Hüzün coğrafyası ve Mi’raç

YORUM | VEYSEL AYHAN

“Hüzün ki en çok yakışandır bize

Belki de en çok anladığımız.”

Hilmi Yavuz

Fatma Betül Meriç, Tr724 yazarlarından. Birbirinden güzel yazılar yazıyor. İki küçük çocuğundan ayrı düşmek zorunda kalmış bağrı yanık bir anne. Zulüm coğrafyasında ayakta durmaya çalışıyor. Her bir yazısı o topraklardan dökülen ıstırabı damıtıyor. Geçenlerde yazdığı  “Ne olur kurtar Allah’ım!” bir dönemin hicranını ve feryadını seslendiriyor. Bu günleri anlatmak için başka söze ihtiyaç bırakmıyor. Bir annenin özlem, firak ve feryadını mensur hatta manzum diyebileceğimiz bir şiir halinde gözyaşlarıyla yazıya dökmüş.

“Nerdesiniz annem?

Siz yoksunuz yanımda diyedir, bunca öksüzlüğüm.

Gözümden durmaksızın akan yaşlar, pamuk elleriniz ellerimde değil diyedir.

Her yerde siz varsınız, kalbimin odacıklarında siz.

İki kardeş, gönül salıncağımda sallanıp duruyor, uzaklara bakıyorsunuz.

Bir gülüşünüz aydınlatıverirdi, karanlıklar içinde yitip gitmeye meyleden dünyamı.

Yanımda değilsiniz. Bundandır, bunca kalp ağrılarım.

Koridor duvarına sırtımı dayayıp, sizi yanımda hayal ediyorum.

Minik varlığınız tüm yaralarımı saran kuvvetli bir iksirken, şifasından uzak düşmüş bir hastayım şimdi ben.

Burnumdaki sızı, hiç durmuyor.

İçimi çeke çeke ağlıyorum, hem kendi evlatlarıma hem tutsak 800 bebeğe ve dışarda anne yolu gözleyen tüm ciğerparelere..

Bu nasıl bir yangın ki böyle, nefes alamıyorum.

Mumdan gemileri, ateş denizlerinde yüzdüren Şeyh Galip üstadımın aksine, eriyip tükeniyor gemilerim.

Gemilerimin tek yükü kelimelerim.

Salona, yazı masamın başına geçip, bilgisayarımı açıyorum.

Masaüstünde iki minik bebek..

Birbirine sarılmış, bana bakıyorlar en şahane halleriyle.

Ekrana dokunup, seviyorum.”

Gözyaşı, hasret ve hicran mevsimindeyiz.

Yıllardır çocuklarından ayrı yaşayan anne-babalar.

Evladını Meriç’e kaptıranlar, zindanlarda hastalıklarla boğuşanlar, orada vefat edenler… Gurbet, ıstırap ve hüzün iç içe.

Bu tercihi belki de pek şuurunda olmadan başta yapmıştık.

“Seven, sevdiği ile beraberdir.” Hadisini sevmiştik de böyle bir ek faturasının önümüze çıkacağını hesap edememiştik.

Demek ki “seven” sevdiğinin başına gelenleri ufku ölçüsünde yaşamadan “sevdiğine” kavuşamuyormuş. Bedelsiz olmuyormuş.

Hüzün peygamberinin arkasına düşmek, garip olmakmış, hakir görülmekmiş, taşlanmakmış, kovulmakmış.

Bu yolun “dinlenme tesislerinde”; el üstünde tutulmak, saygı görmek ve zevk-u safa içinde yaşamak yok.

Bu sebeple de Allah’ın, O en sevğili kulunu ve hayatını sık sık hatırlamak gerekiyor.

Salat-ı Selam getirmenin şekli olmayan asıl manası belki de bu.

Hayatının hangi dönemine baksak gördüğünüz altından kalkılmaz çile karşısında başımız dönüyor.

Bu günlere tekabül eden yıllardan birkaç örnek…

Üç yıl süren boykot yılları. Aç bırakma, gıda girişini engelleme, ‘Su bile vermeyin’ emri. Kız almama, kız vermeme. Varsa ‘boşan!’ baskısı…

Bir çocuğun en sevimli ve en şirin yaşları 3-4 yaşlarıdır.

Siz hiç bu yaşta bir evladınızı kaybettiniz mi? Allah göstermesin.

Efendimiz(sav) 4 yaşındaki büyük oğlu Kasım’ı bu dönemde kaybetti.

O kadar ağır gelmişti ki cenazesini götürürken, hicranla karşıda duran Kuaykıan Dağına dönmüş, “Ey dağ! Benim başıma gelen şey, senin başına gelseydi, dayanmaz yıkılırdın.” buyurmuştu. Henüz bunun ıstırabı dinmemişti ki diğer oğlu Abdullah da vefat etti.

“Belânın en şiddetlisi, en çetini, en başa çıkılmazı Peygamberlere, sonra da sırasıyla yakın olan insanlara gelir.” Hadisinin de teyid ettiği gibi hayat-ı seniyelerinde şöyle bir rahat nefes aldıkları zamanı bulmak zordur.

Aynı yıllarda çok geçmedi Kureyşe karşı en büyük desteği Ebu Talip vefat etti. Ebu Talip sonrası azgınlaşan Kureyş kendisine taş ve topraklarla saldırdığında bir gün bu zulüm karşısında, Kâbe’nin önünde ağlayarak yürek burkuntusu ile şöyle diyecektir: “Amca! Yokluğunu ne çabuk da hissettirdin.”

Bitmemişti.

Ebu Talip’in vefatından üç gün sonra o azize refikası Hz. Hatice validemiz vefat etti.

Çok dokunmuştu. Sık sık onun odasının kapısına bakıp hüzünle “Şimdiden sonra bana kim teselli verecek?” diye dertleniyordu.

İlave bir üzüntü de küçük yaştaki Fatıma’nın yetim kalışıydı.

Ama o azize küçük Fatıma(ra) kendi üzüntüsünü bir kenara bırakım Efendimize hücum ve tazyiklere üzülüyordu. Yine öyle bir gün Babasının üstüne atılan taşı toprağı temizlerken hüngür hüngür ağlamıştı. Efendimiz (sav) ona dönmüş, gözyaşlarını elleriyle silerken “Ağlama kızım, Allah babanı zayi etmeyecektir.” demişti.

Sebep sonuç ilişkisi kuramayız. Doğru olmaz. Ama Efendimiz’in Mi’rac’a çıkışı bu dönemden hemen sonra oldu. Hüzün peygamberinin ardından giderken şen şakrak olmayı, güle oynaya yol almayı düşleyenler hayal kırıklığı yaşar. Sırattan güle oynaya geçmenin yolu dünyada hüzün yudumlamak.

Ferdi olarak her insan için mukadder olan en yüksek noktaya ulaşmak ve kişisel “mi’rac”ı tamamlamak ağır bedellerden sonra gerçekleşiyor. Gönlü mesken tutan “her şey” kapı dışarı edilmeden veya dünyadaki “her şey” feda edilmeden mutlak “Her şey” kazanılmıyor.

“Fani”yi peşin vermeden “bâki” satın alınmıyor.

Hiçbir “Mi’rac”ın bedeli hafif değil. Herkes ufku ölçüsünde bedeller ödeyerek Allah’a ve O’nun sevgisine yol alır. Bize düşen “Dünyada ve ahirette hasene istemek” sonrasında ise  kaderin önümüze çıkardığı “her ne” var ise başımızın üstüne koyup sabretmek.

Yazıyı Fatma Betül Meriç’in yazısının sonuna eklediği dua ile bitireyim:

“Kurtar Allah’ım! Bir ramazana daha garip giren, boynu bükük esaret altındakileri.

Kurtar Allah’ım! Bir bayram daha geçmesin böyle kimsesiz.

Bebekler, unutmasın anne babalarını. Çocuklar dakikalara sığdırılmış görüşlerde için için ağlamasın.

Yavrusunu doğumunu, göbek bağının düştüğünü, ilk aşısını sonra,  kırkının çıktığı günü, ilk dişinin göründüğü, yürüdüğü, baba dediği günü görmeyen babaları kurtar.

Kurtar Allah’ım! İçi yana yana, göğsünden sütü sıza sıza, kalbini dışarda bırakıp da içeriyi gül bahçelerine çevirmek üzere girmiş anneleri.

Onları yavrularına, eşlerine, hak ettikleri özgürlüklerine ve gökyüzüne kavuştur Allah’ım!.

Kurtar Allah’ım! Dışarda olduğu halde, bir yanı içerde kalanları.

Dışardayken dahi  ellerinde görünmez kelepçe, ayaklarında görünmez prangalar olanları.

Dışarda ama, tutsak bir hayatı omuzlayanları.

Dışardayken de birbirlerini görmeden yaşlananları..

Dört duvar arasında mevsimleri pencereden seyretmeye mecbur edilenleri.

Ne olur kurtar Allah’ım!”

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin