Mabede silah sokan altında kalır

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ

İbn-i Selûl dönmüştü dönmesine ama boş durmayacaktı. Gidilecek mesafenin uzunluğu ve Resûlullah’ın da (sallallahu aleyhi ve sellem) yokluğunu nazara alarak yeni bir adım attı.

Tabii ki bu adımında yalnız değildi; fetihten sonra tahtını Tâif’e kuran ancak Huneyn’in ardından burada da barınamayacağını anlayıp Suriye topraklarına kaçan kankası Ebû Âmir’den çok önemli bir mektup gelmişti.

Bu arada Suriye demek, Bizans demekti; zira o gün Suriye, Bizans’a bağlı bir eyalet mesabesindeydi.

Bilindiği üzere Ebû Âmir, aynı zamanda İbn-i Selûl ile yakın akraba idi. Yine hatırlanacağı üzere (Bkz. İki ekşi meyvenin tatlı semereleri) Uhud günü meleklerin yıkadığı Hazreti Hanzala’nın da (radıyallahu anh) babası oluyordu.

Ne var ki başından beri Mekke’ye çalışıyordu; Bedir’de de Uhud’da da onların safında yer almıştı. Zaaflarının altında ezilen İbn-i Selûl’e nazaran açık ve net bir kâfirdi.

Medîne’yi de kaynatmak istemiş, arkasına takarak Allah’a ve Resûlü’ne bayrak açmıştı ama tahribi hep sınırlı olmuştu.

Ancak durmuyordu.

Ardı arkası gelmeyen entrikalarından dolayı Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ona, “Ebû Âmir el-Fâsık” demeyi uygun bulmuştu.

Tahmin edileceği üzere Ebû Âmir’in mektubunu getiren Vedîa İbn-i Âmir’in ilk durağı, İbn-i Selûl oldu. Muhtevasını temasta olduğu münafıklarla pişirdiği anlaşılan ve zamanlaması da oldukça mânidar mektubunda, Medîne’de bir karargâh kurmalarını istiyordu. Ne var ki Ebû Âmir’e göre bu karargâh, mabed görünümlü olacaktı.

Anlamıyordu ve anlamaya da açık değildi; alnına altın kakmalı ‘mescid’ de yazsa, kullukla kurbet yerine içinde silah depolayıp fırıldak çeviriyorsan, orası mabed olmaz ki!

Mesajı da keskin ve netti; “Muhammed ve arkadaşlarını Medîne’den çıkaracağız!” diyordu. “Gücünüz yetebildiği kadar kuvvet ve silah hazırlayınız. Ben de Rûm hükümdarı Kayser’e gidip Rûmlardan asker getireceğim!”

Arayıp da bulamayacağı bir fırsattı bu, İbn-i Selûl’ün. Hayallerini süsleyen şehrin koltuğuna kurulma sevdasıyla kararan gözünü döndürecek kadar çarpıcıydı ve altın tepside geliyordu!

İbn-i Selûl’ü hareketlendiren söz konusu mektupta başka detaylar da vardı; itimat telkin edebilmek için ayrıca, Bizans’ın Suriye valisi ile görüştüğünü söylüyor ve adeta ‘son hamle’ diyerek bu seferki işin ciddiyetini nazara veriyordu.

Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) ve ashâbı Rûm diyarına sefere giderken Bizans’ı Medîne’ye akıtmak!

Müthiş plan!

Muhtemelen bu planı yaparken, kendisini kurnaz bilen Ebû Âmir de ayık değildi!

Planın makul olup olmaması önemli değildi; hedeflediği noktaya kendisini taşıyacak bir rüzgâr almıştı arkasına ve hiç vakit kaybetmedi, İbn-i Selûl.

Hemen bir arsa temin edildi ve ihtiyaç duyulan malzeme yığıldı; sıcakta yola çıkamayacaklarını beyan eden kaçkınlar, İbn-i Selûl’ün etrafında arı gibi çalışıyorlardı!

Ortada fiilî bir durum vardı ama İbn-i Selûl, bu plana yeni boyutlar kazandıracaktı; oldu-bittiye getirecek ve Allah düşmanlığında Resûlullah’ı da (sallallahu aleyhi ve sellem) arkasına almış gibi gösterecekti!

Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), Tebûk’e hareket etmek üzere Zû Evân denilen bölgede bulunuyordu ve yanına beş kişilik bir hey’et geldi; “Yâ Resûlallah!” diyorlardı. “Yağmurlu ve kış gecelerinde, hasta ve ihtiyaç sahibi olanların da namaz kılabilmeleri için bir mescid yaptık. Bildiğin gibi sel geldiği zaman vâdi ile aramızı kesip Kuba mescidine ulaşmamıza mâni oluyor. Bu durumda namazımızı kendi mescidimizde, sel çekilince de onlarla birlikte kılmayı düşünüyoruz. Senin de gelip mescidimizde bize namaz kıldırmanı arzu ediyoruz!”

Nasıl plan?

En hassas en duyarlı olduğu konuyu bayrak yapıp Resûlullah’ı (sallallahu aleyhi ve sellem), gözünün nuru namazla aldatmak!

Nasıl bir zaaf ki kulluğun merkezi bir mabedi silah deposuna çevirebiliyor veya başka bir ifadeyle yan yana gelmesi imkânsız iki uç noktayı aynı yerde birleştirip hayat üflemekle memur imamı bile seri kâtil haline getirebiliyor!

Mescid yapmışlar!

Kimin haberi var?

Ne önemi var ki!

Adamların gelişi, gelenlerin kimliği, muhtevayı arz ederken kullandıkları dil ve bedenlerine yansıyan tavırlarından dökülenlerden gerçek niyetlerini okuyan ancak bunu yüzlerine vurmak istemeyen Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem), “Ben şimdi sefere çıkmak üzereyim ve meşgulüm; Allah izin verirse seferden dönüşte bakarız, inşâallah!” buyurdu ve yola koyuldu.

İbn-i Selûl ve ekibi, âdeta zil takmış oynuyordu!

İnsan bu; odaklandığı noktayı görmek istiyor, ayrıntıyı kaçırıyordu!

Halbuki Fahr-i Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem), kayıtlı konuşmuş, dönüşte meseleyi değerlendireceğini ifade etmiş ve Allah izin verirse gidebileceğini söylemişti. Üstelik bunu, üzerine basarak söylemişti.

Bu arada ashâbdan bazıları, namaza davet edildiği halde gitmeyen, hatta dönüşte de gitmeyi şartlara bağlayan Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) bu tercihine bir anlam verememiş, sonucun nasıl tecelli edeceğini merak eder olmuşlardı.

O gün, sel gibi bir orduyla Tebûk’e kadar gitti, Habîb-i Ekrem (sallallahu aleyhi ve sellem) ve burada günlerce bekledi.

Boş mu durdu?

Elbette, hayır. Uğradığı her kabile ile görüşerek irşâd ve tebliğde bulundu, anlaşmalar yaptı. Huzurun insibâğıyla tanışan kitleler, koşarak İslâm’a akın ettiler.

Ne Rûmları arkasına alarak Medîne’ye saldırmayı planlayan Ebû Âmir’den ne de Medîne’ye akın edeceği varsayılan görkemli Bizans ordusundan haber vardı!

Yirmi gün kadar burada bekledi, Fahr-i Âlem (sallallahu aleyhi ve sellem) ve nihayet Medîne’ye döndü.

Dönüş karargâhını da Zû Evân’a kurmuştu.

Hemen damladılar; bir taraftan mazeret döktürerek cemm-i gafîre gidemeyişlerine bahaneler üretirken diğer yandan da Tebûk’e giderken aldıkları (!) sözü hatırlatıp mescidlerinde namaz kılmaya davet ettiler!

Davet ettiler ama bunu yaparken, gözleri de fıldır fıldırdı; her hareketten pirelenen bu adamların kalpleri de korkudan tir tir titriyordu ama yine de bu cesareti göstermişlerdi.

Ne var ki korktukları başlarına geldi; vahiy meleği Cibrîl-i Emîn gelmiş ve semâ u arzın Emîni’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) ötelerden yeni mesajlar getirmişti; “Müminlere zarar vermek, küfür ve küfranı yaymak, müminlerin arasına ayrılık sokmak ve daha önce Allah ve Resûlü’ne savaş açmış adamı buyur etmek için, tuttular bir de mescid yaptılar!” diyordu.

Eğip bükmeye ihtiyaç bırakmayacak kadar net bir fotoğraftı, ortaya konulan.

Literatürdeki ifadesiyle, sebeb-i nüzulün husûsiyeti hükmün umûmiyetine mâni olmazdı; evet, evvel emirde Allah ve Resûlü’ne savaş açan adam, Ebû Âmir el-Fâsık’tı ama onun şahsında âyet, zaaflarından yakaladıkları İbn-i Selûlleri perdede oynatacak başka fasıkları da deşifre ediyordu!

Her şeye nigehbân olan Allah (celle celâlühû), maskelerinin arkasına sakladıkları gerçek yüzlerini ortaya döküvermişti; devamında şunları söylüyordu:

“Bütün bunlardan sonra onlar, ‘Bundan, iyilikten başka bir maksat gütmedik!’ diye yemin de edeceklerdir. Allah şahit ki bunlar kesinlikle yalancıdırlar!”

Öyle ya, yalan ve yemin, nifak için hava ve su gibiydi! Zaten Fahr-i Âlem de (sallallahu aleyhi ve sellem) onları tarif ederken, “Konuştuğunda yalan söyler!” buyurmamış mıydı!

Ardından gelen mesaj daha net ve daha keskindi; Efendiler Efendisi’ni (sallallahu aleyhi ve sellem) muhatap alıyordu:

“O Mescid-i Dırâr’da hiçbir zaman namaz kılma! Ta ilk günden, temeli takvâ üzere kurulan mescidde namaza durman daha münasiptir. Hem, orada, maddî ve manevî kirlerden arınmayı seven kimseler vardır. Allah da temizlenenleri sever!”

Tebûk’e giderken gelen böylesine hayırlı (!) bir davete neden hemen cevap vermediğine şahit olup da o gün sebebini anlayamayanlar, hatta biraz da taaccüb edenler için mesele şimdi aydın olmuştu; O (sallallahu aleyhi ve sellem), Resûlullah’tı ve attığı her adımda ayrı bir hikmet nümâyandı!

Dahası da vardı; devamındaki ifadeler, her akıl sahibinin makul göreceği bir realiteyi hatırlatır mahiyetteydi ve şöyle diyordu:

“Binasını, Allah’a karşı gelmekten sakınma ve O’nun rızasını kazanma temelleri üzerine kuran kimse mi hayırlıdır yoksa yapısını, yıkılmak üzere olan bir uçurum kenarına kurarak onunla beraber Cehennem ateşine yuvarlanan mı? Allah, zâlimler güruhunu hidâyet etmez, umduklarına eriştirmez!”

Mum tahtaya dayanmıştı; kazandığını zannettiği her hamlesiyle adım adım tükenişe sürüklenen İbn-i Selûl’ün işi bitikti! Yine boşluğa düşmüş ve hevesi bir kez daha kursağında düğümlenmişti!

Üstelik, âyetin ifadesiyle yok olup gidecekti ama yandaşlarıyla o gün inşa ettikleri içi silah dolu bina, içlerinde hep bir ukde olarak kalacaktı. Daha doğrusu, bir yafta olarak boynunda hep asılı kalacaktı!

Zira, Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem) emretmiş ve mabed görünümlü bu fitne yuvası, gecenin bir vakti kül olup tarihe karışıvermişti!

Sabahın aydınlığında şafağı atan İbn-i Selûl ve tayfası da anlamıştı ki Allah’ı ve Peygamberi’ni arkalarına alarak Allah (celle celâlühû) ve Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) açılan savaş kazanılamazdı!

Bir farkla ki hırs ve hevesleriyle birlikte ölüme yürürken attığı entrika dolu adımlarla bir realitenin daha gün yüzüne çıkmasına sebebiyet vermiş, Kıyâmet’e kadar her insanın kulağına küpe olacak bir tecrübe kazandırmıştı:

Ruhlara can vermek için inşâ edilen bir mabedi, üç günlük süflî hedeflerini gerçekleştirebilmek için can alıcı silahlara donatan, buna da Allah ve Resûlü’nü perde yaptığını sananlar, er ya da geç mutlaka bunun altında kalır!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin