Aslında hepimiz biriciğiz

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Her yazımda, hiçbir ayrıma gidilmeden mağdur edilen vatandaşların sorunlarının ele alınması gerektiğini savunuyor, empati kurmayı salık veriyorum. Sadece kendinden olanların haklarının savunulmasının etik bakımdan çık sorunlu bir pozisyon olduğunu ifade ediyorum. Kim olursa olsun, yasalarla tanımlanmamış bir “suç” işlediği ileri sürülerek takibata alınan ve zulme uğratılan insanların haklarını savunmak zorundayız.

Şiddete başvurmak veya şiddete övgü dışında her fikir savunulabilir. İçinde şiddete övgü olmayan her düşünce serbesttir. İnsanlar eleştiri haklarını kullanır, Türkiye’nin anayasası ve siyasal sistemi de, hükümetinin icraatları ve politika tercihleri de dâhil olmak üzere, istisnasız her şeyi tenkit edebilir. Bu, düşünce ve ifade özgürlüğünün özüdür.

Bu haktan yararlanırken keyfi şekilde, fabrikasyon gerekçelerle kim engelleniyorsa engellensin, engellemenin amacı ne olursa olsun, hangi grup ya da düşünceye dâhil olan insanlar tarafından yapılırsa yapılsın, her türlü ifade özgürlüğünün yanında yer alınmalıdır.

Cevheri Güven’in benim 27 Haziran 2019’da TR724’te yayınlanan “Birey ve İlkeleri” yazıma cevaben kaleme aldığı yazısını büyük bir ilgiyle okudum. Polemiğe ve diyaloğa, tez-antitez-sentez diyalektiğinin doğurganlığına inanan bir insan olarak, sevgili Güven’in yazısını çok önemsiyorum. Hiç birimiz mükemmel değiliz. Ayrıca gazete için yazılan köşe yazıları da düşüncelerimizi geniş olarak dile getirme olanağını vermiyor. Birçok ayrıntı böylece dikkate alınmıyor. Özet asla gerçeğin net bir yansıması olamıyor. Bu cevap yazısı, benim yazımda boşlukta kalan bazı noktalara yoğunlaşma fırsatı veriyor bana. Yazarken kast edilenle, okurken algılanan arasındaki farkın nedeni olan tüm kusurlar yazara aittir. Burada da böyledir. Sürç-i lisan eden ben olduğuma göre, Sayın Güven’in yazısında dillendirdiği bazı haklı eleştirilere – ve benim sürç-i lisanımdan kaynaklandığı muhakkak olan bazı yanlış anlamalara – yanıt vermem gerekiyor.

“Devlet/diktatör/rejim hedef aldığı her grubu farklı biçimlerde ezer” diyor Cevheri Güven. Katılmakla beraber, ezenin aynı devlet olup olmadığı konusunda çok emin değilim ben! Çünkü tüm hatalarına ve eksikliklerine karşın, 1999-2011 yılları arasında gerçekleşen AB uyum politikasının iç politikanın ana dinamiğini oluşturduğu yıllardaki Türkiye devleti ile, bu devletin 2015’te mutlak olarak son bularak yerine anayasasına ve yasalarına uymayan bir rejimin geçtiği “Yeni Türkiye”, aynı devletler değil. Evet, 1970’lerde ve 1980’lerde Marksist sola ve kısmen de milliyetçi sağı ötekileştiren ve takibata alan devlet, faşizan politikalar izledi. Yüzlerce kötü muamele, işkence, infaz var bu dönemlerde gerçekleştirilen. Yine 1980’lerin sonlarından itibaren Kürt ayrılıkçılığının silahlı bir örgüte dönüşerek terörizm metoduna başvurmaya başlamasıyla beraber, doğrudan PKK’lı olmayan ama bu harekete yakın olan kesimlere büyük baskılar ve ağır insan hakları ihlalleri yapıldı. Buna şüphe yok.

Sayın Güven, yazısında zaten yeterince açık bir biçimde ve somut örnekler vererek Türk devletinin nasıl bir zulüm makinesi olduğunu bize gösteriyor. Hiç bunları es geçebilir miyiz? Mesela Encü Ailesi’nin başına gelenleri bir örnek olarak veriyor, haklı olarak. Roboski bir yaradır. Roboski’de olanlar, bugünkü rejimi hazırladığını düşündüğüm dinamiklerle aynı yönde olan gelişmelerdir. “Uludere’de TSK bombardımanıyla çok sayıda ferdini kaybeden aile, yapılanlara sessiz kalmadı. Sonra ne mi oldu? Basın açıklaması yapan, sosyal medya paylaşımı yapan Encü soy isimli kim varsa tutuklandı, gözaltına alındı, işkence gördü” diyor. İçim acıyor. Yine HDP’lilere yapılan takibatlar, Güven’lerin başına gelenlerle aynı çerçevede değerlendirilmesi gereken ve belli bir sistematik içeren takibat politikaları. Bu bağlamda Sayın Güven Dilan Ablay’dan (HDP Ceylanpınar Belediye Meclis Üyesi) ve ailesinden bahsediyor. Polisin daha geçen hafta bu ailenin evlerini bastığını, duvarları kepçeyle yıkarak bahçelerindeki nar ağaçlarını köklerinden sökerek yok ettiğini, bunun gerekçesinin de bahçede tünel aramak olduğunu yazıyor. Sahne gözümün önüne geliyor, burnumun direği sızlıyor.

Bunlardan çok daha fazlası oldu, oluyor şüphesiz. Asla acıları karşılaştırma niyetim yoktu, “Birey ve İlkeleri” yazısını yazarken. Bu yazıları okuyanlar bilir, Kürtlerin başına gelenleri, yapılan haksızlıkları, asimilasyon politikalarının yanlışlığını o kadar sıklıkla işledim ki yazılarımda! Selahattin Demirtaş’ın, onlarca Kürt milletvekilinin, yüzlerce Kürt belediye başkanı ve belediye meclis üyesinin hukuksuzca görevlerinden alınmasını ve derdest edilmelerini onlarca kez yazdım. Uğradıkları haksızlıkların ve hukuksuzlukların gündeme gelmesini sağlamaya çalıştım. Zaten Barış Akademisyeni olarak, imzaladığım metnin de arkasındayım. Enteresandır, ben hiçbir yazımı bir grubun sözcüsü veya mensubu olarak yazmıyorum. Belki Cevheri Bey’in dikkatinden kaçmış olabilir, ama yazılarımda Gülen Cemaati’nin sorunlarını önceleyen, diğer mazlumların sorunlarını es geçen bir tutumum asla olmadı. Köyleri boşaltılan Kürt köylülerinin, oğullarına ve kızlarına diledikleri adı veremeyen Kürt anne-babaların, Güneydoğu’da bir kış gecesi üzerinden paltosunu çıkartması anons edilen, sonra “bacaklarını göreyim” diyen sesin temsil ettiği faşizan rejimin sesi oldu bu köşe. Bana verilen bu köşeyi, herkese adilane dağıtmaya gayret ettim, Aylin ve Deniz’e (kendi çocuklarıma) gösterdiğim ihtimamla! Kendim Gülen Cemaati mensubu veya gönüllüsü değilim, Kürt de değilim. İnsanım ama! En azından insan olarak kalmaya gayret ediyorum, her gün – ve yazılarımı yazarken de tümüyle bu kıstas-kriterlerle, bu ilkelerle hareket ediyorum. Cevheri Bey değerli bir kalem! Onun benim yazımın eksiklerine dikkat çekmesi onurdur. Ve onun yazdığı eleştirilerden sonra benim daha gür bir sesle “herkes için adalet!” diye haykırmam gerektiği ortaya çıkmıştır. Çünkü demek ki bu tutumumu yeterince ortaya koyamamışım!

Bugün Türkiye’de darbe dönemlerinden bile daha anti-demokratik ve kendi hukukundan kopuk bir “devlet” var. Tırnak içine almadan devlet yazamayacak duruma geldik! Türkiye her türlü yanlış uygulamalarına karşın devlet müessesesinin bu denli ortadan kalktığı bir döneme şahitlik etmedi yakın dönemde. Burada söz konusu olan yapılan uygulamalar değil, onların kapsama alanıdır. Evet, Kürtlerin köyleri boşaltılmıştır, evet Kürt köylülerine insan dışkısı yedirilmiştir. Evet, Kürtlerin varlıkları inkâr edilmiş, dilleri ve kültürleri yok sayılmıştır ve tüm bunlar sistematiktir, soykırımdır. Fakat devlet bunları yaparken PKK diye bir terör örgütünün de Türkiye’de yaptığı travmayı düşünmemek, bunu hesaba katmamak etik olmaz. Türkiye’deki tüm insan hakları ihlalleri yanlıştır, savunulamaz. Fakat PKK’nın terörist saldırılarının devletin bu faşizan politikalarına meşruiyet devşirdiği bir gerçektir. Bakın, devletin yaptıkları PKK yüzünden meşru olmuştur demiyorum! Dediğim, devletin “cevap veren” konumunda olmasının, yaptığı hak ihlallerinde halk bazında belli bir tepkisel meşruiyet tutumu olanağını vermesidir söz konusu olan. PKK, şiddeti seçmiş bir terör örgütü. Tüm NATO ve AB üyesi ülkeler de PKK’nın bir terör örgütü olduğunu resmen kabul ediyor. PKK geçmişte polisi, askeri, okulları, yolları, fabrikaları, alışveriş merkezlerini, kamu personeli ve sivilleri hedef alan binlerce saldırıda bulundu. Bunlar gerçekler. Bu durumda, özellikle Kürtlerin yoğun olarak yaşadığı bölgelerde OHAL uygulamasına çanak tutulmuş oldu. Ve Kürtler arada kalarak en büyük eziyetlere maruz kaldılar. Bu durum devleti meşru ve haklı kılmaz. Ama PKK’nın da bu çatışmada bir taraf olması gerçeği değişmez.

Bugün kamudan ihraç edilen 170,000 civarı insan var. Bu insanların yüzde birinin bile 15 Temmuz 2016 darbe girişimi ile alakaları yok. İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, 15 Temmuz sonrasında 511,000 (beş yüz on bir bin!) kişi gözaltına alındığını beyan etti. Resmi rakamdır ve korkunçtur bu itiraf! Bu insanların yaklaşık 80,000’i halen hapiste. Net rakamları bile ortada yok. O nedenle yuvarlak rakamları yazıp çiziyoruz. Bu bile tek başına yaşanan iğrenç zulmün boyutlarının ne denli astronomik olduğunu gözler önüne seriyor. Bu insanlar “FETÖ” denen, olmayan bir “terör örgütü” ile iltisaklı oldukları iddiasıyla zulme uğratıldı. Bu insanların eşleri, anne-babaları, çocukları da zulme uğratıldı, uğratılmakta! Yarım milyondan fazla insan! Gözaltına alınmış! Yani her aile dört kişilik olsa (eş ve iki çocuk) bu sayı 2,000,000 (iki milyon) eder. Anne-babalarını da karatsak eğer, 3,000,000 (üç milyon) eder! Burada dikkat çeken mesele, bu üç milyon insanın içinde darbeye karışanların oranının yüzde birin bile altında olmasıdır.

Türkiye devleti, izanını en fazla yitirdiği dönemlerde bile, Kürt vatandaşları ile PKK’lıları en azından retorik düzeyde ayırma gereği hisseti. Kürt vatandaşların son otuz beş yılda devlet tarafından ciddi mağduriyetlere uğratıldıkları doğrudur. Utanıyorum ben zavallı Kürt kardeşlerimin yaşamak zorunda kaldıkları bu korkunç zulümlerden dolayı. Ancak itiraf etmem lazım ki, bu süreçte iç hukuk yolları en azından mevcut anayasa ve yasalar çerçevesinde işletildi. AİHM kararlarıyla zulme uğratılan ailelere tazminatları ve hak-itibar teslimleri yapıldı. Bugün bu iç hukuk yolu kalmış mıdır? Dürüst olalım ve bu soruyu yanıtlayalım! Selahattin Demirtaş gibi bir önemli ismin bile AİHM kararı uygulanmıyor! “FETÖ’cü” olarak kategorize edilen 3 milyon insanın sosyal soykırıma uğratıldıkları malum. Evet, acıdır, Kürtler köylerinden göç etmeye zorlandı, evleri yakıldı, ağır insan hakları ihlalleridir. Ama bir başka bölgeye gitmelerine izin verildi. O gittikleri yerlerde diğer insanların sosyal hakları neyse onlarda da aynı haklar vardı. Çocuklarını devletin okuluna yazdırdılar ve yine aynı faşizan eğitimi alsalar da o çocuklara “sen vatan haininin çocuğusun” denmedi. Bugün “FETÖ” kategorisinde olan vatandaşların gidebilecekleri hiçbir güvenli yer yok Türkiye’de.

Acıları mukayese etmeyelim. Ama kitlesel suçlamalara maruz bırakılan geniş kitleleri görmezden gelemeyiz. Şu an hiçbir sol gruba, Kürtlere veya başka bir sosyal gruba böylesi kitlesel bir müdahalede bulunulmuyor. Bu istatistiksel bir gerçek! Ancak! Bu gerçek diğer grup kimliklerinden dolayı aynı rejimden zulüm görenlerin zulmünü önemsememek anlamına mı gelir? ASLA! Her zulüm biriciktir. Ateş düştüğü yeri yakar. Ağlayan çocukların gözyaşları aynı değerdedir! Kürlerin mağduriyeti ile Cemaat mensuplarının mağduriyeti arasında fark yoktur. Anadolu’da her şeylerini (canları dâhil!) yitiren Ermenilerden, katledilen ve sürülen Pontus Rumlarından, Dersim katliamı sonrasında canlarını ve memleketlerini kaybeden mağdurlara, Varlık Vergisi kurbanlarından 6-7 Eylül’ün zulmünü görüp kaçan Anadolu insanına kadar her mağduriyet bizim mağduriyetimizdir, bizim için zulüm aynı zulümdür. Yine de bu, bugün kitleler halinde kolektif ve hukuksuz cezaya maruz bırakılan milyonları birincil sorun olarak görmemiz gerekliliğini değiştirmez. İkinci Dünya Savaşı’nda da zulme uğrayan 6,000,000 (altı milyon) Yahudi, örneğin aynı rejimce benzer zulümlere uğratılan Katolikler veya zihinsel engellilerden daha fazla akademik ve gazetecilik ilgi alanına girmiştir. Çünkü hedef alınan grubun niceliği boş verilecek ve görmezden gelinecek bir unsur değildir! Tek kişiyi katleden bir katilden daha çok seri katiller polisçe ve kamuoyunca daha fazla önemsenir. Bu, diğer kurbanların daha az önemli olduğu anlamına gelmez. Ancak işlenen suçun büyüklüğü bakımından bir fark vardır.

Kürtler, aynı Ermeniler gibi soykırıma uğratıldı (kimlik reddi ve asimilasyon uluslararası hukuk tanımlarına göre soykırımdır). Bu yarım yüzyıldan fazla zamandır Türkiye’de uygulanan bir devlet politikasıdır. İktidara gelen her parti bu uygulamaları devam ettirdi. AKP de sonunda bu devletlû tutumu benimsedi. Bugün Hizmet Hareketi de aynı kendisinden önceki kolektif cezalandırmaya ve sistematik takibata uğratılarak soykırıma tabi tutulan geniş gruplar gibi, bir soykırım suçunun kurbanı durumundadırlar. Bugün tüm şiddetiyle devam etmekte olan bu duruma odaklanmak, bu mağduriyetlere daha başka bir zaman diliminde uğratılmış olan Ermenilerle, şu görece çok daha az kitlesellik arz eden mağduriyetlerin hedefi Kürtleri önemsememek, onların yaşadıklarını daha az önemli bulmak anlamına gelmez. Esasında bu yaşananlar bize şunu öğretmelidir: Temel hak ve özgürlükleri benimseyen ve gücü kısıtlanmış, hukuka tabi kılınmış bir yürütmeyi sağlamak, her demokratın ana hedefi olmalıdır.

İstisnasız herkese hak ve hukuk diliyorum. Hiçbir ayrım yapmadan ve bir ön sıfat eklemeden, herkesin biricik evlatlarına kendi evlatlarıma dilediğim aynı mutlu ve iyi geleceği temenni ediyorum. Bu anlamda hepimiz biriciğiz inancıyla, yazımın başlığında da bunu vurguluyorum. Ve yazının sonunda bir kez daha muhtemel “sürç-i lisanlarımdan” dolayı özür diliyorum. Ben, bu satırları yazmama vesile olan Sayın Cevheri Güven’e buradan bir kez daha teşekkürlerimi iletiyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Merhaba..Yâryüzündeki tüm Ağaçlar parmak ve 7 Deniz üstüne 7 Deniz klavye olsa yine de yetmezdi faşizmi kelimere dökemezdi…Dürüstlük panzehir abi! Hastalık olduğu kabul edilmeli..fıtrî bir hastalık…ilk faşistin şeytan olması gibi.. Cennetten kovuluş sebebi… Allahın kendi problemi..evet biricik…fakat bunu bir sorun olarak görmüş ki ikiliği yaratmış fitne terazi..kendime bakıyorumda meriçte çocuğuyla can veren bir Anneye TaybetAna kadar üzülemiyorum.. Kürt de değilim…neden bilmiyorum..belki türk olduğum için…belki de sadece insan.. Bir Şilili olarak sorarsam mesela…Cemaatten birinin suçsuz akrabası komşusu vesaire.. Yaşlı Bir Kadın cemaatten birinin akrabasının komşularından birinin uzunnamluluyla sokak ortasında vurulmuş çocuğunun cesedini almak için evinden çıkınca o da çocuğun yanında vurulsa ve cesedi bir hafta o sokak ortasında kalsa…buzlukta da çocuk var bu arada..bodruma napalm yağmış gibi sıcak…asit kuyuları var ..çok acayip şeyler! Mesela senin gözyaşlarını tutamamayıp okuduğun annelerin kadınların çocukların cezaevi koğuş hikayeleri benim gözyaşımı dökemiyor! Zorluyorum..hissediyorum biraz…fakat bitti yani Taybet Ana bitirdi kuruttu benim yalancı Vicdan bataklığımı.. Evet faşistim ve buna engel olamıyorum…bu yüzden sevmeye çalışıp sevemesem de yakın durmaya çalışıyorum Hizmert Hareketi mi her neyse..fena tipler değilsiniz… İnanan birilerinin ahiret gözüyle beraber Dünya Gözünü açmalarını görmek NeGüzel! Fakat iş faşizme gelince *KırmızıÇizgi!*
    En samimi En dürüst En Gerçekçi haliyle kendimi de atarcasına Cehennem Ateşinin içine yanıp yok olmaya ve çıkarsa belki külden kıvılcımla tutuşur yine çünkü Bâki Sevda hem de KARA! Neyse seni seviyorum M.Efe ve seninle YOL alınabilir mi emin olmak için dürüstçe yanıtlamanı istiyorum.. Benim için çok önemli…lütfen*
    Taybet Ana için bir damla gözyaşı döktün mü?

    • Taybet Ana’yi bilmiyordum, senin sayende okuma ve ogrenme firsatim oldu, tesekkur ederim. Gercekten cok dehset seyler yasatilmis ona, ve yakinlarina.
      Ama sen burada bayagi bi magduriyet yaristiriyosun gibi olmus.. Tamam Hizmet hareketinin basina gelenlere uzulme, Taybet Ana’ya uzul ama emin ol ondan bin kat daha agir zulm gormus insanlar var oldu, gecti bu dunya da. Bir magduriyete takilip odaklanip, diger magduriyetleri mi gormezden gelicez, anlamadim ne demek istedigini..
      M.Efe bey belki agladi, belki aglamadi Taybet ana icin.. Ama bu ne degistirir ki..? Ornegin sen Hitler’in zulmuyle katledilen 6 milyon Yahudi icin agitlar yaktin mi?

  2. Mehmet hoca haklı.
    Temel hak ve özgürlükleri benimseyen ve gücü kısıtlanmış, hukuka tabi kılınmış bir yürütmeyi sağlamak, her demokratın ana hedefi olmalıdır.
    Diyor.
    Yani mağduriyetleri konuşmayın, hala birşeyleri değiştirebilme potansiyeli olan siyasi parti.
    Çözüm üret çözüm.
    Bari sen üret….

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin