Sultansız saltanat rejimi: Cumhuriyet

YORUM | MAHMUT AKPINAR

29 Ekim’de Cumhuriyetin 98. yıl dönümünü kutladık. Yine Cumhuriyetin faziletlerinden, Mustafa Kemal’in halkı padişahlardan kurtarıp millet iradesine dayanan bir yönetim kurduğundan filan bahsedildi. Atatürk ve Cumhuriyet adına sosyal medyada ‘hashtag’ler açıldı. Kemalistler hiçbir tarikatın şeyhine göstermediği vecdle Mustafa Kemal’e aşkını, özlemini dile getirdi.

Kemalistleri dinlediğinizde zannedersiniz ki Osmanlı yıkılınca ülkede İskandinav ülkelerinde, İsviçre’de İngiltere’de olmayan bir demokrasi kuruldu. Padişahları gönderince ülkenin başına demokrat, halkı ve taleplerini dikkate alan bir lider geldi. Rejimin adı Cumhuriyet olarak konunca zannedersiniz ki parlamentonun dikkate alındığı, kararların Meclisten geçirildiği, parlamenterlerin millet tarafından ve objektif kriterlerle seçildiği bir parlamenter demokrasi kuruldu.

BU YAZIYI YOUTUBE’DA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Milli mücadeleyi Birinci Meclis verdi ve bu Meclis’in omurgasını oluşturanlar Osmanlı’nın parlamentosu olan Meclis-i Mebusan’dan gelen temsilcilerdi. 23 Nisan 1920’de TBMM’yi açan, Milli Mücadele’nin yürütülmesinde görev alan, oldukça demokratik, çoğulcu yapıya sahip ilk Meclis, Osmanlı’dan tevarüs edilen Meclisti. Bu Meclisin vekilleri ve Halide Edip’ten Mehmet Akif’e kadar aydınlar Anadolu’yu adım adım dolaştılar, halkı Milli Mücadeleye destek vermeye ikna ettiler. İşgale uğramış ülkenin yeniden kurulacak ordusu için fakir halktan yardımlar topladılar.

Cumhuriyet’i karalama, Mustafa Kemal’in Milli Mücadelede ortaya koyduğu liderliği inkar etme düşüncesinde değilim. Ama “mağlubiyetler komutanlara, zaferler bütün orduya, halka verilir” kaidesi gereği “her şeyi tek başına Mustafa Kemal yapmış ve onun dışında kimse yokmuş” gibi davranılarak ülkede padişahlıktan daha ağır bir tek adam kültürü inşa edilmesine karşıyım. Milli Mücadele ve Cumhuriyet’in ilanı üzerinden yüz yıl geçti. Artık bu konuların dokunulmazlıklar üzerinden sürdürülmesi, hala Koruma Kanunları altında tartışılması ülkenin ayıbı. Kemalistler akla ve bilime vurgu yaparlar ama akla ve bilime aykırı şekilde olayların objektif bilim adamlarınca, tarihçilerce sorgulanmasına müsaade etmezler. Padişahların yüceltilmesine kızarlar ama ondan daha öte ve yasalarla/anayasa ile korunan bir yüceltmeyi Mustafa Kemal’e uygularlar. Dini gruplara kült, yobaz yapılar derler, ama Mustafa Kemal’e hiçbir tarikatın şeyhine söylemeyeceği olağanüstü vasıfları yüklemekten çekinmezler. Bilimin en temel esası soru sormaktır, sorgulamaktır. Bilimi, aklı esas aldığını iddia eden Kemalistler Mustafa Kemal’i peygamberden öte kutsal ve sorgulanmaz kabul eder, en küçük eleştiriye linçle karşılık verirler.

Kemalist rejimi kuran parti Cumhuriyet Halk Partisi idi. Lideri ise Mustafa Kemal. Bugün Erdoğan’ın yaptığına benzer Tek parti dönemi boyunca Partili Cumhurbaşkanlığı sistemi işletildi. Kemalistlerin bunu sorgulamamalarını bir tarafa bırakalım. Lakin Mustafa Kemal ve İnönü liderliğindeki Cumhuriyet rejiminde ve lideri oldukları Cumhuriyet Halk Partisi’nde cumhurun ve halkın hiç bir önemi yoktu. Halk adına her şeye karar veren, devletin bütün kurumlarını Erdoğan’la ve padişahlarla kıyas edilemeyecek kadar tek başına ve otoriter şekilde yöneten liderlerdi, bahsettiğimiz kişiler. Bir Cumhuriyet kurulmuştu veya ortada adı “Cumhuriyet” olan bir rejim vardı ama cumhurun esamesi okunmuyordu. Cumhur, halk sadece şekle sokulacak, güdülecek yığınlar olarak görülüyordu. CHP belki de tarihte ilk defa Kılıçdaroğlu liderliğinde halkı cumhuru dikkate almaya, halka inmeye başladı. Bunda rejim açısından “öteki” olmasının yani Kürt ve Alevi olmasının etkili olduğunu düşünüyorum.

Bugün hep beraber Erdoğan’ın TBMM’yi etkisizleştirdiğini söylüyoruz. Bu doğru. Ama Kemalist rejimin ilk yıllarında 1924 İkinci Meclis’le birlikte TBMM’nin hiçbir hükmü ve önemi kalmadı. Meclis üyelerinin seçilmesinde halkın etkisi yoktu. Mustafa Kemal ve çevresi listeleri hazırlıyordu ve parlamento o listelerden oluşuyordu. Dilediği zaman başbakanları, bakanları değiştirebiliyordu. Sanırım bütün vicdanlı tarihçiler bana katılacaklardır, 1924 sonrası TBMM, Osmanlı son döneminde kurulan ve işleyen, başında padişahın olduğu meşrutî yönetimin Meclis’i kadar etkili değildi. Meclis-i Mebusan tek parti döneminin TBMM’sinden çok daha fonksiyonel ve etkiliydi. Osmanlı son dönemindeki mebuslar da Tek Parti dönemindeki milletvekillerinden çok daha aktif ve etkiliydi.

Mustafa Kemal saltanatı kaldırmış ve Cumhuriyet’i ilan etmişti ama elinde bulundurduğu güç ve yetki Vahdettin’le, Abdülmecit’le hatta II. Abdülhamit’le kıyaslanmayacak kadar büyüktü. Tek Parti dönemi Osmanlı döneminden daha merkeziyetçiydi. Mustafa Kemal’i denetleyecek ve dengeleyecek hiçbir güç, kurum, kişi bulunmuyordu. Cumhuriyet tarihinde İlk defa 1950 yılında cumhurun seçtiği vekiller parlamentoyu oluşturdu.  Cumhurun seçtiği başbakan ve bakanlar ilk defa çok partili dönemde görev yapabildi. 1924’te yapılan Anayasa ilk defa 1950’de geçerli ve dikkate alınır hale geldi. Nitekim sistemi kontrol eden Kemalist-ulusalcı zihniyet daha sonra cumhurun iradesine defalarca darbe yaptı ve tekrar Tek Parti döneminin kodlarına dönmeye öykündü. Defalarca parlamentoya, seçmene, kurumlara ayar verdiler. Anlatılanların aksine Mustafa Kemal ve İnönü bu dönemde cari anayasayı ve yasaları Erdoğan kadar bile dikkate almıyorlardı.

Mustafa Kemal ve Tek Parti dönemi elbette tarihimizin bir parçası. Onları tarihe emanet ederek ele alma taraftarıyım. Rövanşist yaklaşımlarla oradan yeni düşmanlıklar, kutuplaşmalar çıkarmayı doğru bulmuyorum. Fakat her şey ortada iken 1924-1950 arasında gerçekten cumhuru dikkate alan, halkın yönetime katıldığı bir yönetim varmış veya temerküz etmiş yönetim anlayışı bitmiş gibi sunmak ve bunu kendinden geçercesine coşkuyla kutlamak tarihe, doğrulara ve en başta cumhura (halka) hakarettir.

1924-1950 arası döneme bir ad verilecekse “Cumhursuz Cumhuriyet” veya “Sultansız Saltanat Dönemi” denebilir. Cumhuriyet gerçekten cumhurun dikkate alındığı, çoğulcu, demokratik, laik (laikçi değil) ve hukukun üstünlüğüne dayalı bir yönetime evrilemezse, 29 Ekim Kemalistlerin kendilerini iyi hissettiği, nostalji yaşadığı günler olarak kalmaya devam edecektir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. 1924-1950 arası tek parti idaresi vardı, kabul. Sonra ilk kez halk gerçek anlamda parlamentoyu seçti, tamam.
    Ama sonra ne oldu? DP iktidarı de diktatörlüğe yönelmedi mi? Dini kesimlerin hoşuna giden birkaç adım attı diye diğer günahları göz ardı mı edilmeli? DP´den yarım asır sonra gelen AKP de aynı yozlaşmayı yaşamıyor mu şimdi?
    Bence hiç bir kesim diğer kesimi suçlamamalı. Her kesim kendi sorgulamasını yapmalı. Ama buna yanaşmak istemiyorlar insanların büyük çoğunluğu. Ezberlerin bozulmasını, zihinsel konforunun bozulmasını istemiyor.
    Galiba saltanat konusunda kültürle alakalı bir sorun var. Bu kendini tavandan tabana her kademede gösteriyor. Başbakan olan diktatörlüğe yöneliyor. Parti başkanı milletvekili adaylarını belirliyor. Bir defa parti başkanı olan tıpkı diktatörler gibi orada kalıyor.
    Milletvekili ayrıcalıklarından vazgeçmiyor, günlük hayatında karşısında vatandaş çıksa “Sen benim kim olduğumu biliyor musun?” diyor, bakan, parti başkanı çıksa ceket ilikliyor. Daha alt kademedekiler, hatta müftü bile makam arabası alıyor. Vatandaş da belki ilerde bana da fırsat doğar diye rüya görüyor.
    Toplu bir sorgulama gerekiyor bence her kademede.

  2. Konu hakkında düşünürken şu eklemeyi de yapma ihtiyacını hissettim.
    Yazı bende Alman yazar Heinrich Mann´ın 1914 yılında kaleme aldığı “Der Untertan” (tebaa, kul, itaatkar) isimli romanını çağrıştırdı. Bu eserde romanın fiktif kahramanı Diderich Hessling´in hayatı anlatılır ki, bu isim aynı zamanda “küçük”, “çirkin” gibi sıfatları çağrıştırıyor. Bu kahraman kendinden yukarıdakilere karşı itaatkardır, cesareti yoktur, araziye uyar. Heinrich Mann bu kahramanı ile dönemin toplumunda belli bir tip insanın portresini çizer. Bu tipin karakteri ise şöyle özetlenebilir: Kendinden üstündekilere karşı boynu eğik ve ezik, aşağıdakilere karşı ise yukarıdan bakan ve ezen bir tiran.
    Bugünün Türkiye´sinde de bu tipler çok yaygın bence. Burada aklıma geçenlerde makam arabasından bir polis memuruna hakaretler yağdıran, “Ağzından tükürükler saçılıyor” diyen AKP´li miletvekili kadın aklıma geldi. Mecliste yukarıdan gelen emirlere göre elini kaldırıp indirmekten başka fonksiyonu bulunmayan, kendi fikri gibi bir lüksü olmayan, tek özelliği parti başkanının gözüne girerek milletvekili seçilmek olan biri kendinden aşağıda gördüğü biri ile karşılaştığında bir tiran kesiliyor.
    Galiba Türkiye´deki sorun, paketin üstünde cumhuriyet yazması, içinde ise saltanat ve bu saltanat rejimine uygun tebanın bulunması. Yani “Untertan” ruhlu kişiler.
    Neyse…
    Tüm tebanın/kulların Cumhuriyet Bayramı kutlu olsun!

  3. Kemalistler yukarıda saydığınız özellikleri içeren dönemi seviyor ve eleştiri getirmiyorsa, o zaman demokrat olmadıklarını kabul ediyorlar demek ki. Zaten onların demokrasi derdi yok ki. Hangi konuşmalarında demokrasi, hukukun üstünlüğünden bahsettiler ki.
    Onlar şımartılmaya alışmışlar. Yani siz şöylesiniz, böylesiniz diye bütün övgüleri üzerlerine alırken, kendilerinden olmayanlar da şöyle kötü, böyle kötü diye aşağılanmaktadır. Düşünsenize sürekli övgü alıyorsunuz, birileri de sürekli kafasına tokat yiyor, aşağılanıyor. Evde iki kardeş arasında ayırımcılık yapmak gibi yada üvey kardeşi sürekli dışlamak gibi. Zamanla övülen kişi kendini aşağılanan kişi karşısında üstün görmeye başlar. Kendini herşeyi hak eden efendi, karşıdakini ise aşağılık hakkı olmayan varlık gibi görür. İstediğini yapma hakkına sahiptir, karşıdaki ise terbiye edilmesi gereken bir insan. Kendisi evrim basamaklarının en üstünde iken karşısındaki kıllı goril. Kendisi üstün, karşıdaki aşağılık.
    Bu yapıdaki insana siz demokrat olmayı, elindekileri paylaşmayı kabul ettirebilirmisiniz? Eğer kemalistlerin davası üstünlük ise, onlara demokrasi, hukukun üstünlüğü eleştirisi getirmeniz gereksiz. Onların bu halinin atatürkle alakası yok. Atatürkün konumu farklıydı. Biz sıradan insanların üstün olmaya çalışmasından bahsediyoruz. Atatürkün yerinde kim olsa o güçleri ele geçirse belki aynı şeyleri yapacaktı. Kurtuluş savaşını veren insanlar arasında üstünlük diye ayırım çıkardılar. Ben üstünüm sen aşağısın. Tanrı davası gütmeyi farkında olmadan yada bilerek öğrettiler onlara. Onların davası sadece üstünlük duygusu. Bu duygu bir insan çökertmeye yeter de artar. Çok korkutucu bir duygu. Şeytanın hikayesi aklıma geliyor. Şeytan en azından ateşten yaratıldığı için kendini insandan üstün görmüş. Bunlar ise topraktan yaratıldıklarını unutmuş gibiler.

  4. Karunun saltanat rejimi demeliydin dostum. Para babalarinin saltanati. Cumhuriyet Sultana karsi bir rejim olarak kurulmadi daha tehlikeli bir saltanat icin para tuzagi saltanati icin kuruldu. Sultanlik da isin harharasi osmanli padisahlari simdiki gibi halkin herseyine karisan insanlar degildi, asker idiler sadece.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin