve hazır bu formlara adınızı soyadınızı yazıp imzalamanız yeterli olacaktı. Olmayan bir terör eyleminden, işlemediğimiz suçlardan “pişman olmamız” istendi.

Pazartesi günü öğle saatlerine yaklaşırken müdürün karşısına çıkarıldık ve bize “dosyamızda ne olduğu” ve “pişman olup olmadığımız” soruldu. Dosyamın olmadığını veya varsa bile içinde ne olduğunu bilmediğimi, bilmediğim bir şeyden pişman olamayacağımı söyleyince sonradan müdür olduğunu öğrendiğim kişi kafasını sallayarak koğuş numaramı söyledi. Hemen hemen hepimizi ayrı ayrı koğuşlara dağıttılar.

Ve koğuş… 

Demir kapı açıldı, içeride onlarca kişi var. Abartmıyorum benimle 25 oldu koğuşun mevcudu. Euro standartlarına göre 8 kişilik inşa edilen daha sonra tadilatlarla 12 veya 14 kişilik hale getirilen (tadilattan kastım ranza eklemek, yoksa 1 tuvalet ve 1 banyo var) koğuşlar bunlar. Yaklaşık 15-20 m2’lik bir alanda yemek yeniyor, bulaşıklar yıkanıyor, TV izleniyor ve hayat devam ettirilmeye çalışılıyordu.

Şansıma havalandırmanın açık olduğu saate denk geldiğimden arkadaşlar tarafından dışarı davet edildim ve acil neye ihtiyacım olduğu sorulduğunda “çay” dedim. “Ne olursunuz sürahiyle mi veriyorsunuz, en büyük bardakla mı, bir çay istiyorum” dedim. Günlerden pazartesi olduğu için arkadaşların hepsi Pazartesi orucu tutuyorlarmış. Ben diyabetten dolayı niyetli değilim, niyetli olsam da çayı bulduğumda bozardım sanırım. Kaza tutmayı göze alırdım yani o derece “çaysadım”.

İNSANLAR… HER YERDE İNSANLAR…

Havalandırma yaklaşık 25 m2 bir alandan oluşuyor. Bir köşede haftalık olarak verilen damacana su bidonları, bir tarafta kuruması için asılmış çamaşırlar ki hiçbir zaman o çamaşır ipleri yeterli gelmezdi. “Volta” atan insanlar, ve volta atmayı öğrenmeye çalışan insanlar ve tabii ki zeytin çekirdeğinden tespih yapmak için zeytin çekirdeklerini duvarlara sürtenler ya da tırnak makasıyla çekirdekleri yontmaya, şekil vermeye çalışan insanlar.

“Seni yerleştirelim” dediler. Merdivenlerden üst kata çıktık. Bir noktadan sonra “buradan sonra ayakkabısız çıkacağız” dediler. O nasıl bir mutluluk biliyor musunuz? Günlerdir ayağınıza yapışan ayakkabıdan kurtulup ayağınızı temiz bir yerlere basıyor olmak nasıl bir saadet, düşünebiliyor musunuz?

Başımı koyacak bir yastık bir de battaniye ayarlandı hemen. Üst katta yerde pencerelerin önünde “bir yerlere” kıvrılıp yattım. Yattım da kardeşim yatırmıyorlar ki bu adamlar; birkaç saat sonra “teheccüt vakti” dediler, sabah namazına ve tesbihata bağlandı. Kuran, tefsir, risale, kahvaltı filan derken saat 8 civarı oldu. Ve anons; “tüm koğuşların dikkatine, sayım için yerlerinizi alın!”

Sayım, ölüm döşeğinde değilse herkesin, gardiyanların karşısına ayağa kalkarak dizildiğiniz durumun adı. Şöyle bir görüntü hayal edin burada; kapılar kapalı ve metrekareye bir kişiden fazla insan düşüyor.

“İnsanlar” her yerde. Havalandırma kapısının açılmasıyla nispeten oluşan bir rahatlık, bahçede volta atan, kısa koşular yapan, 5 litrelik su damacanaları ile ağırlık çalışan, yere serdiği örtüde mekik çeken, şınav çeken, başka bir köşede masayı dışarı çıkarmış kahvaltı eden “insanlar”. Bu sırada koğuşun rahatlaması ile yukarı çıkan ve aşağıda ses olmasına rağmen uyumaya çalışanlar olduğunu da belirtmek lazım…

Havalandırmanın üstüne bazı rivayetlere göre helikopterle kaçırılabileceğimiz, idarenin söylediğine göre güvenliğimiz, bize göre işkence olsun diye önce daha geniş bukleli fens teli sonra da daha ince bukleli ve neredeyse gökyüzünü göremediğimiz fens teli çekilmiş. Öyle ki bazen yukarıdan bir nesne geçse uçak mı kuş mu olduğunu tartışırdık.

Pazartesi-Perşembe değilse öğle yemeği, öğle namazı, tesbihat, risale sonrası bizim koğuşta önce Arapça, ikindiden sonra da İngilizce ve İspanyolca dersleri yapılırdı. Koğuşumuzda zaman zaman sayıları değişmekle birlikte 3 komiser, 3 kurmay yarbay, 1 üsteğmen, 1 teğmen, 1 müsteşar, 2 öğretmen vardı. Akşam yemeği sonrasında kapı kapanmadıysa “insanlar” biraz daha temiz hava alabilmek amacıyla bir tur daha spor yapar, volta atar veya sadece “dışarıda” otururdu. Akşam namazı, yatsı namazı ve tesbihatları sırasında arada akşam sayımını da atlatmış olurduk.

Hafta sonu akşamları değişmez tek eğlencemiz maç izlemek, hafta içi akşamları da kitap okumak (sosyal kitap veya kırmızı kitap) veya bazı arkadaşlar için dizi seyretmek oluyordu. Bazı arkadaşların da o kalabalıkta “çok tercih etmesek de” akşam da içeride spor yapmaya devam ettiğini; şınav, barfiks ve mekik çalıştığını söylemem gerekiyor. Zaten merdivenlerden çıkınca hemen karşıya gelen pencere yaz-kış hiç kapanmazdı ve açık dururdu. Tüm pencereleri kapattığınız durumda içeride nefes alan ve yaşayan 25 kişinin ürettiği karbondioksit ve vücut kokuları ciddi manada sorun teşkil ediyor, dahası biri hastalandığında havalandırma olmaması herkesin hastalanmasına sebep oluyordu.

Üst kattaki dört pencereden merdivene göre üçüncü olan pencere ezan penceresiydi. Bulunduğum iki koğuşta da ezan bu pencereden okundu hep. Ortada olması sebebiyle hem güzel ses dağılıyordu hem de ezanı okuyan kişi rahat bir şekilde ezanı okuyabiliyordu.

Ve eşyalar. O kadar insana ait eşyalar için koğuşta sadece 8 tane dolap bulunduğu için tüm dolapların üstleri, yatakların altları, sağımız-solumuz her yerimiz eşyalarla doluydu. Ki cezaevine istediğiniz kadar eşya sokamazsınız. Pantolon sayınız, gömlek sayınız, ayakkabılarınız her şey sayılıdır. Sadece iç çamaşırda sayı sınırı yoktur o da kantinde satılır ve dışarıdan getirmenize izin verilmez. Buna rağmen o kadar insanın dolaplara sığmayan eşyaları gerçekten ciddi bir sorun teşkil eder.

Bunların dışında tuvaleti veya banyoyu kullanma, çamaşır yıkama (bulunduğum cezaevinde merkezi yıkama sistemi olmadığından çamaşırlarımızı elde yıkardık) çamaşırı kurutma hep o insanlar için şartları zorlaştıran sorunlardı.

“–dı” diyorum ama benim için “–dı”. Maalesef orada, oralarda hala bu sorunlarla boğuşan on binlerce masum insan bulunuyor. Tuvaletle ilgili herhangi bir mahremiyetin, bir ses mahremiyetinin olmadığı, olamayacağı; tuvaletin ve banyonun kilitlenmesinin yasak olduğu, kapılarında kilit bulunmayan bir ortam hayal edin. Kazaları engellemek için kapının üç kere çalındığı, kapılarında mutlaka kuyruk bulunan lavaboları yetersiz, suları her hafta kesilen (bazen keseceğiz diye anons yapma nezaketi gösterirlerdi) ama boş 5 litrelik su bidonlarına su doldurup yedek kullanma suyu tutmanıza izin verilmeyen (boş damacanaları yakıp yangın çıkarabilirmişiz!) bir yaşam düşünün.

Hasta olduğunuzda değil revir gününde “doktorun canı isterse” revire çıkabildiğiniz, ihtiyacınız olduğunda değil kantin gününde “kantinde varsa” ihtiyaçlarınızı tedarik edebildiğiniz bir düzen tasavvur edin.

6 yaşındaki Berat bebek bunları görmüyor. Görse de anlamıyor. O annesini biliyor, babasının “kaldığı yeri” tanıyor. Söylenecek çok söz var, anlatılacak çok şey var. Hepsini olması gerektiği gibi kayıt altına aldık ve notlarımıza ekledik. Şimdilik elimizden duadan başka bir şey gelmiyor. Ne olur Allah’ım Berat gibi sabilerin yüzü suyu hürmetine bu zulümleri bitir ve bize tez zamanda çoluk çocuk, yaşlı-genç, erkek-kadın beratımızı nasip et.

Amin!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin