Tayyip Erdoğan ile Adolf Hitler arasındaki farklar

Kolaj | Washington Times

YORUM | ALİ DİNÇER

Başlığın tuhaflığının farkındayım. Farklı zamanlarda yaşamış, farklı koşullarda ortaya çıkmış iki liderden söz ediyoruz.

Yine de birçoğumuz bu iki siyasi figür arasında benzerlikler kurma eğilimindeyiz. Nitekim ortak paydaları az değil: ikisi de zengin olmayan ailelerde dünyaya geldi, ikisi de ülkelerinde çalkantılı dönemlerin ardından iktidarı eline aldı, ikisi de kendini aşağılanmış ve dışlanmış hisseden kitlelerin duygularını demagoji yoluyla sömürerek mutlak siyasi güce erişti, ikisi de ülkelerindeki kısmi demokrasileri tedrici şekilde tek adam rejimine tahvil etti, ikisinin de etrafında yarı tanrısal lider kültleri inşa edildi ve ikisi de kendine tehdit olarak gördüğü ve nefret söyleminin hedefine oturttuğu kitleler üzerinde radikal tasfiye ve toplu imha kampanyaları yürüttü.

Bununla birlikte, bu ambalajın altında yatan çok sayıda fark var ve bunları gözardı ettiğimizde öngörülerimiz Erdoğan’ın Hitler’in adımlarını birebir takip etmesi yönünde olabiliyor.

Yine bu iki figürün çok temel noktalarda ayrışan kişiliklerini ihmal etmemiz, Erdoğan’ın ileride nasıl hatırlanacağına dair beklentilerimizi de şekillendiriyor.

Bu noktada önemli bir ayrıntıya değinme ihtiyacı hissediyorum. Hitler’in günümüzde lanetle anılmasının esas sebebi, yaygın olarak zannedildiği gibi Yahudilere ve diğer bazı gruplara karşı işlediği soykırım suçları değil, uluslararası toplumun bütün önemli aktörlerine karşı, küresel sistemi varoluşsal bir krize itecek ölçüde topyekun ve radikal bir savaşa girişmiş ve nihayetinde kaybetmiş olması.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

İşlediği soykırım suçlarının ona ve Nazizm ideolojisine dair günümüzde yerleşmiş olan retoriğin merkezine oturtulmuş olması, bu esas nedensellik bağını gözden kaçırmamıza neden olmamalı.

Zira Hitler’in antisemit fikriyatı ve diğer saplantıları iktidara gelmesinden önce bilinmeyen şeyler değildi. Kavgam adlı manifestosu yayımlandığında şansölye olmasına daha yedi yıl vardı. İlk toplama kampı olan Dachau, Hitler’in iktidara gelmesinin ardından birkaç ay içinde faaliyete girmesine rağmen, başta İngiltere olmak üzere batılı müttefiklerin Nazi Almanya’sına yıllarca dostane yaklaşmasına mani olmadı.

Keza 1938 sonbaharında Çekoslovakya topraklarının bir kısmı bizzat İngiliz ve Fransız liderler tarafından Almanya’ya anahtar teslim devredildiği sırada, en korkunç toplama kamplarından Mauthausen’deki toplu imha süreci de devam ediyordu.

Batılı müttefiklerin o dönem Nazilere karşı yürüttüğü ve bugün literatürde “yatıştırma” (appeasement) adıyla yerleşmiş bulunan tavizkâr ve ilkesiz politikanın bir benzerinin günümüzde bazı Avrupalı liderler tarafından Erdoğan’a karşı izlendiği söylenebilir.

Bu iki despot arasındaki farklardan biri burada yatıyor. Yatıştırma politikası Hitler üzerinde bir noktada iflas ettiyse de, Erdoğan vakasında şu ana kadar son derece başarılı ve 1939 tarzı bir çıkmaza saplanacağına dair herhangi bir emare görünmüyor.

Eylül 1939’da Hitler Polonya’nın Danzig (bugünkü Gdańsk) şehrine saldırdığında, İngiltere ve Fransa anlaşmalardan kaynaklanan taahhütleri uyarınca harekete geçtiler ve operasyonu durdurması için Almanya’ya ültimatom verdiler. Hitler ise geri adım atmadı. Ve neticede Batılı müttefikler savaş ilan etmek durumunda kaldı.

Bir an için bu durumda “Führer”in yerinde “Reis”in olduğunu düşünelim. Olayların nasıl farklı gelişeceği konusunda az çok fikir yürütülebilir. Ültimatom karşısında Erdoğan harekatı durdurarak Chamberlain ve Daladier ile müzakereye oturur, sembolik dahi olsa bir taviz almaya çalışır, müzakerelerin sonucunu hatta Batılıların kendisiyle masaya oturmasını bile bir şekilde kamuoyuna dış politika zaferi olarak satar, bir süre sonra da konuyu gündemden düşürürdü.

Tabii ki geriye dönük bu tür varsayımsal ve iki boyutlu projeksiyonlar sağlıklı değil. İnsan hikayeleri tek değişkenli matematik denklemine indirgenemez. Bu yola tarihi analiz yapmak için değil, yalnızca bu iki şahsiyeti birbiriyle kıyaslamak için başvuruyorum.

Hitler asker kökenli, geri adım atma fikriyle temelden sorunu olan biriydi. Birinci Dünya Savaşı’nda Alman ordusunda onbaşı olarak görev yaptı. Ordu henüz tamamen tükenmemişken Almanya teslim oldu ve Compiègne mütarekesi imzalandı. Daha sonra Versailles’ın küçük düşürücü hükümleri Almanya’nın üzerine kâbus gibi çöktü. Tüm bunların yaşattığı travma Hitler’in psikolojisi üzerinde kalıcı izler bıraktı ve zamanla benimsediği “ya hep ya hiç” felsefesinin orijinlerini oluşturdu.

Bu felsefe, Hitler’in savaş sırasındaki karar verme mekanizması üzerinde felç edici bir tesir icra etti. Örneğin Barbarossa harekatı batağa saplandığında, Rusların hesaplandığı kadar çabuk mağlup edilemeyeceği, hatta doğu cephesinin büyük bir felakete doğru gittiği ortaya çıktığında dahi Hitler, Sovyet Rusya ile müzakereye yanaşmadı. En yakın müttefiki Mussolini’nin bu yöndeki yalvarmaları da fayda etmedi.

Erdoğan’ın ve rejiminin bu vaziyeti de aynı şekilde yönetmeyeceğini tahmin edebiliriz. Muhtemeldir ki, türlü siyasi ve ekonomik tavizler vererek Stalin’i barışa ikna ettikten sonra, Barbarossa’nın kendine karşı kurulmuş bir kumpas olduğunu ilan eder, sonra da harekatın planlayıcılarından birini, örneğin Mareşal Friedrich Paulus’u, bu kumpasın günah keçisi yaparak kurşuna dizdirirdi.

Hitler’in dostlarına ve müttefiklerine nispeten sadık olduğunu söyleyebiliriz. Örneğin müttefiki İtalya’nın Libya’da İngiltere’ye karşı yaşadığı fiyaskoya bigane kalamamış, elit bir zırhlı orduyu ve en başarılı generallerinden Rommel’i, o sıralar hazırlıklarını yaptığı Rusya harekatında kullanmak yerine Il Duce’nin yardımına göndermişti.

Yine Pearl Harbor baskınından sonra ABD ile Japonya arasında patlak veren savaşa mecbur olmadığı hâlde müttefiki Japonya’nın yanında dâhil olmuştu.

Erdoğan’ın lügatinde sadakat kelimesine yer yok. Altı yıl boyunca Mavi Marmara’nın siyaseten ekmeğini yedikten sonra, İsrail ile anlaşıp filonun organizatörlerine gözünü kırpmadan “Oraya giderken bana mı sordunuz?” diyebildi. Böyle bir şeyi Hitler’in istese de yapabileceğini zannetmiyorum.

Tabii ki Hitler’in ABD’ye savaş ilan etmesinde sadakatten ziyade Sovyet Rusya’ya karşı Japon yardımı çekmek gibi gerçekçi olmayan bir beklenti de rol oynamış olabilir.

Bu ihtimal de bir diğer kişilik farkına işaret ediyor. Hitler’in realitelerle arasının pek iyi olduğu söylenemez. Savaş kendisi için yolunda giderken fazla fark edilmeyen bu özelliği, işler ters gitmeye başladıktan sonra gittikçe daha görünür hâle geldi. Özellikle sona yaklaştıkça gerçek dünyadan zihinsel düzlemde ciddi kopuşlar yaşadığı, Aralık 1944’te generaller Berlin’e hızla yaklaşan Rusların ilerlemesine çare ararken, ordunun son zırhlı rezervlerini Ardenler bölgesinde delice bir karşı taarruzda harcaması gibi irrasyonel kararlarından anlaşılıyor.

Erdoğan’ın gerçeklikle ilişkisi ise daha sağlıklı. Türk kamuoyunda ve sosyal medyada zaman zaman hükümet yanlısı unsurların estirdiği hamasi histeriyi bir kenara koyup reel icraatına odaklanırsak; iç politikada 367 krizi, Gezi parkı olayları ve Aralık 2013 yolsuzluk soruşturması gibi başlangıçta kendisi için olumsuz görünen durumlardan güçlenerek çıkabilecek; dış politikada en tehlikeli hamlelerden sonra bile uluslararası toplumun tepkileri karşısında süratle pozisyon değiştirerek durumu kontrol altına alabilecek adaptasyon ve kıvraklığa sahip olduğunu görebiliriz.

Sonuncu ve en can alıcı farka gelelim. Hitler bir idealistti. Kendini adadığı — canavarca — davası uğrunda her şeyini ortaya koydu ve her şeyi kaybedene kadar da vazgeçmedi. Ruslar Berlin’e girdikten sonra sığınağında intihar etti.

Erdoğan zannedildiği şekilde bir davaya adanmış biri değil. Nasıl ki demokrasi onun için “istediği durağa gelince inilecek bir tramvay” idiyse; İslamcılık, milliyetçilik, antiemperyalizm veya Batılılarla yapılacak alışverişler de aynı şekilde birer araç. Kişisel iktidarını, ailesini ve kurduğu imparatorluğu muhafaza etmek dışında bir ajandası yok.

İktidar Hitler için hayalini kurduğu distopik dünya düzenine götürecek bir araçtı. Erdoğan için ise maksud-u bizzat. Bu yüzden Erdoğan işler sarpa sarınca 180 derecelik dönüşler yapmakta ve gerektiğinde en yakın dostlarını bile trenin altına atmakta zorlanmıyor ve uluslararası reelpolitiğin ahlakî defolarını maharetle ve tekrar tekrar kendi lehine işletebiliyor.

Neyse ki, Hitler’in bütün bir dünyayı ateşe veren askeri kudretine sahip olmaktan çok uzak. Ülkelerin birbirine çok daha bağımlı olduğu ve bazı uluslararası mekanizmaların daha iyi yerleşmiş olduğu bir dönemde iktidara geldi. Rejimi tarafından işlenen hak ihlallerinin ve insanlığa karşı suçların en azından bir kısmı iletişim vasıtalarıyla yayılıp toplumsal ve uluslararası tepkilerle durdurulabiliyor veya hafifletilebiliyor.

Doğal olarak en çok merak edilen hikâyenin sonu. Hitler 1945 baharında kendisi açısından en onurlu çıkış yolunu tercih etmişti. Erdoğan’ın ki nasıl olur öngörmek zor. Üzerinde oturduğu iktidar düzeni şimdilik sürdürülebilir görünse de, içerideki ve dışarıdaki elverişli hava koşulları sona erdiğinde, son kurşuna kadar savaşacak potansiyel ne kendisinde ne de etrafındakilerde görünmüyor.

Bu yüzden sonunun farklı ve orijinal, ama yine de ibretlik olacağını düşünüyorum. Zaten her final biraz öyledir. Mark Twain’in dediği gibi: ‘Tarih tekerrür etmez, ancak kafiyelidir.’

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin