23 Nisan 

YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

1920’nin 23 Nisan’ında Ankara’da bir meclis toplandı. Tam 100 yıl oldu – önemli bir yıldönümüdür. Ama ben fazla rakam fetişizmi yapmayı sevmem; huyum kurusun. Sosyal bilimci kafasıyla, “düz rakam, şimdi çetrefilli konulara girmeyelim!” diye düşünmem. Hatta tersine, bu bir asır içinde nereden nereye gelinebilmiş, buna bakarım. 

Bu yazıya başlarken Türkiye’nin iki yüze yakın ülke arasında basın özgürlüğünde kaçıncı sırada olduğunu sorup, “hepsi bu!” diyerek yazıyı sonlandırabilirdim. Ama kolayına kaçmadan, daha fazla ayrıntısına girerek 23 Nisan’ın neden hiçbir anlamı olmadığını yazmak daha çekici geliyor. Çünkü basın özgürlüğü düzeyinde Kuzey Kore’ye ve Çin’e yaklaşıp dibi zorlayan ve birçok Afrika ülkesinin altına düşmüş bulunan Türkiye’nin 100 yıllık bir meclise sahip olması, demokrasi bakımından çok şey ifade etmiyor. 100 yıl, bu koşullarda övünülesi bir yıldönümü değil, ancak utanç olabilir. Çünkü “100 yıldır bunu mu yapabildiniz?” sorusuna mantıklı ve tutarlı bir yanıt vermek güçtür. Utanmamak da elde değildir aslında da, ama bilmeyenlerin ve bilmediğini de bilmeyenlerin toplumunda, parlamento geçmişini analitik bir incelemeye tabi tutmak çok kuramsal, adeta “hobi” türü bir uğraşı olur sadece! 

Bu yıl 23 Nisan’da 100 yıllık bir meclisi olan Türkiye’de bir ceberut rejim var. Kendi anayasasını ve yasalarını bağlayıcı kabul etmeyen bu rejim, hapishanede yüzlerce gazeteciyi tutuyor. Ülkenin en çok oy almış üçüncü partisinin eş genel başkanları hapishanede. Yine hapishanede yüz binlerce rejim muhalifli var. Fabrikasyon gerekçelerle, kanunlarda tanımı olmayan, rejimce üretilen suçlardan dolayı on yıllarca hapse mahkûm olmuş durumdalar. Pandemi esnasında katiller, gaspçılar, tecavüzcüler, organize suç örgütü liderleri gibi mahkûmlar bırakılırken, bu rejim düşünce suçlularını içeride tutuyor. Adam öldürmek, Tweet atmaktan daha kolay affa uğrayabilen bir cürüm. Bu 100 yıllık mecliste iktidar partisi dışında olan partilerden biri, doğrudan iktidar partisinin destekçisi ve payandası olmuş, ana muhalefet denen “sol” (!) parti, rejimin diskurunu benimsemiş durumda. Diğer irili ufaklı partiler de aynı şekilde, rejimin dilini kullanıyor. 

Kürtler 100 yıl önce Ankara’da toplanan meclis tarafından kurucu unsur olma özelliğini kaybetti. Kurtuluş savaşı mücadelesini Türklerle Kürtler beraberce verdiler, ama devleti sonuçta Türkler ad verici unsur olarak kontrol etti. Sayıca çok olan, çoğunluk diktası kurdu. Bu durumu kabullenmeyen Kürtler defalarca çeşitli gerekçelerle memnuniyetsizliklerini ifade etti, kimi zaman bunu şiddete başvurarak yaptı. “Türk devleti” bu ayrılıkçı hareketlere karşı çok sert yanıt verdi. Dahası, 100 yıl önce tıpkı Osmanlı Devleti gibi, Türkiye Cumhuriyeti de merkeziyetçi bir devlet teşkilat yapısını benimsedi. Merkez, çevrenin dizginlerini sıkıca, dahası kısa tuttu. 

Yüz yıl önce kurulan meclis, diktatörlüğe razı olan, gücü tek adam elinde toplamayı kabullenen milletvekillerinden oluşuyordu. Bu anlamda bugünkü meclis, o 100 yıl önceki meclisle aynı şekilde hareket ediyor. 100 yıl önce de özel şartlar vardı. Bugün de özel şartlar var. Ortadoğu’da, bu kadim topraklarda olmak, dünyanın gözünün üzerinde olduğu bir ülke olmak, dış mihraklar, içerideki hainler – hikâye hep aynı. Sadece öykünün kahramanları değişiyor. Onların hayatları, ideolojileri, öncelikleri, kadroları, kişilik özellikleri farklı! Ama anlatı aynı! Yani 100 yıllık bu meclisin geleneği oldukça tutarlı!

100 yıl önce kurulan meclis, insan haklarını güvenliğe veya bekaya kurban etmekte sakınca görmedi. 100 yıl sonra bugün, beka ve güvenlik diye anlatılan resmi tarihle birlikte, devleti birilerinden “arındırmak” adına, ciddi bir sosyal soykırım yapıldı. 100 yıl önceki meclisin öncesinde, 1915’te olanların hasıraltı edilmesini savunanlar çoğunluktaydı. 100 yıl sonraki bu mecliste, sosyal soykırıma tabi tutulan gariban insanların kaderlerini gören sadece bir-iki milletvekili var. Meclisin gerisi maaşlarını almak ve maaşlarına zam yapmak dışında neredeyse hiçbir konuda anlaşamıyorlar. Ha, bir de sosyal soykırımı görmezden gelmek, olmadı ona gerekçe üretmek! 

100 yıl önceki mecliste başlarda parti yoktu, sonrasında ise tek parti vardı. Hem de uzunca süre! 100 yıl sonra, hakkını yemeyelim, parti var mı var! Ama işin aslında, bugünkü meclis de tıpkı 100 yıl önceki gibi, güçler ayrılığını değil güçler birliğini benimsiyor. Bu ortamda parti olsa ne olur olmasa ne olur, bunu kimse sormuyor! 100 yıl önceki mecliste de bir rejim ve o rejimin bilimum siyasi figürleri vardı. 100 yıl sonraki mecliste de rejim içi değişiklik rejimi değiştirmeyecek. 100 yıl önce liderin ömrünce liderlik yapması olağan karşılandı. 100 yıl sonra liderin ölmeden iktidarı bırakması zor gibi. 

Şimdi bunca benzerlik var – hakkını yemeyelim Türkiye kendi özgün siyasi sistemini bulmuş görünüyor. Diyebilirler ki, iyi de bir uzunca süre çok partili demokrasi demememiz oldu. Hatta Türkiye AB adayı oldu, falan! Konjonktür, Türkiye’nin en yakın dostudur bu itiraza karşı ileri sürülecek argüman. Türkiye 1945 sonrasının Soğuk Savaş atmosferiyle beraber, askeri ve jeopolitik gerçekliklerden dolayı çok partili sisteme geçti. Ve bu sistemde daima bir vesayet yapısı derinlerden ülkenin kaderine etki etti. Bugün de konjonktürel gerekliliklerle her şey olabilir. Ve zaten derinlerde ülkenin kaderini etkilemiş olan ve etkileye gelen güçler var. 100 yıl sonraki bu ortamda, gerçek şu ki ne değişirse değişsin, değişmeyen şet siyasi kültür olacak. 

Ve evet, siyasi kültür deyince burada her şeyin temelinde olan bazı özellikleri saymak lazım! Türkiye toplumu geleceğe ilişkin birbirinden çok farklı tasavvurlara ve tahayyüllere sahip vatandaşlardan oluşuyor. Batıcılar-doğucular, sağcılar-solcular, Sünniler-Aleviler, Türkler-Kürler, Nasyonalistler-İslamcılar, dindarlar-sekülerler, dinciler-laikçiler, çevre-merkez, sınıfsal farklılıklar, coğrafi farklılıklar… Kutuplaşmış bu toplumun üzerinde en fazla anlaştığı “değer” birbirlerine karşı olan toleranssızlıkları. 100 yıl önce de bu böyleydi, 100 yıl sonra da bu böyle. 1920’lerde olan, dönemin koşullarında denetlenmesi güç olan bir iktidardı – bugünkü gibi kitle iletişim araçları yoktu mesela. Bugün ne yaşanıyorsa ülkede aynı anda tüm dünyanın haberi oluyor. 1930’ların metotlarını bugün uygulamıyorsa rejim, bilin ki bundan. Buna karşın, mesele sistem dışına itmek, tecrit, ötekileştirme, cadı avı, zulüm vs. ise, 100 yılda epey bir deneyim kazanılmış belli ki. Ve bu “devlet” – hakkını verin bence – bu işi cidden iyi öğrenmiş. 

Ve bu son nokta: edinilen deneyimin farklı siyasal ekollere başarıyla nakledildiğini gözlemliyoruz. İttihatçılardan Kemalistlere, onlardan İslamcılara, siyasal düşüncelerde farklılıklar olsa da yöntemlerde ve pratikte ciddi benzerlikler var. Bu anlamda 100 yıllık bir arka plan var. Siz buna şanssızlık dersiniz belki. Ya da kader! Ben buna “devlet geleneği” diyorum. Hani var ya, meşhur, herkesin 1000 yıllık devlet geleneği dediği – bildiniz mi? Hah, işte o! İşte “Çocuk Bayramı’nı” (!) hapishanedeki 800’den fazla bebeciği görmezden gelecek pişkinlikle kutlatan, o “devlet geleneği”! 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin