YORUM | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN
Çocukluğumdan bu yana bilgiye değer verdim, ama daha çok ona saygı duydum. Okumak hala hem mesleğim gereği, hem de boş zamanlarımı değerlendirmek için en çok zaman ayırdığım aktivite. Okurken yeni bir şey öğrenirsiniz. Bu bir roman karakteri olabilir, bir tarihsel olay veya bir hakikat. Fakat hepsi bir bilgidir. Olan bir şeydir ve dünyayı anlamamızda, anlamlandırmamızda, hepsinden önemlisi de dönüştürmemizde bir rol oynar. Cahillikten rahatsız olurum, ama cahilleri aşağılamam. Onları cehaletlerini fark etmeye yönelik bir tutum içinde olduğumda, kırıcı olmamaya ve bilginin iktidarını kullanmamaya özen gösteririm. Ancak sosyal medyada son üç yıldır gözlemlediğim bir olgu, Türkiye insanının bilgiye değer vermesi ve bilgi sahibi olanları kaba saba bir tutumla küstürmesi. Bilgisi olmayanlar, bilgisi olanların üzerinde iktidar kurmaya kalkıyor. Bu bağlamda bilginin bırakın iktidarını kurma yanlışını, bilgi öksüz ve yetim kalıyor. Bilginin hakkını kim savunacak?
Bir şekilde Uygurlar hakkında bir yorum yazmış bulundum. Yorumda, Uygur Türkleri yazmanın doğru olmadığını, Uygurların da diğer Türkî halklar gibi kendilerini Türklerden ayrı bir millet olarak algıladıklarını ve tanımladıklarını yazdım. Oysa bilindiği üzere, Türkiye’deki egemen retorik, Uygurların Türk olduğunu varsayıyor. Bunu sadece Türkiye’de görebilirsiniz.
Türkiye Türklerini Türk olarak tanımlıyoruz. Ancak Türkler, çok geniş bir dil grubunun ve etnik grubun bir üyesi sadece. Bu linguistik ve etnik gruba “Türkî” diyoruz. Türkî gruba dâhil olan üç ana alt grup var. Bunlar Oğuzlar, Kıpçaklar ve Çağatay’lardır. Oğuzların içinde Türkler, Azeriler ve Türkmenler var. Kıpçaklara Kırgızlar, Kazaklar, Volga Tatarları gibi milletler dâhil. Çağatay ailesi için Uygurları ve Özbekleri örnek olarak verebiliriz. Türkiye Türkleri ve Azeriler, dil bakımından bir arada gruplanabilir. Önemli dilbilgisi farklılıklarına karşın, Almanlar, Avusturyalılar ve İsviçreliler gibi, tek bir linguistik aileye tasnif edilebilirler. Fakat Oğuz grubunda olmalarına karşın, coğrafi ayrım ve bundan kaynaklanan Kıpçak ve Çağatay etkisi gibi faktörlerden dolayı, Türkmence müstakil bir dil olarak kabul ediliyor. Dahası, Kıpçak ve Çağatay grubundaki tüm diller, müstakil dildir. Her biri tabiatıyla ayrı birer etnolinguistik gruptur. Bunlar bilimsel gerçekler. Reddetmek anlamsız.
Karşılaştırmayla daha iyi anlayabiliriz. Almanya, Avusturya ve İsviçre arasındaki konuşulan Almanca her ne kadar bünyesinde bazı nüanslar barındırsa da, yazılı Almanca birdir. Linguistik manada tek bir dil vardır, o da Almancadır. Almanca, Cermen (Germen) dil ailesine dâhil bir alt gruptur. Germen dil ailesinde örneğin Norveççe veya Danimarka dili de bulunmaktadır. Modern Almanca ile ciddi benzerlikler gösteren bu dilleri Almanlar Norveç Almancası veya Danimarka Almancası diye tasnif ediyor mu?
İmparatorluk ve yayılmacılık
Türkiye’deki egemen nasyonalizm, Osmanlı Devleti’nin son dönemlerinde, Yirminci Yüzyıl başlarında doğdu. İmparatorluk rüyasının canlı olduğu, Pantürkist bir ortamda palazlanan uluslaşma süreci, Birinci Dünya Savaşı’ndaki İttihatçı Turan rüyasının ete kemiğe bürünmesiyle, elitler arasında yayıldı. Rusya’dan Osmanlı Devleti’ne göç eden Türkî aydınlar tarafından başat şekilde etkilenen Türklük inşasında, Orta Asya ve Avrasya “Türklüğü”, ideolojik olarak Türkçülük ideolojisini derinden etkiledi. İsmail Gasprinski (Gaspıralı İsmail), Zeki Velidi Togan, Yusuf Akçura gibi onlarca Türkî aydın, bu akımda söz sahibi oldu. Gasprinski tarafından çıkartılan Tercüman gazetesi, tüm Türkîler tarafından anlaşılabilecek bir tür yapay ortak dil oluşturma gayesiydi. Dil aynı olsa, neden bu gayret olsun ki? Fakat imparatorluk ve yayılmacılık fikirleri öyle güçlüydü ki, olanı değil, görmek istediklerini gördüler. Osmanlı Aydınları ise daha dillerinin ve tarihlerinin yeni ayırtına varmaya başlamışlardı. Tarihlerinin İslam tarihinin dışında bir İslam öncesi dönemi kapsadığı ve büyük bir dil grubunun üyesi oldukları bilinci yerleşmeye başlıyordu. Enver Paşa gibi, Mustafa Kemal de bu ortamda büyüdü ve sosyalleşti. Enver Paşa, imparatorluğu yıkıma götürdükten sonra Orta Asya’ya giderek oradaki Kıpçak ve Çağatay “soydaşlarını” örgütlemeye ve Türk imparatorluğu kurmaya kalktı. 1917 Ekim Devrimi ertesinde bölgede güçlenen Rusya’nın da etkisiyle, Enver’in girişimi başarısız kaldı. Anadolu’da ulus devlet projesine girişen Mustafa Kemal, Ziya Gökalp’in Oğuzculuk düşüncesini gerçekleştirmeye çalışıyor, bunun birinci evresi olan Türkiyecilik aşamasına girişiyordu. Gökalp’in Türkiyeciliğini Oğuzculuk (Azeriler ve Türkmenlerle birleşme) izleyecekti. Mustafa Kemal bunu arzuluyor muydu? Sanırım bunun için fazla gerçekçiydi. Ama Ziya Gökalp’ten etkilendiği muhakkak. Gökalp’in Oğuzculuğunu Turancılık (tüm Türklerin birleşmesi) izliyordu. Bunlar işin kuramsal-ideolojik kısmı. Fakat Orta Asya Türkîlerini Türk görme tutumunun köklerinde bu tarihsel ve düşünsel macera var.
19. Yüzyıl pan ideolojilerinin tümü başarısız oldu. Germenler için ortaya atılan pan-Germenizm gibi, pan-Slavizm de başarı elde edemedi. Germen ve Slav halkları birer müstakil milletti. Tıpkı Türkîler gibi! Linguistik sınırlar çok derindi. Etnik ve fizyolojik ayrımlar gibi, coğrafya da önemli bir faktördü. Türkî mirası yeterli görmeyen romantik pan-Türkçülük, Balkanlar’dan Çin Seddine, kuzey kutup dairesinden Tacikistan-Afganistan enlemine dek bütüncül bir “Türklük” tasavvur ettiler. Bu Türklük mefkûresi, Türklere Anadolu’nun dışındaki toprakları vaat ediyordu. Vatan ne Türkiye’dir Türklere ne Türkistan, vatan müebbet ve ulu bir ülkedir: Turan diyordu. Bunu diyenler, Türkçülerdi. Kemalistler bu Türkçü ideolojiyi İkinci Dünya Savaşı’nda zararlı addetti. Çünkü Nihal Atsız gibi birçokları, Hitler Almanya’sına sempati duyuyor, Türklerin bir tür üstün ırk olduğuna inanıyordu. Cumhuriyet’in resmi tarih tezi ise Türklerin Orta Asya’dan Anadolu’ya göçünü mitleştiriyor, az sayıda savaşkan fetihçi Türk kökenlinin Anadolu’ya gelip orada yerli unsurlarla (Rumlar, Ermeniler, Kürtler, Araplar ve diğerleri) karışmış olduğu gerçeğini gizliyordu. Anadolu’nun yönetim dilinden dolayı linguistik dönüşümünü ve Türkçenin başat hale gelmesini “ırksan bir Türkleşme” olarak algılayan bu tez, pan-Türkçülerin ekmeğine yağ sürdü. Böylece “dış Türkler” miti oluştu. Buna Osmanlı cihan imparatorluğu eklemlendi. Oysa Osmanlı hanedanının Türk olmakla ilgili kimliksel bir algısı 20. Yüzyıla kadar mevcut değildi. Bilakis, göçebe Türkler (Yörükler) konusunda ciddi önyargıları vardı. “Etrak-ı bi idrak” (anlama yetisinden yoksun Türkler) türü ifadeler, bu tutumu yansıtıyor. Osmanlı ne Anadolu’da yerleşim isimlerini Türkleştirdi, ne de Türkiye dışındaki Türkî halklarla özel bir ilişki kurmaya gayret etti. İşin aslı, Timuriler ve Sefeviler Türkî olmalarına karşın, Osmanlı hanedanının can düşmanı oldu. Şii Türkîlere nazaran Sünni Araplar veya Arnavutlar çok daha “bizden” kabul edildiler. Fakat Osmanlı modernleşmesiyle ve Türkiye Cumhuriyeti ile beraber Osmanlı’nın bir “Türk devleti” olduğu miti, Türklük bilincini kuvvetlendirmek için özenle inşa edildi. Okullarda bu kimlik bilinci endoktrine edildi.
Uygurlar Türk değil
Uygurlar Türk değil. Bu onların sorunları ile ilgilenmememizi gerektirmiyor. Kazaklar veya Özbekler Türk değil. Ama bu onlarla işbirliği yapmamızı veya kültürel ortaklıklarımızdan hazzetmemizi gerektirmiyor. Her şeyden önce, o toplulukların kendileri tarafından benimsenen tarihsel kimliklere saygı duymak gerekir. Türk Tarih Kurumu ve endoktrinizasyon tezlerini bir kenara bırakmak lazım. Kürtlere “dağ Türkleri” denmesi nasıl saçmalıksa, Orta Asya toplumlarına zorla Türk denmek istenmesi bir o kadar irrasyoneldir.
Kafanın kuma gömülü kalmaması, bugünkü sürecin inşa edilen diskurunu deşifre etmek açısından çok gereklidir. Bugünkü sürecin ideolojik arka planını deşifre etmek ve sorgulamak, daha nesnel bir tarih okuması ile mümkün olabilir. Gerçeklerden kopuk bir biçimde bize okullarda öğretilen ezber bilgilerin yerine, endoktrinizasyonun hipnozunu sonlandıracak, bizi uyandıracak, sağlıklı, hepsinden önemlisi de insan haklarını benimseyen, ırkçılığı ve irredantizmi (yayılmacılığı) reddeden bir kimlik, birleştirici olabilir. Türk olmak ne iyidir, ne kötüdür. Bir kimliktir. Ötekine saygı ve ötekiyle eşitlik içinde olmayan her kimlik, inşa edilen bir güç enstrümanıdır.
Turkluk allahın yarattıgı bır hakikattir, ama insanlıgı bir araya getirme herkesin menfaatine olan ortak bir olusumdur, insanlıgın ortak degerlerini yasamın merkezine koyma yerine unsuriyeti ) milliyeti koymak ise herkesin zararına birseydir. Bolmek parcalamak ve catıstırmaktır
Liberalizm’in örfi ve lisani mirasa ne kadar zarar verdiği bu makalede seçilen kelimelerden anlaşılıyor. Gayri-ihtiyari doğal bir etkilenme olabilir lâkin şu kastî seçilen kelimeler dilimizin ve fikirlerimizin sömürüldüğüne işaret. Liberalizm’in delilsiz olan “Tabii Hal” (State of Nature) kuramının ne kadar temelsiz olduğunu anlamamız ve içtimai dokunun tahribine karşı mücadele edeceğiz. Bir Afrika atasözü: “Çocuğu terbiye eden köydür.”
İlber Ortaylı, Azeri’lerin türklerden ayrı küçük bir etnik grup olduğunu söyler ve Azeriler ile Azerbaycan Türkleri’ni ayrı tutar. Siz ise Azerileri Oğuzlar’a dayandırmışsınız!
Azerice demenin de doğru olmadığını, “Azerbaycan Türkçesi” demek gerektiğini vurgular Ortaylı.
Halil İnalcık da Tatarlar’ın türk olmadığını, bir Moğol kabilesi olduğunu söylerdi. Zaman içinde türklerle kaynaşıp türkleştikleri için “Tatar” isminin bir türk boyu gibi anlaşılmasına neden olmuş.
Uygurlar’ın bize (türk kültürüne) Özbekler’den çok daha yakın olduğunu da söyler Ortaylı. Çin’in bunca zulüm yapması da zaten asimile edemediği içindir.
M.E. Çaman bey, yazılarınızı ilgiyle takip ediyorum. Açıkçası sağcısı veya solcusu her kesimden Türkiyelilere birkaç gömlek büyük olduğunuzu düşünüyorum. Türkistan Uluslararası Yesevi Üniversitesi hukuk fakültesi mezunuyum. Öğrencilik yıĺlarımda türk personel veya öğrenciler tarafından sürekli empoze edilen kazak türkleri lafından ciddi rahatsızlık duyduğumu belirtmek isterim. Milliyetçi değilim ama böyle adeta kazak kimliğini yok edercesine zorlayıcı tutumlar hoş değildi.