Jean D’Arc gibi yakılanlar…

YORUM | ALPER ENDER FIRAT

Hukuk, devletle halk arasında karşılıklı bir sınırları genişletme mücadelesidir… 

Jean D’Arc, 1412 yılında Fransa’nın kuzeydoğusundaki Meuse Irmağı’nın üzerinde bulunan Domremy köyünde 5 çocuklu bir çiftçi ailesinin ortanca çocuğu olarak doğmuştu.

İngiltere ile Fransa arasında yaşanan Yüzyıl Savaşları’nda “Fransa’yı kurtaran mucize azize” olarak tanınmıştı. Henüz resmi olarak taç giymemiş 7. Charles’a, bir takım kerametler izhar ederek, kendisini Fransa ordusuna komutan yapmasını sağlamış ve savaşı Fransa lehine çevirmişti. Ve bu başarılar onu kısa zamanda bütün Fransa’da bir efsaneye dönüştürmüş, bu arada 7. Charles da tacına kavuşmuştu.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Ne var ki, tüm Fransa’da ona duyulan sevgi, saygı ve minnet hissi güçlendikçe, Saray Jean D’Arc’ı tehdit olarak görmeye başlamış ve gizli bir tertiple onu pusuya düşürerek İngilizler’e teslim etmişti.

Evet! Fransa Kralı 7. Charles, kendisine tahtı ve ülkesinin güvenliğini armağan eden Jean D’Arc’ı, hala kendisinin de düşmanı olan İngilizler’e sattı.

15. yüzyıl Avrupası, siyaset, din ve hukukun henüz ayrışmadığı zamanları yaşıyordu, hatta böyle bir bilinç ortada bile yoktu. Krallar, yargıçlar ve rahipler, sanki kendileri de birer insan değilmiş gibi, insanları Tanrı yerine yargılıyordu. Dolayısıyla niyetleri, duyguları, kalpleri “okuma” ve her şeyle arasında bağ kurma hakkını kendilerinde görüyorlardı

Buna kabiliyetleri olup olmadığı ise sorgulanmıyordu bile. Gerçekten bir insan diğerinin kafasında geçenleri okuyabilir miydi? Her neyse…

Ve İngilizler ele geçirdikleri Jean D’Arc’ı apaçık düşman olmasına rağmen sadece İngiltere’ye karşı savaşmak suçundan idam edemeyeceklerini anladılar. Çünkü bu “düşman”, İngiltere toprağında bile saygı, hayranlık uyandırmış, kerametleri bir azize gibi nam salmıştı. Bu kızı itibarını sarsmadan, gözlerden düşürmeden idam etmek halkın kendilerine de gücenmesine yol açacağı için, İngiliz yöneticiler Jean D’Arc’ın önce cahil ve kafir ilan edilmesini sağlamaya çalıştılar. Bunun için hem dönemin bilim adamlarını hem de kiliseyi kullandılar. (Evet, bu ince hesapları 6 yüzyıl öncesindeki devletler, siyasetçiler bile yapabiliyordu, bırakın günümüzü.)

Yargılama esnasında okuma yazma bilmemesinden gördüğü rüyalara kadar her şey konu edilmiş; Hristiyan olmasına rağmen dünya zevklerine meyletmek (kralın kendisine hediye ettiği birkaç ipek elbise delil gösterilmiştir), savaş sırasında erkek gibi giyinip saçını kısa keserek küfre girmek, savaşta başarılarından kibir ve gurur duymak gibi sayısız şeyle suçlanmıştı. Bu suçlamalar kendisine bile etki etmiş, davanın nihayetinde kendi de günahkar olduğuna ve temizlenmesi gerektiğine kanaat getirmişti. Bu yüzden sevenlerinin hazırladığı, hükmü bozabilecek bir belgeyi imzalamayı reddetmişti.

Sonuç: Yaşlı başlı, okumuş, pek ahlaklı, pek ulvi adamların eliyle, 19 yaşındayken henüz “günahlarından arındırılmak” için yakılarak öldürüldü. Bu zatlar muhtemelen ona yakıştırdıkları ve belki onun mahkemede ilk defa duyup henüz çocuk aklıyla kavrayamadığı günahları dibini sıyırarak işlemişlerdi. İncil’de sürekli okudukları, İsa’nın bir fahişeyi kurtarırken söylediği “İlk taşı en günahsız olan atsın” lafını herkesten iyi bilen bu pek ulvi zevat, Jean D’Arc’ın etini şehvetle çiğnemekte beis görmedi.

Batı tarihinde böyle yargılamalar, acılar çok fazla. Ancak her bir acıda hukuku adeta heykel gibi çamurdan yoğurdular, her hatada hukukun bir gediğini, arazını bulup düzeltip ince ayarlarına ulaştılar.

Suçun ne olduğuna karar verme, iddianame yazma, kanıt toplama, kanıt değerlendirme, yargılama ve infaza ilişkili perspektif ve süreçlerde insanları suçtan koruyacak, suça ihtiyaç bırakmayacak, kişiye suç yöneltmeyi zorlaştıracak ve suçluların haklarını da azami derecede koruyacak son derece yüksek standartlar getirdiler.

Uzun lafın kısası, hukuk devletle halk arasında karşılıklı bir sınır genişletme mücadelesidir. İnsanların hareket alanı genişlerse, suç kendiliğinden yok olur. Devlet sınırlarını genişletirse, suç doğar ve suç işlememek imkansız olur. Batıda devlet daha küçük bir alana geriletilmiş, bireyin ve toplumun sınırları genişletilmiştir. Türkiye Cumhuriyeti’nde ise hep devlet sınırlarını ilerletmiş; insanları kımıldayamayacakları kadar küçük dairelere geriletmiştir. Daha kötüsü, bu alan kaptırma süreçlerinde mağdurlar Devleti hukuka zorlamayı öğrenmek yerine, kendi savunmalarını ve hukuku, Devletin söylemlerine uydurma tuzağına düşmektedir. Böylece gittikçe daha az hukuka razı hale gelindi.

Devletle insanlar arasında devletin lehine olmak üzere öyle orantısız bir psikolojik harp var ki, insanlar “Ben haksız yere hapisteyim, tahliye edilmeliyim” demek yerine, “Aileme daha yakın cezaevine nakil olsaydım, hücrede değil de koğuşta kalsaydım, bari görüşler ayda bir yerine her hafta yapılsın…” diyecek şekilde psikoloji ve odak kaybına sürüklendi. Rejim propagandalarına karşı bağışıklık kazanmazlarsa, kendilerini yakında Jean D’Arc gibi “suçluyum, cezama razıyım” diye sayıklarken ya da bir kazıkta yanarken bulabilirler.

Buradan tek çıkış, berat veya aklanmaktan çok daha fazlasına; hukuku devletin elinden alıp insan eliyle yeniden yoğurmaya bağlı…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin