Yeşilçam’ın muhafazakar yüzü: Yücel Çakmaklı

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Milli Sinema akımının en büyük –belki de tek- kuramcısı ve uygulayıcısı olan Yücel Çakmaklı’nın sinema serüvenini 4 ayrı evreye ayırmak mümkün.

Çakmaklı’nın sinemaya adımını atıp, önce yazıları ile ardından film setlerine girmesiyle sonuçlanacak olan yönetmenlik öncesi dönemi bu evrelerin ilkidir. Gazetecilik okulunda henüz öğrenci iken içinde bulunduğu fikir mücadelesi ve okulun son dönemlerinde ilgi duyduğu sanat, kendisinden önce herhangi bir rol model olmamasına rağmen Çakmaklı’yı sinemanın içine çekmiştir.

1960’lı yılların başında tamamladığı yüksek tahsilinin ardından askerliğini bitirip İstanbul’a dönen Yücel Çakmaklı, ilerde bir sinema akımını başlatacağından habersiz Yeni İstanbul, Düşünen Adam, Yeni İstiklal gibi yayın organlarında sinema yazarlığına başlar ve kısa süre sonra zihninde tasarladığı kuramsal yaklaşımı kağıda döker: “Türk sineması ancak köylüsü ve şehirlisi ile manevi kıymetleri maddeden üstün tutan Müslüman Türk halkının inançları, milli karakterleri, gelenekleri ile yoğrulmuş, Anadolu gerçeklerini yansıtan filmler vererek Milli Sinema hüviyetine kavuşabilecektir.” Yazının başlığı koşulacak olan uzun maratonun da ismidir adeta: “Milli Sinema İhtiyacı!” (Tohum, Ağustos -1964)

Eli kalem tutan muhafazakar kesimin ortak dilidir artık bir sinema pratiği. Ancak yapacak kimsenin de çıkacağı pek yoktur. İşte Çakmaklı böylesi bir ortamda onun sinema serüveninin ‘ikinci evresi’ diyebileceğimiz setlere adımını atmasıyla neticelenir. Çakmaklı, Aram Gülyüz, Mehmet Dinler, Osman Seden ve Orhan Aksoy gibi yönetmenlerin asistanlığını yaparak deneyim kazanır.

O sene Hacc ibadetini yapmaya yaparken aldığı özel izinle yaptığı çekimleri Kabe Yollarında adıyla belgesel film yapar. 

Elif Film adına çekilen belgeselin esas gayesi hem hacca gideceklere kılavuzluk etmek hem de haccın büyük manasını seyirciye hissettirmektir. Çakmaklı ilk filmiyle bunu başarır. 1969 yapımı belgeselin İstanbul’da birkaç sinema salonunda gösterildikten sonra Anadolu’da yoğun bir şekilde gösterimler yaptığı bilinmektedir. Kabe Yolların’danın bir başka özelliği ise beyazperdede gösterimi yapılan ilk renkli Kabe görüntüleridir.  Bu belgeselde kutsal beldede çekilen renkli görüntüler daha sonra Yücel Çakmaklı’nın Oğlum Osman filminde kullanılır. 

Bu belgeselden hemen sonra dönemin iki popüler romanından biri olan Huzur Sokağı’nı “Birleşen Yollar” ismiyle filme alır. Ancak daha ilk filminden tarzı bellidir; popüler eser popüler yıldızlar ile ilgi çekecek! Türkan Şoray ve İzzet Günay gibi iki yıldız ile çalışır ve film inanılmaz ilgi görür. Ancak eleştiriler de vardır, Çakmaklı sanatıyla ilgili eleştirileri bir yere kadar ciddiye alır ve kendi zihninde geliştirdiği ölçüyü hızla sinemaya uygular. Yöntem son derece lineerdir; popüler isimler ile popüler tarzda, Yeşilçam imkanlarını kullanarak alternatif bir dil oluşturmak! Bunu alenen dönemin medyasına da açıklar: “Sanat filmi yapacağım diye filmin muhtevasından fedakarlık edip, şekil endişesini ön plana almayı doğru bulmuyorum.”

Mesele bu kadar basittir…

Ve hızla devamı gelmeye başlar. İlk filminde yapamadığını sonra yapar ve Kısakürek’in Deprem isimli öyküsünü “Çile” ismiyle filme alır, tabi yine kendi tarzıyla. Hatta o dönem Yeşilçam çevresi kadar muhafazakar çevreden de eleştiri alır; ‘Necip Fazıl’ın canım diyaloglarına ne olmuş böyle!’ şeklinde!

Çakmaklı’nın hayranlığını gizlemediği şair Necip Fazıl Kısakürek’in “Senaryo Romanlarım” adlı kitabındaki “Sen Bana Ölümü Yendirdin” adlı hikayeden yola çıkılarak hazırlanan “Zehra”, büyük kentteki zengin ve sahte yaşantıdan kaçıp, köyüne giden bir genç kızın öyküsünü anlatmaktadır. Çakmaklı hem anlatımda ustalaşmış hem de vermek istediği mesajı filme olağanüstü büyük bir başarıyla yedirmiştir. Zehra, Çakmaklı’nın önceden aldığı eleştirileri de bertaraf etmiştir: Önceki filmlerine göre daha dengeli, daha sembolleşmiş bir anlatım deneyerek, mizansenleri yerli yerine oturmuştur.

1973-75 dönemi Milli Sinema adına en verimli dönem oldu. “Oğlum Osman” , “Kızım Ayşe”, “Diriliş”, “Memleketim.” Çakmaklı sinemasının en önemli özelliklerinden biridir bu; öykü kendisini asla tekrar etmez, ancak filmin temelinde yatan düşünce değişmez, arada “Garip Kuş” ve “Ben Doğarken Ölmüşüm” gibi iki istisna bulunsa bile! Burada “Diriliş” için özel bir parantez açmak lazım sanırım. Çakmaklı’nın bu filme kadar yaptığı sinema genel anlamda ‘abartılı ve yapmacık acıları koyu melodram formatında perdeye taşıması’ iken Diriliş ile bu kozu elden alır yönetmen. Zaten Çakmaklı’nın Yeşilçam stilizasyonu dışında film yapmak gibi bir iddiası da yoktur. Klasik Yeşilçam melodram kalıplarına ‘açı’ farklılığı getirmek gibi mütevazı bir çabadır onunki… Bu nedenle kumar ve içki müptelası bir koca ile onu bu illetlerden kurtarmak için debelenen bir kadının öyküsü olan Diriliş, dönemin algısına göre klişeleri yıkacak düzeydedir. Nitekim o dönem yapılan bir panelde kendisine yöneltilen soruya Çakmaklı’nın verdiği cevap, onun sinema dünyasını ve ‘Milli Sinema’ kavramını şahane şekilde özetler: “Milli Sinema, Türk halkının yaşayışını yansıtan, onun bugünkü yaşayış tarzına, düşüncesine, inancına ters düşmeyen filmlerdir. Ben Türk sinemasında milli anlayışta da filmler yapılabileceğini ispatlamak için bu tür filmler yapıyorum.” Ve kendine has bir üslupla kırmadan dökmeden çizgiyi belirler: “Ben milliyetçi sinema yapmıyorum, milli sinema yapıyorum…”

Yücel Çakmaklı filmografisinin yedinci filmi olan “Kızım Ayşe” artık bilinen formülün üzerine oturtulmuştur. Hikaye şudur: Okumak için köyden İstanbul’a gelen bir genç kızın, yoz bir çevre içinde nasıl ahlaksızlığa doğru itildiği, inançlarının nasıl maddeleştiği… Film Yeşilçam’ın klasik kötücül karakterlerini dengelemek için anne (Y. Kenter) ve köylü genç Ömer (M. Hekimoğlu) tiplemesiyle yozlaşmanın karşısında doğruluğun ve faziletin temsilcilerine de yer vermiştir. Ancak “Kızım Ayşe” ana öyküsünün yanında o kadar çok yan öykü ve trük barındırır ki, Çakmaklı’nın yapılan eleştirilerden etkilendiği akla gelir.

1974 yılında sinemamız altın çağını yaşarken bir teknolojik rakibi ciddi anlamda karşısında bulur: televizyon. İsmail Cem’in TRT’ye genel müdür olmasından sonra Yeşilçam’ın usta isimleri proje üstüne projeyi hayata geçirirler. Lütfi Akad, Metin Erksan, Halit Refiğ gibi isimler TRT adına seri dramalar çekmeye başlarlar.

Yücel Çakmaklı sinemasının en verimli dönemi olan ikinci evresinin son filmi ‘Memleketim’ de bu dönemde çekilir. Tarık Akan ve Filiz Akın gibi starların başrol üstlendiği film Çakmaklı’nın gözünde öncekilerden çok farklı değildir. Baştan sona milliyetçilik dozunun farkedilir oranda yükseldiği görülen film, dönemin Yeşilçam filmlerinin üzerinde bir plastik değere sahiptir ve özellikle Ulusal sinemacı çevrenin de beğenisi kazanır. Atilla Dorsay Cumhuriyet’te, “Film korkulacak olan aşırı ve gereksiz bir nasyonalizme bile düşmüyor… Memleketim, diğer yandan sağcı yönetmen Çakmaklı ile pekala diyalog kurulabileceğini, belli temeller üzerinde anlaşılabileceğini gösteriyor.” Der ve ekler; “Böyle sağın başımızın üzerinde yeri var!”

Türkiye’nin içinde bulunduğu çalkantılı siyaset denizi bir kez daha dalgalanmış ve bu dalgalanma Milli Sinema’nın –dolayısıyla Çakmaklı’nın da- kaderini değiştirmiştir. 1. MC Hükümeti Bakanlar Kurulu kararıyla İsmail TRT Genel Müdürlüğü’nden alınıp, yerine Nevzat Yalçıntaş’ın tayinini gerçekleştirir. TRT o dönem Yeşilçam’ı zehirli bir sarmaşık gibi kuşatan ‘seks filmleri furyası’nı kırmak adına televizyonu alternatif olarak kullanır. Sol medya çevrelerinin tüm eleştirilerine rağmen Nevzat Yalçıntaş, Çakmaklı’yı ‘Yerli film danışmanı’ olarak atar. Milli Sinema’nın tek temsilcisinin sanatını icra etme alanı artık ‘Beyazcam’ olmuştur.

Kendi kulvarında hep öncü olan Çakmaklı’nın TRT’deki çıkış eseri de sarsıcı olacaktır. Rasim Özdenören’in aynı adlı hikayesinden filme aldığı “Çok sesli bir ölüm” TRT’nin diğer dramalarını gölgede bırakacak derece sağlam bir dramaturjiye sahiptir. Aslında hikaye son derece yalındır: Hasta babasını at sırtından köyden şehre götürmeye çalışan bir çocuğun macerası… Ancak oluşturulan atmosfer, güçlü mekan tasarımları ve etkili mizansenler ile film beğeni kazanır ve uluslar arası ödül de alır. Hem TRT üzerinde yaşanan siyasi oyunlar hem de sektörden gelen diğer yönetmenleri –akılları sıra- koruma güdüsüyle kaleme sarılan sol kesimin yazarları ise filmde eleştirecek şey bulamayınca “film devleti aciz gösteriyor” filan şeklinde komik olma pahasına yorumlar yayınlarlar. “Çok sesli bir ölüm” artık apaçık bir şekilde göstermiştir ki; Yücel çakmaklı bir uyarlama dehasıdır. TRT birbiri peşi sıra uyarlama projeleri verir: Şevket Bulut’un “Oynaş”ı, Rasim Özdenören’in “Çözülme”si, Necip Fazıl’ın “Bir Adam Yaratmak”ı, Tarık Dursun K.’Dan “Denizin Kanı”, Tarık Buğra’dan “Kuruluş” ve “Küçük Ağa”, Turan Oflazoğlu’nun “4. Murat”ı vs… 10 yıla tam 11 dizi ya da TV filmi sığdıran Çakmaklı, Küçük Ağa ve Osmancık gibi diziler ile yine bir ilke imza atmıştır. Başlıbaşına ‘büyük’ olan bu projeler onun pratikliği ve kıvrak zekası ile ancak filme çekilebilirdi. Bugün daha sakin bir halde değerlendirme yapılacak olunursa, tüm eksikliklerine rağmen bu tarihi filmler eli yüzü düzgün, başı sonu belli, mebzul miktarda estetik içeriği ile özellikle TV izleyicisine tarihi son derece güzel şekilde aktaran filmler olarak kabul edilebilir. Bahsi geçen filmleri çektikten sonra kısa bir süre TRT’de yöneticilik yapan Çakmaklı, tıpkı 10 yıl önce Yeşilçam’da olduğu gibi yine gençlerin önünü açarak bu kurumdan ayrılır. Artık dördüncü evre sayılabilecek “ustalık” dönemi gelmiştir…

Gerek ilk dönem filmleri, gerekse TRT deneyimi Çakmaklı’yı hem usta hem de, bakış açısıyla, farklı yönetmen konumuna getirmiştir. Bu nedenle 1988 yılında çekmeye başladığı ve Kahramanmaraş’ın destansı kurtuluş öyküsünün anlatıldığı “Sahibini Arayan Madalya” yönetmenin filmografisinde zirvedir. Bu kadar önemli bir konu, son derece yalın bir dil ve üst düzey estetik anlayışla üstelik “dönem” kriterleri içinde ustalıkla perdeye yansıtılır. Film o kadar büyük heyecan doğurur ki, bir işadamı olan Mehmet Tanrısever sektöre girer ve Çakmaklı ile filmler çekmek üzere anlaşır. Milli Sinema ikinci büyük hamlesini de Yücel Çakmaklı önderliğinde yapar. Ancak bu kez kulvarda yalnız değildir Çakmaklı. Hekimoğlu İsmail’in aynı adlı romanından uyarladığı “Minyeli Abdullah” ile Yeşilçam’a epey sükseli bir dönüş yapar. Minyeli Abdullah sadece gişe başarısı yakalamakla kalmaz aynı zamanda Milli Sinema’nın ikinci ve geniş hamlesinin de işaret fişeği olur. Serinin bir de devam filmini çeken usta yönetmen yine bir ilki yapar ve özel televizyon kanalı için drama çekimlerine başlar. “Bişr-i Hafi-Bir Zamanlar Sarhoştu” ve “Kanayan Yara Bosna” ile hem dizi hem de film çekmeye devam eder.

Toparlayacak olursak; Yücel Çakmaklı sinemaya adımını attığı günden, bu hayattan ahrete intikal ettiği ana kadar hep farklı, öncü ve cesur projelerin insanı, tartışılan bir sanatçı olmuş, ancak hiçbir şey onu bildiği yoldan döndürmemiştir. Öyle ki, 2009’da vefat ettiğinde, merhumun na’şının başındaki imam bile, ‘iki film çekilmesini vasiyet etti” şeklinde konuşmuştur. Mekanı cennet olsun!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin