İdeolojinin azizeleştirdiği kadın: Türkan Saylan

HABER-PORTRE | M.NEDİM HAZAR

Kelebek (Papillon), ne muhteşem bir kitaptır. Gerçi yazarı  Henri Charriere daha sonra Banko isimli devamını yazdı ama Kelebek kadar etkileyici değildi.

Kitabın etkisi şüphesiz içinde anlatılanların dehşet vericiliği kadar yaşanmışlığından da kaynaklanıyordu. Gerçek hayat öyküsünden birebir aktarımdı kelebek ve yayınlanmasından sonra Fransız Guyana’sındaki berbat hapishane kapatılmıştı.

Biri geçtiğimiz yıl olmak üzere birkaç kez filme de çekildi Kelebek. Ancak ben Franklin J. Schaffner tarafından çekilen 1973 yapımı olanı tek geçerim. Dustin Hoffman ve Steve McQuinn adeta döktürür bu filmde.

Kelebek filmindeki en etkileyici sahnelerden biri kahramanlarımızın kaçma girişimlerinden birinde cüzzamlılar adasına düşmeleridir. Kelebek Henri, herkesin korkup kaçtığı bu adada cüzzamlılara yakınlaşır ve onlardan yardım görür.

1995 yılının başları.

Aksiyon dergisini yeni çıkarmaya başlamışız, tabiri caizse kasıp kavuruyoruz. Her kapak büyük tartışmalara sebep oluyor.

Türkiye’deki cüzzam hastalığı hakkında aklıma bir haber dosyası geldi ve araştırmaya başladım.

Lepra Hastanesi’nin olduğunu öğrendim.

Hem de her gün geçtiğim yolun, İncirli’den Şirinevler’e inen yokuşun hemen kenarında cennetâsâ bir bahçenin içinde bulunuyordu Lepra Hastanesi. Gerçi sonradan belediye tarafından birilerine peşkeş çekildiği söylendi ama gerçek midir değil midir bilemiyorum şu an.

Rehberden hastanenin telefon numarasını buldum. Santrale bir yetkiliyle görüşmek istediğimi söylediğimde “Sizi başhekime bağlayayım” deyince acayip mutlu olduğumu hatırlıyorum.

“Buyrun ben başhekim Türkan Saylan” dedi telefondaki ses; “Ne için aramıştınız?”

Cüzzamlılar ile ilgili bir haber yapmak istediğimi söyledim.

“Hangi gazete?” diye sordu.

“Gazete değil, dergi.. Yeni yayına başladık, haftalık haber dergisi Aksiyon” dedim.

“Buyurun gelin” dedi.

Fotoğrafçı ustam Kemal Kazaz ile beraber hastaneye gitmek hiç de zor olmadı.

Ancak Türkan Hanım biraz tedirgindi.

“Zaman’a bağlı bir dergiymiş Aksiyon” dedi.

“Evet” dedim.

Gerçekten gazetecilik saikinden başka bir niyetim olmadığı için sonradan “ne safmışım ben” demekten de kendimi alamamıştım açıkçası.

“Hastane ile ilgili olumsuz haber yazmak için gelmediğinize inanmak istiyorum” dediğinde çok şaşırdım. “ne münasebet!” Hem cüzzamla ilgili uzmandan bilgi almak, hem de mümkünse bir cüzzam hastasıyla röportaj yapmak istediğimi ifade ettim.

“Umarım haber bu çerçevenin dışına taşmaz” diye tekrar uyardı beni.

Haber yayınlandıktan sonra dergide gazete okuyorken santralden bir profesörün beni aradığını söylediler. Arayan Türkan Saylan’dı. İçimden “eyvah” dedim, “acaba farkından olmadan maddi bir hata mı yazmıştım haberde?”

“Çok teşekkür ederim Nedim Bey” diye son derece nazik bir üslupla teşekkür etti. “Önyargılı davrandığım için kusura bakmayın” diye ekledi. Uzun olmayan görüşmemizi, “Keşke oralarda çalışmak zorunda kalmasanız” gibi bir cümle kullandı. Tartışacak durumum yoktu, tebessümle teşekkür ettim.

Eğitim faaliyetleriyle ilgili çalışmalarını sonradan daha yakından öğrendim. Genelde İslam’a, özelde cemaate karşı olan düşünce ve hislerini de.

“Namaz kılmayın bale yapın” gibi abuklukları öneri olarak ifade edebilecek kadar inanca uzak biriydi belli ki.

Ancak onunla sonraki zaman diliminde yaptığım iki-üç telefon görüşmesinde de asla nezaketini ve sevecenliğini yitirmemişti bana karşı.

Bir yıl sonra yayınlanan hikaye kitabımın ismini Leprom koydum ve bir adet Türkan Hoca’ya yolladığımı hatırlıyorum. Okudu mu bilemem…

Aradan 4 yıl geçti.

28 Şubat’ın en azgın zamanları geçti sanmıştık.

Ergenekon tüm hıncıyla dindarlara abanmış pek bir şey elde edememişti aslında. Tarikat, cemaat, grup ya da fraksiyon filan ayırt etmeden mazlum ve mağdur olan her kesimi savunuyordu çalıştığım medya grubu.

Şu anda artık tamamen emin olduğum Ergenekon muvazzaflarının yönlendirdiği bazı gazeteciler organize olarak cemaate yüklenmeye başlamışlardı. Burada başı Dinç Bilgin’in sahip olduğu Sabah grubu çekiyordu. Ve bunların başında da Can Ataklı, Ali Kırca, Ayşenur Arslan ve Hıncal Uluç gibi isimler.

Atv Ana Haber Ergenekon bülteni gibi çıkıyor, Ali Kırca ise Siyaset Meydanı’nı adeta onların hizmetine sunuyordu.

Ve nihayet 19 Haziran 1999…

Hiçbir muhalif ses, görüş ve düşünce olmadan Ergenekon tüm gücüyle abandığı meşhur programını yaptı.

Herkes şok olmuştu. Kurgu oyunlarıyla hazırlanmış kaset servisi ve akabinde stüdyoda oturtulan dinle, diyanetle, cemaat kavramı ile akademik, felsefi, uzmanlıkla ilgisi olmayan insanlar cemaati gömmek için saatlerce konuştular.

Ali kırca sonraları “Düğmeye ben bastım” filan gibi şeyler söylemişti ama bir yerden basıldığı belliydi.

Siyasal İslamcılar o dönem Ergenekoncuların dümen suyuna düşmedikleri için arzu ettikleri neticeyi alamamışlardı belki ama Türkan hoca beni acayip derecede şaşırtmıştı o akşam.

Sendikacıdan tarihçiye, dernekçiden emekli askere kadar pek çok kişi içindeki tüm kini ve düşmanlığı kusmuşlardı cemaate o akşam. Tek bir karşı görüş ve muhalif ses olmadan hem de. Türkan saylan da, faşizm denilebilecek görüşlerini açıklarken cemaati yok etmekten, geride kalanları rehabilite etmekten filan bahsediyordu.

Yıllar sonra, şimdilerde sağlam yandaş olan Mahmut Övür her nasılsa vicdanını dinlemiş ve kaset kumpasının nasıl hazırlandığını ayrıntılarıyla anlatmıştı. Yani düğmeye Kırca’nın filan bastığı yoktu. Ve bugün nedense tamamen inkar edilmek istenen Ergenekon tam anlamıyla bir operasyon çekmişti o akşam.

Aradan yine birkaç yıl geçti.

Bu kez Ergenekon davaları birbiri peşi sıra patlamıştı.

O kadar ortalık toz duman oldu ki izler birbirine girmeye başlamıştı. Bu kez ekranda Türkan Saylan’ı epeyce yaşlanmış ve hasta olarak gördüm. Polisler tutuklamak için evine gitmişti haberlere göre. Sanki birileri Ergenekon’un gerçek yüzünü gizlemek adına bu davaları sulandırıyordu!

Sonra vefat etti Türkan Hoca.

Geçtiğimiz gün onun ölüm yıldönümüydü ve Ergenekon olduğuna inandığım mihraklar o kaseti tekrar ısıttılar.

Bugün Ergenekon tüm ağırlığıyla ülkede at koşturuyor. Siyasal İslamcıların desteğiyle ülkenin yetişmiş tüm değerlerini hoyratça budadığı gibi. Toplumu birbirine bağlayan tüm dikişleri birer birer kopartıyor acımadan.

Ve Türkan Saylan’dan azize çıkarmaya çabalıyorlar ideolojik saiklerle. Filmlerini, dizilerini filan yaptılar bu gaye ile.

Ben de bir Türkan Saylan tanıdım kendi açımdan. Dine ve dindara alerjisi olan ancak ikili ilişkilerinde son derece insan olan bir kadındı.

Şüphesiz en doğru yargıyı –Türkan Hoca pek inanma da- büyük mahkeme verecektir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. M. Nedim Bey ,
    Ne kadar güzel vicdanlı güzel bir yazı yazmışsınız can-ı gönülden tebrik ederim. İyiki varsınız ve iyi ki yazıyorsunuz. Saygılar

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin