‘Isırıcı saltanat’ ve Yezitler çağı

YORUM | VEYSEL AYHAN

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 12)

Adalet, kişisel ve toplumsal hemen her yerde karşımıza çıkar. Kökü itibariyle Kur’an terminolojisinde zulmün zıddı olarak her şeyi denge noktasında tutmak ve yerli yerine koymak anlamında kullanılır.

Adalet’in zıddı zulümdür. Kur’an zulümden o kadar sakındırır ki “zulüm” kelimesi Kur’an’da 289 yerde türevleriyle yer alır.

İnsanın yeryüzünde imtihan olduğu en önemli soru “adalet”tir. Ya âdil olursunuz veya zulmedersiniz. Ortası yok.

Bir insan; ailesine, eşine ve çocuklarına, çalışma arkadaşlarına varsa işçilerine âdil olmakla mükelleftir.

Devlette çalışmayan bir insanın adaletsizliği bu çerçeve ile sınırlı kalır.

Ama bu insan devlet yöneticisi, yargıç, vali veya kaymakam ise yaptığı adaletsizlik kitleleri etkiler.

Âdil yönetimin zorluğu ve değeri bir hadiste ifade edilir:

“Bir saat (veya bir gün) adaletle hükmetmek, bir sene veya altmış sene nafile ibadet’ten hayırlıdır.” 

Âdalet, denetimsiz olarak insan iradesine bırakıldığında devlet yönetiminde “âdil” olmak istisnai bir hal alır.

Aklımıza Hz. Ömer gibi müstesna insanlar gelir. Râşit halifeleri, Ömer b. Abdulaziz gibi insanları parantez dışına bıraktığınızda geri kalan devlet yöneticilerini “âdil” olarak vasıflandırmak zordur.

Bediüzzaman Hazretleri bu istisnailiği şöyle ifade eder:

“Hilâfet ve saltanata geçen, ya nebî gibi mâsum olmalı, veyahut Hulefâ-i Râşidîn ve Ömer ibn-i Abdülâziz-i Emevî ve Mehdî-i Abbâsî gibi harikulâde bir zühd-ü kalbi olmalı ki, aldanmasın.”

“Nebî gibi mâsum” olmak ve herkesin “aldanabileceği” çok önemli nitelemeler.

Üstad Hazretlerinin ifade ettiği gibi “Nebi gibi masum” olmak veya Hz. Ömer, Hz. Ebubekir olmak mümkün değildir.

Hz. Ömer, denetlenmek istiyordu. Hata ve yanlışlar yapacağı ön kabulüyle yaşıyordu, ki bu çok çok önemlidir. Bir hutbesinde cemaate, yaptığı yanlışlara nasıl tepki vereceklerini sorunca aldığı cevap şu olur: “Böyle bir şey yaparsan seni oku düzelttiğimiz gibi düzeltiriz.” Hz. Ömer, buna memnun olur: “İşte o zaman siz, bu toplumun gerçek temsilcileri olarak kalmaya devam edersiniz.”

Hz. Ebubekir, ilk halife olduğunda halkı toplamış şu meşhur hutbesini vermişti:

“Aranızda en hayırlınız olmadığım halde üzerinize yönetici oldum. Allah’a yemin olsun ki, bu makamı kendi isteğim ve rızam ile elde etmiş değilim. Hatta başkasının yerine geçmeyi de hiç bir zaman düşünmedim. Böyle bir makam için kalbimde herhangi bir istek uyanmadı. Bu vazifeyi gönülsüz kabul etmek zorunda kaldım. Bunu, hilafet meselesinde müslümanlar arasında ihtilaf çıkmasından ve Araplar arasında irtidad tehlikesinin meydana gelmesinden korktuğum için istemeyerek kabul ettim. Bu makamda benim için rahatlık yoktur. Aksine bu, benim üstümde bir yüktür ve Allah’ın yardımı olmasa, bende bu yükü taşıyacak kuvvet yoktur. Başka birisinin çıkıp bu görevi üstlenmesini çok isterdim. Şu anda dahi isterseniz, Rasulullah’ın sahabilerinden birini getirir ve bu makamı ona tevdi edebilirsiniz. Bana beyat etmiş olmanız, böyle bir işe engel değildir. Beni Rasulullah ile mukayeseye kalkışırsanız ve ondan beklediğinizi benden beklerseniz, kesinlikle yanılırsınız. Benim gücüm buna yetmez, çünkü o, şeytanın şerrinden vahiyle korunmuştu. Eğer doğru hareket edersem, bana yardım edin. Yanlış yaparsam, beni düzeltin. Şurası muhakkaktır ki, doğruluk bir emanet, yalan ise bu emanete hıyanettir. Aranızda zayıf olan, Allah’ın izniyle hakkını kendisine verene kadar, benim yanımda kuvvetlidir. Aranızda kuvvetli olan, Allah’ın izniyle zayıfın hakkını ondan alıncaya kadar, benim yanımda zayıftır. Allah’a ve resulüne itaat ettiğim sürece bana itaatle mükellefsiniz. Eğer bu yolu terk eder, sınırların dışına çıkarsam bana itaat etmek zorunda değilsiniz. Ben, ancak Allah ve Resulünün yolunun takipçisiyim”

Hz. Ebubekir kim olursa olsun adaletten taviz vermiyordu. Allah Rasulü’nden “Biz miras bırakmayız, bıraktığımız sadakadır.” (Buhârî) hadisini duymuştu. Resûl-i Ekrem’in vefatından sonra hanımlarının ve kızı Hz. Fâtıma’nın “Fedek arazisi” talebini bu hadise dayanarak reddetmişti.

“Gassan emiri Cebele Müslüman olduktan bir müddet sonra Kabe’de tavaf yaparken Fezare oğullarından sıradan bir adam kazara onun elbisesine basar ve elbisesi açılır. Bu olaya öfkelenen Cebele adama bir yumruk atar ve burnunu kırar. Arap ise olayı Hz. Ömer’e anlatır ve şikayetçi olur. Hz. Ömer Cebele’yi çağırtarak yumruk attığı kişiyle helalleşmesini ve anlaşmasını, aksi halde kısasa kısas olarak Arap’ın da kendisinin burnunu kırmaya hakkı olacağını söyler. Cebele, “Bu nasıl olur? Bu adam sıradan bir adam, ben ise bir beyim,” der. Hz. Ömer, “İslamiyet onunla seni eşit kıldı. Allah’a saygı, dindarlık ve dürüstlükten başka onun üstünde bir ayrıcalığın olamaz,” ceva­ bını verir. Bunu hazmedemeyen Cebele bir yolunu bulup, Arabistan’ı terk eder ve Roma İmparatorluğu’na sığınır.” (İslam Uygarlıkları Tarihi, Corci Zeydan)

ISIRICI SALTANAT

Hz. Bediüzzaman’ın ifade ettiği gibi bu insanlar istisnai şahsiyetlerdi. Sonrasının özeti ise şu hadislerde:

“Hilâfet benden sonra otuz sene sürecek, ondan sonra da saltanat şeklini alacaktır.” (Müsned, V, 220, 221)

“Bu iş nübüvvet ve rahmetle başladı, sonra rahmet ve hilâfet halini alacak, sonra ısırıcı saltanat şekline girecek, sonra da ceberût ve fesâd-ı ümmet azgınlık meydan alacak.” (Müsned, IV, 273)

Saltanatın “ısırıcı” hale geldiği dönemlerde adalet istisnai bir duruma geliyor. Bu devletlere “İslamî” sıfatı taktığınızda Müslümanlık bu adaletsizlikle lekelenir. Bu nedenle “İslam devleti” ve “İslam Cumhuriyeti” gibi isimlendirmeler İslam’a zulümdür.

Adalet; yönetenlerin şahsi kararlarına göre işlediğinde yönetenin şahsı “ana etken” olur. Öyle bir durumda Hz. Ömer’iniz yoksa adalet olmaz. Ama adalet sırtını kanunlara, yasalara, prensiplerle dayamışsa ve toplum bunu içselleştirmişse devlet sistemi tavizsiz bir şekilde işler ve orada adaletten söz edilebilir. Bunda insan faktörü ortaya çıkıyor. Eğer insanlar kanunlara yasalara ve toplum düzenini tesis eden kurallara riayet etme ahlakına ve kültürüne sahipse o toplumda “Hz. Ömer’leri gerektirmeyen bir adalet var olabilir.

Bu tenakuzu Yüksel Çayıroğlu şöyle ifade ediyor:

“Devr-i Risalet ve Raşit Halifeler dönemi istisna edilecek olursa, Müslümanların tarihte kurdukları devletlere Kur’an ve Sünnet perspektifi açısından ‘ideal ve kâmil bir siyasi sistem’ nazarıyla bakılması çok zordur. İslam’ın yönetim anlayışıyla ilgili üzerinde durduğu adalet, eşitlik, şura, seçim, biat, kamu maslahatına riayet, işi ehline verme, emanetlere sahip çıkma, zulüm ve zorbalığın her çeşidinden uzak durma, insan haklarına saygı duyma gibi ilkelerin geçmişte kurulan İslâm devletlerinde de bütünüyle hayata geçirildiği iddia edilemez…

“Bugüne kadar dindar kimliğiyle siyaset yapan birçok Müslümanın dinle ilişkisi de oldukça problemli bir görüntü arz ediyor. Onlar zamanla dini, siyasi amaçlarına hizmet eden bir vasıtaya dönüştürüyor, yani ideoloji haline getiriyorlar. Ellerinde tuttukları imkân ve kaynakları dine hizmet etme istikametinde kullanmıyor; bilakis dini kendi siyasi istikballerine hizmetkâr hâline getiriyorlar…

“Şunu belirtmek gerekir ki âyet ve hadislerde devletle ve devlet yönetimiyle ilgili meseleler hakkında detaylı düzenlemeler yer almaz. Bu konularla ilgili ortaya konulan hükümler, adaletin temin edilmesi, kararların şura yoluyla alınması, işlerin ehil insanlara bırakılması, hukuka ve kamusal maslahatlara bağlı kalınması gibi çok genel fakat çok önemli bir kısım ilke ve amaçlardan ibarettir. Dolayısıyla devlet başkanının nasıl seçileceği, hangi yönetim şeklinin benimseneceği, Müslümanların ne tür bir devlet teşkilatı kuracakları gibi konular Müslüman toplumun içtihat ve tercihlerine bırakılmıştır.”

Muhammed Esed’in bu konudaki görüşü şöyle:

“Peygamber (sas) ve yakın takipçileri olan dört halifenin liderlikte bulunduğu Medine Hilafeti döneminden sonra gerçek bir İslami devlet asla var olmamıştır. Medine Hilafeti’nin gerçek anlamda İslami olması, Kur’an ve Peygamber’in (sas) Sünneti’nin saf öğretilerini bütünüyle yansıtmış ve sonraki dönemlerin teolojik ilave ve spekülasyonlarından uzak kalmış olması nedeniyledir. İlk dönem sonrasında Müslüman toplumlarda ortaya çıkan devlet ve hükümet biçimlerinin tümü, İslam Fıkhı’nın eski yalınlığı ve açıklığından ideolojik sapmalarla veya doğrudan doğruya yöneticilerin kendi çıkarları için bu fıkhı saptırma veya perdeleme girişimleriyle ilk dönemdekinden bir şekilde uzaklaşmıştır. Dolayısıyla, İslam tarihinin son bin yıl veya daha fazlası gerçekten İslami sıfatını hak edecek bir devlete (siyasal) ulaşma çabalarımızda bize rehberlik yapabilecek durumda değildir.”

Bu nedenle Müslümanlığı her şeyiyle içselleştirmemiş fertlerle devlet sevdasına düşmek, dünyaya nizam vermeye kalkmak bugüne kadar en büyük zararı Müslümanlığa verdi. Kaldı ki bu türlü sevdaların ne bir mükellefiyet ne de bir dini sorumluluk olduğunu önceki bölümlerde aktarmaya çalıştım.

Sonraki yazı: Sihirli üç kelime

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

6 YORUMLAR

  1. HE Cananı sohbetlerinde, hizmet hadimlerinin aşk ve şevkini “Mübarek tarihimizde örnekleri çok” dünyanın dört tarafına gidin diyerek coştururdu. Allah bir kavmi sever. O kavimde Allah’ı sever. Ayetinin Müslüman Türk Milletine işaret ettiği kanısına vardım. Bediüzzaman

    • Evet Allah’ın sevdiği kavim Meriçte çocuklar boğulurken kadınlar ceza evindeyken erkekleri işkence görürken “ bir suçunuz varsiki bunlar başınıza geliyor diyor” Üstad Hata yapmış olamamız mı? Peygamber gibi her sözüne kıymet veriyorsunuz ..

      • Peygamber varisleri hata yapmak için değil, hatalara sebebiyet veren şartları ortadan kaldırmak için yaratılmış, vazifeli mübarek insanlardır. Onların ağızlarından çıkan sözler ise Risalei Nurlardır. Ve kendilerine yazdırılmıştır. Peygamber yolu çile ve ızdırapla örülmüştür. Bu yola talip olanların şikayete hakları yoktur. Vesselam

  2. Bu yorumu yazarken düsündüm: Bugüne kadarki klasik Islami anlatimlara, Bediüzaman´in sözlerine, Hadislere dayali bir yaziya elestiri getirmek yanlis anlasilir mi diye… Ama bu toplulukta elestiri kültürüne yer olduguna inandigim icin yazmaya karar verdim.
    Veysel Ayhan´i gayretinden ve durusundan dolayi takdir ediyorum. Ama bu yazi beni pek ikna etmedi. “Devlet yönetiminde adil insanlarin yer almasi istisnai bir durum”… “Gercek Islami devleti halifelerle sinirli”… “Hilafet 30 sene sürecek, ondan sonra saltanata dönüsecek”… Ve nihayet yazarin cikardigi sonuc: “Müslümanligi her seyiyle icsellestirememis fertlerle devlet sevdasina düsmek en büyük zarari Müslümanlara verdi”…
    Simdi yazara soruyorum:
    1. Bahsedilen ilk dönem o kadar mükemmel idiyse, her soruna cözüm veya cözümün nüvelerini sunuyor idiyse neden ilk dört halifenin ücü cinayetle görevinden uzaklastirildi? Neden o dönemde binlerce, onbinlerce insanin hayatini kaybettigi savaslar cikti, Hz. Ali ile Hz. Aise birbirine girdi, catisti? O kadar mükemmel insanlardan problemleri konusarak, bariscil yollarla cözmesi beklenemez mi?
    2. Hadis diye anlatilan metne göre devlet yönetimi o dönemden uzaklastikca bozulacak. Hilafet-Saltanat-Azginligin giderek artmasi… Ama modern tarihe baktigimizda demokrasinin gelismesi ile iktadir sivillesti, belirli kurallara baglanarak vahsi tarafi kontrol altina alindi (Bugünkü Türkiye ve cogu Müsküman ülke haric). Bu tabloyu nerece koyacaksiniz?
    3. Eger Hz. Peygamber döneminden sonra gercek anlamda Islami devlet olmadi ise, o zaman biz neyi konusuyoruz? Hayata gecirilmesi imkansiz bir ütopya degil mi sizinki? Öyle bir düzen ve insan anlayisi ki, 1400 yildir nedense hic kimse layikiyla hayata geciremiyor?… Yoksa imkansiz bir seyin pesinde misiniz?
    4. Bediüzzaman´in “Yönetici nebi gibi masum olmali…” sözü de modern cagda yaptigimiz tecrübe ile bagdasmiyor. Bir defa nereden bulacaksiniz böyle bir insani? 1400 yillik tarihte zaten bulamamissiniz! Hem bulsaniz da toplum yozlasmis ise böyle biri tek basina neyi saglayabilecek? Avrupa´da yöneticiler arasinda ateisti de var, escinseli de var. Ama sistem tikir tikir isliyor. Müslümani camisine gidebiliyor. Bunu nereye koyacaksiniz?
    5. Ve yazarin sonucu: “Müslümanligi her seyiyle icsellestirmis fertler…” Bu teorinin zayif noktalarindan biri 1400 yildir bir türlü hayata gecirilememesi… Bu teori birazcik dahi dogru olsa nüfusu Müslüman ülkelerin bu ideale en yaklasmis ülkeler olmalari ve en ileri ülkeler olmalari gerekirdi. Oysa bugün bu ülkeler en geri ülkeler arasinda yer aliyor. Bugün Türkiye örnegine de baktigimiza bu zulüm rejiminin ana destegini dindarlar olusturuyor.
    Benim cikardigim sonuca gelince: Bence bu konularda (kisisel olarak degil) pek dürüst davranmiyorsunuz. Komünist sistemle ilgili fikrinizi sorsam, “Uygulanamadi, cöktü” dersiniz. Fasismi sorsam “Ortaligi kan gölüne cevirdi, cöktü, basarisiz oldu” dersiniz. Ama siz 1400 yildir bir türlü kimsenin tam anlamiyla kavrayamadigi, hayata geciremedigi bir sistem oldugunu ve carenin orada oldugunu savunuyorsunuz. Bu sistem adina ortaya cikanlarin gercek Islam´i anlamadigini ileri sürüyorsunuz. Bu bana pek inandirici gelmiyor. Biliyor musunuz, bugün Rusya´daki komünizm artiklari, “Komunizmin gercek anlamda uygulanamadigini, cikan sorunlarin, katliamlarin gercek komünizmle alakasi olmadigini” söylüyor. Bu yaklasim size tanidik gelmiyor mu?
    Galiba problem biraz da “Islam her seyin cözümü”, “Her seyin ilaci Ortacag´in baslarindaki o yarim asirda sakli anlayisindan kaynaklaniyor. Belki Islam´a da haksizlik yapiyorsunuz, her seyi dinden bekleyerek.
    Laiklik sistemini kir kez daha incelesiniz…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin