Ümmi Peygamber (5)

YORUM | AHMET KURUCAN

Geçen haftaki yazımızın son cümlesi şu soru ile bitiyordu: “Pekala Kur’an’ın mucizevi oluşunu belirtmek amacıyla okur yazar olan insanların Kur’an’ın haydi bir benzerini getirin diye meydan okumasına rağmen hiçbir ayete nazire getirememesi ama ummî olan (okuma-yazması olmayan anlamında) Hz. Peygamberin Kur’an’ı getirmesi şeklindeki çıkarımın hiç mi değeri yoktur?” Benim bu soruya cevabım, elbette var. Var ama bu Hz. Peygamber’in okur-yazar olmaması çıkarımını yapmak noktasında bana göre zayıf bir argüman. Altını çiziyorum: “bana göre.”

Önce bu yorumu yapanların argümanını dile getireyim: Eğer Peygamber Efendimiz okuma-yazma bilseydi, ayetin fezlekesinde de ifade edildiği gibi müşrikler Kur’an’ın Allah kelamı olduğundan şüphe duyarlardı. Aynı türden bir şüphe Müslümanların içinde de belirebilirdi. Böylesi bir şüphe ise Peygamberlik misyonu adına çok büyük bir handikap olurdu.”

Evet, ben argümanın zayıf olduğunu düşünüyorum. “Neden? Çünkü geçen yazıda da belirttiğimiz üzere Ankebut 47-52 ayetleri bir bütün olarak mütalaa ettiğimizde karşımıza çıkan arka plan Efendimizin okur yazarlığından ziyade Kur’an vahyinin kaynağına ilişkin bir müzakerenin/tartışmanın ya da şüphenin varlığına işaret ediyor. Müşrikler ya da ehli kitap Hz. Peygamber’i Tevrat veya İncil’den birtakım bilgiler aşırma ile itham edip vahyin dayanağını çürütme amacını taşıyorlar. Bu bağlamda “Sen daha önceden herhangi bir ilahi kitabı okumuş yazmış değildin” denilmesi çok güçlü bir karşı çıkış hatta meydan okuyuştur. Ama bu, Hz. Peygamberin okur yazar olmamasını değil ilahi kitapların muhtevasını bilmemesi ve Kur’an’ı kendisinin yazabilecek bir idrak ve güce sahip olmaması anlamındadır. Nitekim bu arka planı gözeten kişiler ayete mana verirken bunu açıkça belirtmişler ve “Sen daha önceden gönderilmiş İlahi kelamları okumamıştın; dolayısıyla Kur’an’ı kendi elinle yazabilecek durumda da değildin” demişlerdir ki bize göre doğru mana da bu olsa gerektir. Lafız ve maksad/amaç birlikteliği ayete zaten böyle mananın verilmesini zaruri kılar.

Kaldı ki mesele Kur’an’ın kaynağı ise buna yönelik Kur’an hem Peygamber Efendimizi hem de söz konusu itirazları yapan veya şüphelenen kişileri merkeze koyarak çok net beyanlarda bulunmuştur. Hz. Peygamber’e yönelik şunu diyor Kur’an: “Şayet Peygamber birtakım sözler uydurup bize isnat edecek olsaydı biz onun takatını, güç ve kuvvetini derhal keser, sonra da can damarını koparıverirdik. O zaman sizin içinizden hiç kimse buna engel olamazdı.” (Hâkka/44-47) Aslında bu ayet aynı konu üzerinde müşriklerin şüphelerine yönelik verilmiş cevapların son parçası. Öncesinde şunu diyor Allah: “(Ey müşrikler!) Görebildiğiniz ve göremediğiniz şeyler üzerine yemin ederek diyorum ki bu Kur’an şanlı-şerefli bir elçinin dilinden dökülen bir kelamdır. Dolayısıyla o bir şair sözü değildir. Ne var ki siz bu gerçeğe inanmıyorsunuz. Şunu bilin ki Kur’an bir kâhin sözü de değildir. Ama siz bunu düşünmüyorsunuz. O alemlerin rabbi Allah katından indirilmiştir.” (Hâkka/38-43)

Aynı istikamette Arapça’da “tehaddi” dediğimiz Kur’an’ın benzerini getirme noktasında meydan okumayı ihtiva eden ayetleri de bu kategoride değerlendirmeliyiz. Mesela: “Madem ki o kafirler/müşrikler “Kur’an’ı Muhammed uydurdu” diyorlar; o halde sen de şöyle onlara: “Eğer bu iddianızda tutarlı ve samimi iseniz, haydi Kur’an’ın sürelerine benzer on süre de siz uydurun da görelim. Hem bu işi yapabilmek için Allah’tan başka yardım alabileceğiniz kim varsa (putlarınız, şairleriniz, kahinleriniz) hepsini çağırın ve işbirliği yapın. Eğer onlar çağrınıza cevap vermezlerse bilin ki bu Kur’an ancak Allah’ın ilmiyle indirilmiştir ve O’ndan başka ilah yoktur. Öyleyse, artık O’na teslim olmanız gerekir, değil mi?” (Hud,13-14)

Müşriklere Kur’an ayetlerinin benzerini getirme konusunda meydan okuyan diğer iki ayet ise şunlardır: “(Ey Muhammed!) De ki: “İnsanlar ve cinler, bu Kur’an’ın bir benzerini getirmek üzere bir araya gelseler, hatta bu uğurda birbirlerine yardım edip destek verseler, yine de onun bir benzerini getiremezler.”(İsra, 88) “Madem ki kulumuz Muhammed’e indirdiğimiz Kur’an ayetlerinden şüphe duyuyorsunuz, haydi onun sürelerinden birisi gibi bir süre getirin de görelim. Bunun için Allah’tan başka yardım alacağınız başka kim varsa (putlarınız, kahinleriniz, şairleriniz) hepsini yardıma çağırın; eğer sözünüzde doğru kimseler iseniz. (Bakara, 23)

Bu eksende dikkat çekmek istediğimiz son ayet ise şudur: “Onlar neden hala Kur’an’ı tedebbür etmez, samimiyetle, içtenlikle anlamaya çalışmazlar?  Eğer Kuran Allahtan başkası tarafından gönderilmiş bir kelam olsaydı kesinlikle onda birçok çelişkiler ve tutarsızlıklar bulurlardı.” (Nisa, 82)

İmdi Kur’an’ın kaynağı konusunda te’vil ve tefsir istemeyen bu kadar açık, seçik ve net beyanların olduğu, haşa ve kella Hz. Peygamberin kendi beyanını Allah kelamı olarak ortaya koyması mümkün olmadığı ve düşünülemeyeceği, böyle bir şeye cesaret etse Allah’ın şah damarını koparırdık ayeti, benzerini getirme bağlamındaki meydan okuyan ayetler ve Allah’tan başkasına ait olsaydı çelişkiler bulurdunuz gibi deliller Hz. Peygamberi okuma yazma bilmez insan yapmaya ihtiyaç bırakmıyor diye düşünüyorum. Yukarıda kısaca meallerini verdiğimiz ayetlerin Kur’an’ın Allah kelamı olduğu şüphesi ile yaklaşan müşrik Araplar ve ehli kitaba Hz. Peygamberi okuma yazma bilmez delilinden çok daha güçlü ve müskit/susturucu olduğu kanaatindeyim. 

Bir başka ifadeyle vahyin kaynağının Allah olduğu izah ya da ispat etmek için çoğunluğu okuma-yazma bilmeyen bir kavme mensup diye Hz. Peygamberi de o kategori içinde değerlendirme ve “bakınız Kur’an gibi bir kitabı işte bu okuma-yazma bilmeyen ümmi bir insanın elinden çıkması mümkün değildir, öyleyse ilahidir” demek çok güçlü bir delil olarak ortada durmuyor. Maddeler halinde değerlendirme yapacağım sonuç bölümünde altını çizerek vurgulayacağım bir hususu yeri gelmişken burada yazayım; Peygamberlik öncesi hayatında dönemin şartları içinde ticaret yapan gerek kendi ticareti gerekse ticaret kervanlarına başkanlık yaparak başkaları adına Şam’a defalarca giden bir tüccar insanı, o toplumun okuma yazma bilmeyen çoğunluğu içinde değil, aksine okuma yazma bilen azınlığı içinde göstermek çok daha doğru bir yaklaşımdır.

Burada okuma-yazma bilmemenin bugün modern dünya insanının zihninde yapmış olduğu çağırışımdan ve Hz. Peygamber gibi kıyamete kadar gelecek milyarlarca Müslümanın liderine bunu yakıştıramama acaba şu ana kadar yaptığımız yorumlarda rol oynuyor olamaz mı? Bu soru benim de aklıma defalarca geldi. Ama bu yazı ile birlikte beş yazıyı dikkatlice okuyan ve bunları bir bütün halinde mütalaa eden okuyucular takdir edecektir ki şahsen benim zihnimin arka planında böyle bir düşünce ya da kaygı yok. Hz. Peygamber okuma-yazma bilmemiş olsa bile benim ona imanımda değişen hiçbir şey olmaz. Benim bu yazı dizisi ile yaptığım ve yapmaya çalıştığım şey, ümmi kelimesinin sözlük ve ıstılahî manalarını vermek, nüzul toplumunda bu kelimenin hangi anlamlarda kullanıldığını tespit etmek, Kur’an’da tekil ve çoğul formlarıyla geçen ümmi kelimelerinin te’vil ve tefsirlere dayanarak özgün manalarını ortaya koymak ve ümmiliğe delil olarak getirilen yorumları bu perspektiften değerlendirip özellikle ayetlerde lafız-maksad bütünlüğünü yeniden hatırlatmaktan ibaret. Dolayısıyla Ankebut süresi 48. Ayetin tefsirinde hâkim kanaate muhalif sayılabilecek bir yorum da buna dahildir. Bir kez daha tekrar edeyim, Kur’an’ın mu’ciz oluşu, kaynağının Hz. Allah olduğunu ifade etmek için söz konusu ayetten dolaylı çıkarımla yaparak Hz. Peygamber okuma yazma bilmezdi yorumunu yapmanın doğru olmadığı, böylesi bir yorumun ayetin asli manası ve verdiği mesajdan çok uzak bulunduğunu düşünüyorum.

Son bir noktaya daha bir iki cümle ile işaret edip nazil olan ilk ayette ben okuma bilmem, biz ümmi bir ümmetiz ve Hudeybiye anlaşmasında Muhammedun Resullullah kaydını silmesi için Hz. Ali’ye o cümlenin yerini göstermesi meselelerine geçeceğim. Son nokta dediğim husus şu: Kur’an da yer alan bazı ayetlerin Tevrat ve İncil’de geçen bazı ayetlerle ya da şöyle ifade edelim önceki İlahi kitaplarla Kur’an’da ve özellikle kıssalarda gözüken benzerlikler, haşa ve kella Hz. Peygamberin onlardan iktibas etmesini, nübüvvet öncesi o kitapları okuduğunu-yazdığını değil kaynak beraberliğini yani Allah’ı gösterir. Onun için bu benzerliklerden hareketle Hz. Peygamber’i okuma-yazma bilmez diye nitelendirmenin rasyonel bir dayanağı yoktur. Önceki yazılarda da ifade ettiğimiz gibi gerek Kur’an ayetleri gerekse nüzul toplumundaki yaygın kullanışı itibariyle ümmi’nin Mekke’li olma, ehli kitaba mensup olmama ve İlahi kitapların muhteviyatından habersiz bulunma, bir kişinin annesine nispetle annesinden doğduğu günde olduğu gibi okuma yazma bilmez manasındaki ümmi’den çok daha realist bir kullanıma sahiptir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Yazılarınız o kadar güzel ki (!), eşim hapiste, ben perişan halde yurtdışında, çocuklarım 3 yıldan fazla anasız babasız derdime çare oluyor(!). Utanın insanlar ne halde siz ne haldesiniz.

  2. Hudeybiye anlaşması esnasında katip tayin edilmişti. Suheyl bin Amr müşrükler adına “Bismillahirrahmanirrahim” ve “Muhammedenresulullah” ifadelerine itiraz etti. Besmele “bismikallahumme” ile değiştirildi. “Muhammeden Resulullah” ifadesine gelince Hz. Ali, “Hayır! Vallahi, ben Resûlullah sıfatını hiçbir zaman silemem.” diye yemin etti.
    Bu arada Müslümanlar da, Hz. Fahr-i Âleme karşı besledikleri muhabbet ve hürmetlerinin eseri olarak, “Biz, Resûlullah Muhammed’den başkasını yazdırmayız. Ne diye dinimiz uğrunda bu eksikliği, bu hakareti kabul ediyoruz?” diye yüksek sesle konuşmaya başladılar.
    Resûl-i Kibriyâ Efendimiz, Müslümanlara seslerini kısmalarını ve susmalarını mübârek elleriyle işâret buyurdu. Birden sustular. Bundan sonra Peygamber Efendimiz Hz. Ali’ye, “Bana o sıfatın geçtiği yeri göster.” dedi.
    Hz. Ali, “Resûlullah” kelimesinin geçtiği yeri gösterdi. Resûl-i Ekrem Efendimiz de onu eliyle sildi. Yerine ise “İbni Abdullah (Abdullah’ın oğlu)” kelimelerini yazdırdı. (Müslim, 3:1410;1411)
    Bu durumda Efendimiz ummi taklidi yapıyor olur ki muhaldir.

  3. Abi yurtdisinda bulunulan yerlerde müslüman olmayan yaşça büyük erkekler tokalaşmak için el uzatıyor,İslam’la alakalı kotu bir tepki almamak ve bağnaz denilmemesi için mecbur tokalaşmak zorunda kaliyoruz,acaba bu şekilde yanlış mı yapmış oluyoruz en doğrusu nasıl olmalidir

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin