Yazma korkusu ve gerçeküstücü çözümler

YORUM | Prof. Dr. SALİH HOŞOĞLU

İstanbul’da bir kitapçıyı gezerken, binlerce kitap arasında bizim dünyamıza ait olanların çok az olması dikkatimi çekmişti. Okul kitapları, teknik ve mesleki kitaplar vs. dışında fikir ve düşünce dünyasına dair kitaplar arasında dini hassasiyeti olan insanların yazdıkları yok denecek kadar azdı. Konuyu uzun zaman düşündüm ve bunun nedenlerini kendimce çözümlemeye çalıştım.

Neden dini hassasiyeti olanlar edebiyat gibi alanlarda kalem oynatmaz? Sadece yazma değil, diğer bilişim araçlarını kullanarak da düşüncelerimizi anlatmıyoruz. Örnek olarak sosyal medya kullanımında fena halde yayayız. Neden ben sosyal medyada işe yarar şeyler yazan biri değilim? İki milyar kullanıcıya sahip bir platform olan Youtube’ta video paylaşımında da öyleyiz. Video hazırlamak ve paylaşmak zor bir iş olabilir. Videoların altına yazılan yorumlar bile yüzbinlerce okunuyor, oralarda bile dişe dokunur, video içeriği ile ilgili yorum yazmıyoruz.

Bu yakıcı ve zor sorunun kesin ve tatminkar cevabını henüz bulabilmiş değilim. Ancak konu, üzerinde düşünmeye, tartışmaya ve yeni şeyler söylemeye değerdir. Aslında bu problem yaşadığımız bütün meselelerle de ilişkilidir.

Niçin yaz(a)madığımız sorusunun sanırım tek bir cevabı yok. Bu sonucu ortaya çıkaran etkenler moda tabirle multifaktöriyel yani birden çok, birbirinden bağımsız veya bazıları birbiri ile ilintili… Yazmama, konuşmama veya fikir üret(e)meme ya da ürettiklerini kendine saklama bu faktörlerin etkileşimi ile ortaya çıkıyor. Benim bulabildiğim birkaç temel nedeni burada tartışmak istiyorum. Tabii ki bu problem benim yüzeysel gözlemlerimle çözümlenecek kadar basit değil ama üzerinde tartışılması çözümün ilk adımı olabilir. Belki bazı semptomların fark edilip üzerine gidilmesi çözüm için bir adım olur.

Birinci nedenin sosyolojik tabanla ilgili bir öğrenilmişlik olduğunu görüyoruz. Yakın çevremizdeki insanlar dahil dindar kitlelerin büyük çoğunluğu toplumun orta-alt tabakasından geliyorlar. Türkiye’de son yetmiş yılda köyden kente göçen ailelerin çocuklarıyız veya ailesi hala köyde olup eğitimle bir yere gelen kişileriz. Bu utanılacak ya da saklanacak bir durum değil, tam tersine kıt imkanlarla insanların eğitim alarak veya iş hayatına girerek bir yerlere gelmesi, dünyaya açılması övgüyü hak eden bir durumdur. Ancak sosyal kökenimizden kalan alışkanlıklarımızı değiştirmemiz de gerekiyor. Büyük çoğunluğumuzun anneleri babaları yüksek öğretim görmüş ya da topluma yönelik yazılar yazan kişiler değildi, bu sosyal taban anladığımız anlamda “yazmak”tan epeyce uzaktılar. Bir ya da iki nesil önceki ataları eğitimsiz olduğu için yazmayan bizlerin hala aynı yerde kalmamız bizim adımıza ayıplanacak bir durum olduğunda şüphe yok.

Birinci nedenden daha etkili olduğunu düşündüğüm bir neden de hakikate olan saygının yanlış yorumlanmasıdır. Yazmıyoruz, zira doğruları ve gerçekleri hakkıyla yazamamaktan korkuyoruz. Bu korku bizi yazmaktan ve başka vasıtalarla fikirlerimizi, düşüncelerimizi paylaşmaktan alıkoyuyor. Bu bahanenin bir boyutu da “zaten bunları daha iyi yazacak benden daha yetkin insanlar var” veya “ya yanlış bir şey yazarsam…” düşüncesidir. Türkiye’de ya da dünyada alınabilecek en iyi eğitimleri almış bu kadar insan biraz da bu saiklerle doğru bildiklerini söyleme ve topluma bir mesaj iletme derdine düşmemektedir.

Yazmayı engelleyen bir başka neden de bu konuda yapılan kaynağı belirsiz bir kısım yanlış telkinlerdir diye düşünüyorum. Ne hikmetse bazı dostlarımız “bunu düşünen ve yapan birileri vardır, büyüklerimiz daha iyi bilir” “eğer ihtiyaç olsaydı bize zaten söylerlerdi” gibi bir yaklaşım geliştirmişler, her farklı fikir veya yaklaşımı bununla savmayı veya o kişilerin kuvve-i maneviyelerini o konuda kırmayı başarıyorlar. Belki de bazılarımız itibariyle bu muhteşem bahanenin arkasında saklanıp her türlü sorumluluktan azade olduğumuzu düşünüyoruz.

Ama hakikat öyle değil, bu sorumluluk hepimizin omuzunda duruyor. Bu toplumsal bir görev olduğu için yapılmayınca herkes sorumlu olarak kalıyor. Şu anda önce Hizmet Hareketi’ni hedef alan saldırılar artık bütün dini değerleri yerle bir etmek için çok farklı kollardan yoğun saldırılar yapıyor. Bu saldırılara hakkıyla, nezaketine uygun ve etkili cevapların verilmesi herhalde bizim görevimiz olsa gerektir. Her şeyi “bir kısım büyüklere havale etmek” Bediüzzaman’ın ısrarla tekrarladığı “zaman cemaat zamanıdır” uyarısına yüzde yüz aykırıdır. Topluluğun her ferdi yetkin olduğu ya da ihtiyaç olan alanda hizmet üretmelidir. Kaldı ki Müslümanlık kişilerin ferdi olarak sorumluluğu üzerine kuruludur, kimse kimsenin günahını yüklenmez, herkes kendinden sorumludur.

Yazmanın önündeki en önemli engellerden birinin de tembellik olduğu kanaatindeyim. Her türlü üretim faaliyetinde olduğu gibi yazmak da zahmetli, zaman alıcı, sıkıcı ve sorumluluk gerektiren bir eylemdir. Çok defa da yazanlara dünyada bir faydası olmamaktadır. Zaten yetiştirilirken yanlış bir tevazu kodlaması ile yetiştirildiğimizden dolayı kendimizi yazmaya yeterli görmeme eğilimindeyiz. Yazarak sevap kazanabileceğimizi de kimse bize söylemedi diyebilirim. Bize sevap kazanabileceğimiz çok şeyler söylendi, hala söyleniyor ama bildiğimiz doğruları yazarak sevap kazanma ufku gösterilmedi. Bu durumda “dünyada faydası tartışmalı, zararının dokunması daha muhtemel olan” “yazma” eyleminde Ahiret’e müteallik bir sevap beklentisi oluşmuyor. Bu yüzden çevremizdeki insanlar yazmak için tamamen motivasyonsuz kalıyorlar ve büyük çoğunluk için yazmak bir fanteziye dönüşüyor. Maalesef bu saydığım hususlar Türkiye’de yaşayan veya dünyaya dağılmış büyük muhafazakar kitle için de geçerlidir.

İnsanları yazmaktan ve diğer paylaşımlardan alıkoyan bir husus da yazmanın faydasız olacağını düşünmeleridir. “Zaten herkes her şeyi biliyor, yazsak ne olacak ki” ya da “zaten kimse başkasının fikirlerini okumuyor, kendi mahallesindekileri okuyor” gibi bir yaklaşım ile insanların yazmaya ve fikri ürünler vermeye olan meyli kırılıyor. Burada meseleye sonuç odaklı değil de süreç odaklı bakmak daha doğru ve bize daha uygun olandır. Sonuç itibarıyla biz elimizden geldiği kadar doğru bildiklerimizi doğru metotlarla muhataplara ulaştırmak durumundayız. Bunu yaparken zaten bizim için de geçerli olan ve bütün insanlığın benimsediği kriterler içinde kalacağız. Barışçı bir üslupla ve Bediüzzaman’ın ısrarla altını çizdiği müspet hareket ederek, başkalarına hakaret etmeden, sadece doğruları yazmak ve söylemekle mükellefiz. Başarılı olmak göreceli bir kavramdır ve inananlar için başarılı olmak bu dünya ile asla sınırlı değildir. Kaldı ki modern yaklaşım da sonuç odaklı değil süreç odaklı olmayı öne çıkarmaktadır. Hedefinizi unutmadan eldeki imkanları doğru kullanarak çaba göstermek ve zamanımızın bize sunduğu imkanları kullanmak bunun için yeterlidir.

İnanıyorum ki aramızda bu konularda oldukça mahir çok insan var ve yazmak için titrin ya da unvanın olması gerekmiyor. Dünyada başyapıt olarak yüzyıllardır okunan kitapları yazanların birçoğu ciddi bir eğitim almamıştı. Önümüzdeki en önemli engel kafamızdaki sınırları aşamıyor olmamızdır. Günümüzde yazı, kitap ya da diğer fikri ürünlerin basılması problemi ortadan kalktı. Artık yayınevlerinin ya da editörlerin keyfine bağlı değiliz. On beş yaşında bir çocuk bütün dünyayı etkileyebiliyorken bizim oturup Mehdi mi beklememiz gerekiyor acaba?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Su anda cezaevlerinde olupta hayatlarinda hic siir, kitab yada bir make yazmamis insanlar buralarda cok guzel eserler uretebiliyorlar. Demek ki insanin yapisinda bu konuda ciddi bir uretkenlik potansiyeli var. Sizinde belirttiginiz insanlarin kendi olusturduklari kisitlamalardan dolayi maalesef bu cevherler ortaya cikarilamiyor. Bu da insanlik adina aslinda ciddi bir kayip. Tesekkurler.

  2. Ağzınıza sağlık; emeğinize teşekkür. Hocam, dilerim bu yazı, okuyucuya -birkaç dakika olsun- etki eder de yorum kısmına düşündüklerini yazarlar…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin