Ne olur kurtar Allah’ım!

Hezarpare…

YORUM | FATMA BETÜL MERİÇ

Gece, koyu bir lacivert takım çekmiş üstüne. Bu saatlerde uyanıklıklarıma sebep, evlatlarım olurdu hep.

Şimdi kebap olmuş ciğerlerimin yangını var, ağlamaktan şişmiş gözlerimde.

Öyle sessiz, öyle kimsesizim ki…

Bir çocuk sesi geliyor, ayrı düştüğüm miniklerimi aramaya başlıyorum yalnız olduğum evde.

Salondan çıkıp bir adım atıyorum ki, o da ne! İki gün evvel oynarken bıraktıkları legoları. Birkaç adım ötede, öpülesi ayaklarından çıkan en sevdikleri çizgi film kahramanının resminin olduğu çocuk çorapları..

Elime alıyorum. Hani diyorum, nerdesiniz?

Nerde en kötü zamanlarıma eşlik eden cıvıltılarınız, kahkaha sesleriniz?

Hani nerde, ömür boyu bıkmadan, uzun uzun bakabileceğim koyu kahverengi gözleriniz, kirlenmiş elleriniz, anne deyişiniz, nerde?

***

Yukarıdaki komşumda iftar telaşı var. Kendi mutfağımı dahi saran yemek kokularından anlıyorum. Koşuşturuyor çocuklar, düşüyorlar, kalkıyorlar tekrar.

Benim evim sessiz.

Uzun yıllardır geleni gideni kalmamış, terk edilmiş bir han gibiyim.

Ev büyüyor, ben küçülüyorum sanki içinde.

Hiçbir şey yapmak gelmiyor içimden. Hayatımın anlamı kayboluyor. Uzayıp gidiyor geceler. İftarlarımı, ezan okunduktan dakikalar sonra açıyorum. Acele etmiyorum, acele edecek bir şeyleri olmayanlar gibi. Biraz su içiyorum, yangın yerine dönen yüreğim, soğur belki.

Çayın eski tadı kalmamıştı. Şimdi yalnız yenen yemeklerin de lezzeti çekip gitti. Mutfağa geçiyorum. Başköşede iki mama sandalyesi çarpıyor gözüme. Ama oturanı yok içinde. Üstlerinde yemek lekeleri, mürekkep lekeleri kalmış. Boynu bükük duruyor yavrularımın su içtiği biberonları.

Buzdolabının kapağında minik el izleri.. Elleri ile boyadıkları resimleri..

18 aydır ayrı kaldıkları babalarının, zalime boyun eğmeyen dik duruşlu bir resmi. Ki bu resim, evde kavga sebebi olurdu. Her sabah kahvaltı esnasında, babalarının fotoğraflarını alırlardı ellerine. Ona bakarak yemek isterlerdi.

Sonra iki minik adam, o benim babam, hayır senin değil, benim babam diye kavgaya tutuşurlardı. Canım babam, derlerdi. Öperlerdi. Fotoğraftan severlerdi.

Anne iyi ki varsın derdi, büyüğü. Ben de, iyi ki siz varsınız birtanem, derdim. Kerim, tekrar ederdi sonra; anne, biz olmasak sen ne yapardın? Sımsıkı sarılırdım. Başını göğsüme yaklaştırır, siz olmasaydınız ben çok üzülür, ağlardım. Ama şimdi siz varsınız ve ben çok mutluyum, derdim. Sevinirdi. Küçüğümüz Selim, abisini kıskanır, biri kucağımda diğeri bacağıma sarılı vaziyette, koridora geçerdik birlikte. Önce atçılık oynardık, ardından yere uzanıp, uzun uzun koklaşırdık.

Cennet kokularını burnuma çekerken, gözlerime yaşlar dolardı. O anın tadını çıkaramaz, babasız bırakılışlarına, babalarının onlara duyduğu hasrete üzülür; ya ben de ayrı düşersem diye korkardım.

***

Belki yıllardır, hiç bu kadar temiz ve düzenli kalmamıştı mutfağım.

Ne yerlerde bir leke ne tezgahta yıkanmayı bekleyen bulaşıklar ne pişirilecek çorba ne  de dilimlenip çocuklar için servis edilecek bir elma…

Bu temiz ve düzenli ama içinde hayat belirtisi olmayan mutfak, değildi benim hayalim. Her gün temizleyip, nasıl her gün bu kadar kirli kalabildiğine şaşırdığım mutfağımı, bin kere tercih ederim.

Mutfaktan çıkıp, koridora geçiyorum. Taş rengi duvarlarda, boylu boyunca rengarenk keçeli kalem izleri. Küçük  ressamlarımın eskizleri, portreleri, sürrealist resimleri.

Her yerdeler. Kapının üstünde parmak izleri,  halıda içtikleri sütün lekeleri. Kalbim şimdi yerinden çıkacak.

Avuçlarının çizgilerini, kirpiklerinin adedini, bacağındaki boğumları, ensesinin mis kokusunu ezber ettiğim evlat!

Ey benim kavuşmak için yıllarca bekleyip, çok doktor değiştirip, hastane yolları eskittiğim!

Uğruna sayısını bilmediğim kadar iğne kullanıp, 9 ayını bin bir endişe ile geçirdiğim. Gözümün nuru. Gönül aydınlığım.

Anne yapanım, beni. Beni annelik makamına çıkaranım.

Ey benim, sabahlara kadar uyanık tutanım!

Şefkati ve merhameti kalbimden taşıran en güzel yanım.

Bir gülüşünüz aydınlatıverirdi, karanlıklar içinde yitip gitmeye meyleden dünyamı.

Yanımda değilsiniz. Bundandır, bunca kalp ağrılarım.

Koridor duvarına sırtımı dayayıp, sizi yanımda hayal ediyorum. Minik varlığınız tüm yaralarımı saran kuvvetli bir iksirken,  şifasından uzak düşmüş bir hastayım şimdi ben.

Dayanmalısın, dayanacaksın diyorum kendi kendime. Sabredeceksin. Yıkılmayacak, yılmayacaksın.

Senin hikayen, tek değil. Yalnız sen değilsin, yaşarken bir parçası koparılmış bir beden gibi acı çeken.

Nice anneler var…

Doğruluyorum yerimden.

Salona, yazı masamın başına geçip, bilgisayarımı açıyorum.

Masaüstünde iki minik bebek.. Birbirine sarılmış, bana bakıyorlar en şahane halleriyle.

Ekrana dokunup, seviyorum.

Nerdesiniz annem?

Siz yoksunuz yanımda diyedir,  bunca öksüzlüğüm.

Gözümden durmaksızın akan yaşlar, pamuk elleriniz ellerimde değil diyedir.

Her yerde siz varsınız, kalbimin odacıklarında siz.

İki kardeş, gönül salıncağımda sallanıp duruyor, uzaklara bakıyorsunuz.

Belki, şimdi siz de çocuk rüyalarından korkuyla uyanıp sığınacak anne göğsü arıyorsunuz.

Beni özlüyorsunuz, özlemek nedir bilmeden.

Büyükannenizi sıkıştırıp duruyorsunuz.  Annem nerde, niye işleri bitmedi daha, ne zaman gelecek? Ben onu çok özledim, diyorsunuz arka arkaya.

Bilgisayarımı kapatıp, dağılmış müsvedde kağıtlarımı çekiyorum önüme. Üstünde, üç gün evvel, minik afacanların masada duran çay bardağını boca ettikleri çay lekeli kağıtlar..

Sessiz akan yaşlarım, çağlayana dönüşüyor. Kağıtların üstüne düşüyor  bir mühür gibi gözyaşlarım.

Burnumdaki sızı, hiç durmuyor.

İçimi çeke çeke ağlıyorum, hem kendi evlatlarıma hem tutsak 800 bebeğe ve dışarda anne yolu gözleyen tüm ciğerparelere..

Bu nasıl bir yangın ki böyle, nefes alamıyorum.

Mumdan gemileri, ateş denizlerinde yüzdüren Şeyh Galip üstadımın aksine, eriyip tükeniyor gemilerim. Gemilerimin tek yükü kelimelerim.

***

Kurtar Allah’ım! Bir ramazana daha garip giren, boynu bükük esaret altındakileri.

Kurtar Allah’ım! Bir bayram daha geçmesin böyle kimsesiz.

Bebekler, unutmasın anne babalarını. Çocuklar dakikalara sığdırılmış görüşlerde için için ağlamasın.

Yavrusunu doğumunu, göbek bağının düştüğünü, ilk aşısını sonra,  kırkının çıktığı günü, ilk dişinin göründüğü, yürüdüğü, baba dediği günü görmeyen babaları kurtar.

Kurtar Allah’ım! İçi yana yana, göğsünden sütü sıza sıza, kalbini dışarda bırakıp da içeriyi gül bahçelerine çevirmek üzere girmiş anneleri.

Onları yavrularına, eşlerine, hak ettikleri özgürlüklerine ve gökyüzüne kavuştur Allah’ım!.

Kurtar Allah’ım! Dışarda olduğu halde, bir yanı içerde kalanları.

Dışardayken dahi  ellerinde görünmez kelepçe, ayaklarında görünmez prangalar olanları.

Dışarda ama, tutsak bir hayatı omuzlayanları.

Dışardayken de birbirlerini görmeden yaşlananları..

Dört duvar arasında mevsimleri pencereden seyretmeye mecbur edilenleri.

Ne olur kurtar Allah’ım!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. KİMDEN KURTARSİN??
    Kim tıkadı onları oraya?
    Kimler bir olup Zindana attılar?
    Ne yaptılar ki bu onlara reva görüldü?
    Amaç nedir?
    Neyin karşılığında ordalar?
    Ve oraya onları TIKIYANLAR mutlular mi?
    HuZurlular mı?
    Onları oraya tıkıyanlar DA namaZ kılıyorlar! ve Allah`a avuç açıp namaZlarında dua ediyorlar ve diyorlar ki: Allah`ım güçümüZe güç kat ki, biraZ daha biraZ daha bu alnı secdelileri bir tanesi dahi kalmamasına içeriye tıkıyalım…
    Onlar gaddarca duygularını yerine getirmek için cumada, camide,secdede 7/24 durmadan, bütün yandaş tarikat ve cemaatleriyle dua ediyorlar!…
    Allah`ın lanetlediğini var güçleri ile taleb ediyorlar…
    Tarihte bunlar gibisi var mıydı acaba?
    Kurana bakanda Yahudilerin iyilik diye Allah`tan lanet taleb ettiklerini görüyoruZ herhalde?
    Çağın maZlumlarının ruh halini resmeden ve bir nevi duada olan tüm yakarışlarınıZa amin diyoruZ.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin