ABD’yle kriz yeni bir semptom değil, hastalığın kendisi

YORUM | İSKENDER DERVİŞ

Eski Türkiye’de kurumlar vardı. Türk dış politikası mesela kendi geleneği olan bir kurumdu ve hükümetler, dışişleri bakanları değişse de, uluslararası ilişkilerde o güne kadar elde edilmiş birikim bu kurum tarafından korunabilirdi. Türk dış politikası önceden çok ‘parlak’ değildi ancak ortalama bir devlet olmanın asgari şartlarını yerine getirerek, en azından büyük krizlerin önüne geçme kabiliyeti vardı.

AKP’nin ‘monşerler’ diyerek aşağıladığı bu kurum zaman içinde farklılaştı. Dış politikanın yürütülme biçiminde ağırlık bürokrasiden siyasete kaydı. AKP’nin retoriğinde bunun adı ‘millet karar verecek’ olarak kodlanıyor malumunuz. Eğer siyaset (aslında Erdoğan’ın kendisi) her şeye hâkimse, ‘millet karar veriyor’. Oysa pratikte olan şey basit: Türkiye’nin dış politikada aldığı bütün kararlar günlük ve Erdoğan’ın tek başına yürüttüğü diplomasinin sürekli değişen şartlarına bağlı.

Bu, neden büyük bir problem? Evvela Erdoğan’ın zihnindeki ‘büyük denge siyaseti’ ABD ile Rusya arasında bir o yana, bir bu yana savrulma üzerine kurulu. Yani aslında Erdoğan’ın dış politikası, ‘politikasızlık’ demek. Davetlerde Trump’la gülümseyerek pozlar verip, Obama dönemini kötüleyerek ilişkileri geliştiren de Erdoğan, Rusya’yla S-400 anlaşması yaparken Batı’yla ilişkileri toptan kesmeyi ima eden de Erdoğan. Eğer bu sarkaç kopar da ABD’nin yanında kalırsak Erdoğan değişmek ya da koltuğunu bırakmak zorunda. Rusya’nın elinde kalırsak Erdoğan koltuğunu bırakmayabilir ancak yine birçok konuda değişmek durumunda. Bu durumun ‘millete’ bakan bir yönü yok.

SERBEST PİYASA MI, PARTİ DEVLETİ Mİ?

Kapitalizm ile komünizm arasındaki Soğuk Savaş döneminde her iki sistemin de kendince önemsediği şeyler vardı: Kapitalizmden en önemli şey, serbest piyasaydı ve komünizmde en önemli şey ‘Komünist Parti’ (devlet) idi. Sovyetler Birliği yıkıldı ancak bu mantık pek değişmedi. Hâlen dünyadaki devletler bu iki tercihten birine göre şekilleniyor. ‘Liberal demokrasi’ dediğimiz Batılı örnekler, serbest piyasayı ve bununla birlikte ekonomiyi, refahı ve bunların neticesi olarak da sivil toplumu ön planda tutuyor. Son dönemde ‘illiberal demokrasi’ adı verilen Rusya, Türkiye, Macaristan gibi örneklerde ise ‘devlet’ her şeyden kıymetli bir pozisyon almış durumda. Halklara yönelen propaganda da, ‘devletimiz olmazsa onurumuzu kaybederiz’ şeklinde.

Önceliğin ‘devlete’ verildiği sistemlerde, devlet her şeyin kontrolünü eline almış durumda olduğundan, en büyük risk faktörünü de kendi üzerine çekiyor. Rus stratejistlere göre, devletin her şeyi kontrol etmesi 21. yüzyıl savaşları için gerekli çünkü artık savaş sadece ‘cephede’ verilen bir şey değil. Ancak ülkeyi sürekli ‘savaş hâlinde’ tutmanın da bir faturası var. Evvela sivil toplumun yok edilmesi ve özgürlüklerin rafa kalkması demek savaş. Ekonominin kırılganlaşması, yapılacak hataların faturalarının ağırlaşması da diğer etkenler.

Devleti birbirini denetleyen kurumlar şeklinde kurgulamak, aynı zamanda yapılan hatalar karşısında ‘telafi’ imkânı da sunuyor. Futbolda ‘tandem’ diye bir tabir var. Normalde defans oyuncusu ile kaleci arasında kimse yoktur ancak defans oyuncusunun çalım yeme riskine karşılık başka bir oyuncu onun hatasını telafi etmek için yakınında bekler. Özellikle günümüzdeki çabuk ve tempolu oyunda tandemli defans yapmayan takımlar, yenilmeye mahkumdur.

Kapitalist sistemlerde serbest piyasanın en önemli mesele hâline gelmesi, öncelikle büyük krizlerin önlenmesine bağlı. Bu sebeple de kurumlara bölüştürülmüş ülke yönetimi, her alanda uzmanlaşmayı gerektiriyor ve sabah akşam bir satranç oyuncusu gibi hamleler önceden hesaplanmaya çalışılıyor. Bu sebeple Donald Trump, ABD’deki sistem açısından büyük tehlike olarak görülüyor zira attığı bir tweet ile ekonominin durumuyla oynama riski bulunuyor. Benzer şekilde tek adama bağlı devletler de, telafi imkânını ortadan kaldırıyor çünkü devlet başkanı bir konuda kesin konuştuktan sonra bir bakanın ya da dış politika bürokratının farklı şeyler söylemesi komik oluyor.

2010’la 2013 arasında Türk bürokratlar bunu denedi. Ergenekon’da gazeteciler, KCK’da siyasetçiler tutuklanınca AKP’nin Batı’ya dönük bakan ve milletvekilleri, bütün bu gelişmelerden Cemaat’i sorumlu tutarak meseleden sıyrılmaya çalışmışlardı. Gelgelelim, Erdoğan bizzat Avrupa’da ‘bazı kitaplar bombadan tehlikelidir’ diyerek konuyu bağladı.

ERDOĞAN’IN GÖNLÜNDEKİ TERCİH BELLİ AMA…

Bugün gelinen noktada, Erdoğan kartlarını gayet açık oynuyor. Alman Die Zeit gazetesine verdiği röportajda medya bağımsızlığına inanmadığını söylemişti. Yakın zamanda meşhur ‘Ver papazı, al papazı’ sözüyle de yargı bağımsızlığı diye bir şeye inanmadığını vurgulamış oldu. Bu da Türkiye ile iş yapan ülkeler açısından şöyle bir tablo çıkarıyor ortaya: Erdoğan’ı memnun ya da tehdit ederek her istediğimizi alabiliriz. Bu formül gerçekten de işliyor. Erdoğan son ABD gezisinden, 11 milyar dolarlık Boeing satın alınımına ilişkin anlaşmaya imza atarak döndü. Nitekim yakın zamanda Saray’da ağırlanan Putin’in ardından zor durumdaki Venezüella Devlet Başkanı Maduro da ülkeye gelerek ‘gülümseyen’ pozlar verdi. Ekonomik kriz içindeki Venezüella ile ne türlü ticari anlaşmalar yapıldığı ise açıklanmadı. Son kriz ise ABD ile vize konusunda yaşandı. ABD elçiliği çalışanı ‘FETÖ’den tutuklanınca ABD’nin tepkisi sert oldu ve Türkiye krizi daha da tırmandırma eğiliminde.

Türkiye ‘bağımsızlık’ türküleri söylerken, aslında rotasını Batı’yla müttefiklikten Rusya’yla efendi-köle ilişkisine çeviriyor. ‘Güçlü Türkiye’ hikâyesinin arkasında da tek adama bağlı aşırı kırılgan bir polis-asker devleti formülü var. Bunun sonucu olarak da Türkiye’de serbest piyasa, sivil toplum ve özgürlükler gerilerken, ‘parti devleti’ her şeyin üstünde öneme sahip hâle geliyor.

Soğuk Savaş’ı yaşamış, Sovyet Rusya’nın ve uzantılarının çöküşünü görmüş insanların, yeniden aynı masala inanmış olmaları, nereden bakarsanız bakın tuhaf.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin