Kalem kılıcı yendi mi?

YORUM | VEYSEL AYHAN

(Nübüvvet ve Devlet Yazıları- 25)

İslam’ın yayılışında yaygın kanaat fetihlerin ağırlıklı rolü olduğudur.

Peki gerçekten ana faktör fetihler miydi?

Güçlü olmak ve hakimiyet kurmak mı etkili oldu, yoksa temsil ve tebliğ mi?

Bu konuda önemli bir tespit aktarayım:

“Siyasi anlamda bozulmaların yaşandığı zaman dilimlerinde İslâm, manevi alandaki en büyük fetihlerinden bazılarını gerçekleştirmiştir. Şöyle ki; on birinci yüzyılda daha İslâm dini ile tanışmamış olan Selçuklular ve on üçüncü yüzyılda da Moğol istilâcılar, Müslümanlara büyük hezimetler yaşatmışlarsa da sonradan istilâ ettikleri topraklarda yaşayan insanların dinini kabul ederek İslâmiyet’i seçmişlerdir…

Çoğu defa iddia edildiği gibi, İslâm’ın ruhî enerjisi, siyasi gücü ile doğru orantılı değildir. Müslümanlar, sıkıntılardan istifade edilmesini öğrenmiştir ve refah seviyesi düşüklüğünü dinin bitişi şeklinde algılamak şöyle dursun, Hıristiyan idaresinde en uzun süre bulunan Müslüman ülkelerin irşad ve tebliğ faaliyetinde en aktif rolü üstlendiklerini görmek önemlidir. Hint ve Malay Müslümanları, dinin yayılması yolunda, Türkiye ve Fas’ta arasanız da bulamayacağınız türden bir gayret ve iştiyak sergilemektedirler…” (İslâm’ın Tebliğ Tarihi, Prof. Thomas Walker Arnold)

Bu konuda Prof. Dr. Hamza Aktan’ın çok önemli bir makalesi var.

Oradan bir bölüm:

“İslam dünyasını fetihlerle kazanılmış ve İslam’a tebliğ ile kazandırılmış kesim olarak ikiye ayırarak farklı açılardan bir karşılaştırma yapabiliriz. Bu iki kesimi iki ayrı tablo olarak mukayese ettiğimizde olumlu görüntülerin tebliğ ile ulaşılmış kesimde mevcut olduğunu görürüz. Olumlu görüntü olarak nitelediğimiz bu ayırıcı özellikleri dört başlık altında toplayabiliriz:

1- Tebliğ ile İslama kazandırılmış kesimin fetihle kazanılmış kesime göre daha geniş bir coğrafya yayılmış olduğu görülür. İslam’ın tebliğle ulaştığı Bengal, Malezya, Endonezya, Filipinler, Kuzey sahil şeridinin altından Güneye Ekvator çizgisinin altına kadar Afrika Kıtası, kısmen Orta Asya kesimi fetihlerle ulaşılan yörelerden daha geniş bir coğrafya oluşturmaktadır.

2- Tebliğ ile ulaşılan yörelerdeki Müslüman nüfusun fetihle ulaşılan yörelerdeki Müslümanlardan daha fazla olduğu görülür. Tebliğ ile İslam’a kazandırılmış nüfus içine Avrupa, Amerika, Avusturalya, Çin ve diğer Uzak Doğu Müslümanlarını da katmamız gerekir.

3- Fetihle ulaşılan yörelerde başlangıçtan itibaren, mezhep kavgalarının, iç çekişmelerin, isyan hareketlerinin sürekli olageldiğini gördüğümüz halde tebliğle ulaşılan yörelerde insanların İslamı gönülden benimsemiş olmaları nedeniyle buralarda bu tür olumsuzluklar gözlenmemiştir. bu kesimdeki Müslümanlar inançlarında daha samimi ve Müslümanlara karşı daha sıcaktırlar. Fethedilen yöre halkı fatihleri istilacı olarak görürken tebliğle kazanılan yöre halkı kendilerini İslamla tanıştıran öncüleri birer uyarıcı, evliya ve kurtarıcı olarak görmektedirler.

4 – Fetihle kazanılan ve yüzlerce yıl bir İslam ülkesi olarak kalmış olan oldukca geniş bir coğrafya kaybedilmiş ve İslam ülkesi olmaktan çıkmıştır. Müslümanların bu yörelerden atılıp çıkarılması sırasında pek çok kan dökülmüş, göz yaşı akıtılmış acılar çekilmiştir. Buna mukabil tebliğle kazınlan kesimin insanları İslamı gönülden benimsedikleri için İslamın bu yörelere yerleşmesi kesin ve kalıcı olmuştur.

Bu açık tablonun değerlendirilmesinden sonra Müslümanlığın kılıç dini olduğu, kılıç zoruyla yayıldığı iddiasının temelsiz kaldığı görülür. İslam duru tevhit akidesinin sıcaklığı ve cazibesiyle gönülleri fethederek yayılmıştır. İslam tarihi boyunca Müslüman hükümdarların zaman zaman birbirleriyle, zaman zaman gayri müslim krallarla yaptıkları savaşları Kur’an’da ifadesini bulan cihat müessesesiyle karıştırmamak gerekir. Bu savaşlar çoğu kere cihangirlik emelleriyle yapılmış egemenlik kavgalarıdır. Bu savaşları vuku buldukları çağın ve o günkü siyasetin koşullarında değerlendirmek gerekir.

Bu savaşların cihat olarak adlandırılması tartışılır. Çünkü savaş boyutuyla cihat yukarıda mealini veridiğimiz ayetlerin (Mümtehine 8-9) işaretiyle saldırganlık niteliği taşımamalıdır. Saldırgan olan ve savaşı kaçınılmaz kılan karşı taraf olmalıdır. Karşı tarafın saldırgan olması da tek başına o savaşın cihat olarak adlandırılmasına yetmez. Bu saldırının Müslümanlara dinleri ve inançları nedeniyle yapılmış olması gerekir.” (Kur’an ve Sünnet Işığında Düşünce ve İnanç Özgürlüğü, Prof. Dr. Hamza Aktan, Uluslararası Avrupa Birliği Şurası Tebliğ ve Müzakereleri, Ankara 2000.)

Bir başka akademisyenle devam edeyim:

“Savaşların meydana gelmediği veya az olduğu Çin, Hindistan, Endonezya ve Afrika kıtası sahillerindeki memleketler, bugün dünya Müslümanlarının çoğunluğunun ikamet ettiği bölgelerdir. Bu bölgelerde Müslümanlarla ülke insanları arasında az sayıdaki çatışmadan başka savaş olmamış, buralarda İslam Müslüman ilim adamları, tüccar ve denizciler vasıtasıyla yayılmıştır.

651 yılında dönemin halifesi Hz. Osman da Çin’e bir heyet göndermiştir. Çin ile münasebetler bu tarihlerde başlamış, sonraki dönemlerde Müslüman tüccarlardan Çin’e yerleşenler olmuştur. Böylece Çin’de İslam, samimi Müslümanların gayretleriyle yayılmıştır.

Hindistan ve Uzakdoğu’da da İslam, büyük ölçüde Müslüman tüccarlar aracılığıyla yayılmıştır. Zaman içerisinde Hindistan’da İslam iyice yerleşmiş ve bir İslam medeniyeti kurulmuştur.

İslam, Malezya’da da 1400 yılından önce tedrici olarak yayılmıştır. Güney Filipinler halkı da 1500 yılından önce müslümanlığı kabule başlamıştır.

Çin, Hindistan, Uzakdoğu ve Endonezya gibi oldukça geniş bir coğrafyada, İslam’ın yayılması için seferler düzenlendiğine ve savaşların yapıldığına dair bir bilgi tarihi kaynaklarda geçmemektedir. Bütün bunlar söz konusu ülke ve bölgelerde İslam’ın kılıçla değil, samimi ve gayretli tüccarların tebliğ faaliyetleriyle yayıldığını göstermektedir.”  (İslamiyet’in yayılmasında savaş ve şiddetin rolü, Doç. Dr. Veysel Nargül)

Fetihlerin tebliğ faaliyetlerini gölgelemesinde belki şu saik etkili idi:

“İslam dünyasına dair üretilen söylem ve fikirlerin Osmanlı tarihi anlatısıyla ziyadesiyle iç içe geçmiş olmasıdır. 1950’li yıllardan günümüze doğru giderek söylemsel üstünlük kazanan bir tarih anlatısı, Osmanlıları İslam’ın mutlak mânâda yegâne temsilcisi olduğu fikrine dayanmıştır.” (İslam Dünyası Fikri, Prof. Dr. Cemil Aydın)

Belki de bu tarih anlatısı ile fetihlere yoğunlaşınca bir sonraki yazıda sıralayacağım küresel kutsi yolculukları görmemiz zorlaşıyor.

Asıl fethin ne olduğunu Kurân’dan Hudeybiye ile öğrenmiştik. Aynı noktaya tarihçi de işaret ediyor:

“İslâmiyet’in tebliğ ruhunun delilleri, ne zâlimlerin zulmünde veya bağnaz kimselerin öfkesinde aranmalı, ne de bir elinde kılıç, bir elinde Kur’ân, efsanevi şahsiyete haiz Müslüman cengâverlerin kahramanlıklarında aranmalıdır. Aksine, dinlerini dünyanın her tarafına taşıyan vaiz ve tâcirlerin sâkin ve iknâcı gayretlerinde aramak gerekmektedir.” (İslâm’ın Tebliğ Tarihi, Prof. Thomas Walker Arnold)

Tebliğ başarısının temelinde samimiyet ve içten bir inanç vardı.

Bunu müsteşrikler de doğruluyor:

(Dünyanın her yanına koşarcasına yayılan tâcir ve muallimlerin) “Konuşmaları (ikiyüzlülük olmaksızın) sürekli din hakkındaydı ki bu onlar için dostça ve samimi bir hatırlayış anlamına geliyordu.” M. Charles Doughty, Travels in Arabia Deserta.

Doughty’nin kastettiği belki de ‘sohbet-i canan’dı.

Sonraki yazı: Kutsi yolculuklar

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

10 YORUMLAR

  1. Yazar bu yazısında hangi mesajı vermek istiyor?
    Benim anladığım, tebliğ ve temsil ile yayılan İslam gönüllerde daha fazla yer etti ve daha kalıcı oldu. Siyasi hakimiyet sayesinde yayıldığı yerlerde ise gönüllere aynı ölçüde yerleşemedi. Bu coğrafyaların bir kısmı tamamen kaybedildi. İslam´ın yayılma gücü siyasi güç ile paralel ilerlemedi…
    Bu durumda kafaya bazı sorular takılıyor:
    1. İslam´ın hakim olduğu topraklar Hz. Peygamberin vefatından sonra çok hızlı bir şekilde genişledi. Bu genişleme ne anlama geliyor? Amaç neydi? İslam´ın yayılması idiyse bu İslam´ın kılıçla yayıldığı anlamına gelmez mi? Amaç İslam´ın yayılması değildiyse, o zaman verilen bu fetihler dünyevi menfaat kavgası değil miydi? Amaç dünyevi kavga idiyse, o zaman bu savaşlarda ölenler nasıl şehit olur?
    2. Osmanlı´nın yayılmasını yukarıdaki yazı ışığında nasıl yorumlamak lazım? Osmanlı Balkanlarda Avrupa içlerine doğru hangi amaçla yayıldı? Amaç Islam mıydı, ganimet miydi? Ganimet idiyse bu bir anlamda yağmacılık ve barbarlık anlamına gelmez mi, bir de yaşananlara karşı tarafın gözüyle bakarsak? Yoksa atalarımız melek gibi insanlar mıydı, sadece savunma savaşı yaptı?
    Osmanlı doğu ve güneyde hangi amaçla hakimiyet alanını genişletti? Amaç İslam idiyse zaten oradakiler Müslüman değiller miydi? Biz başkalarının yayılmasını, dünyaya açılmasını yayılmacılık, yağmacılık, emperyalizm, Haçlı Seferleri´nde olduğu gibi katliam olarak algılarken Osmanlı´nın yayılmasını hangi gerekçelerle savunabiliyoruz?
    3. Bugün İslam´ın kılıç yolu ile mi, kalem ile mi yayıldığı konusundaki bir yazının yayınlanma amacı nedir? Veya şöyle soralım: Bugün bir dinin yayılması hangi gerekçelerle savunulabilir? İslam insanlara neyi vaad etmektedir? Hadi ahiret yönü ile cenneti vaad ediyor diyelim, bu dünya adına İslam ile insanlar neyi kazanacaktır? İslam´ın vaad ettiği bu kazanımları Müslümanlar kendi hayatlarında neden gösterememektedir?
    Yoksa bu dünyada daha huzurlu bir hayat için din dışında başka kaynaklardan, başka bilim dallarından da istifade etmek mi gerekmektedir? Müslümanlar din dışındaki kaynaklardan neden istifade edememektedir?

    • Size yazi serisini tekrar okumanizi tavsiye ederim.

      Öncelikle yazar islam devletlerinin yaptigi savaslari, kendi tarih baglaminda incelenmesi gerektigini söylemis. Osmanlinin savaslarina da bu baglamda bakmalisiniz. Hepsine tamamen cihad denemeyecegi gibi, hepsine isgal de denemez. Ayrica savas emrini veren isgal niyeti oldugu gibi savasan askerlerden teblig niyeti olabilecegini de vurgulamis yazar, yada bunun tam tersi olabilcegini biz cikarabiliyoruz yazidan.

      Islamin ilk döneminde verilen savaslarin bir cogu varliklarini sürdürmek icin kacinilmaz oldugu ortadadir. 4 halife dönemindeki savaslarin cogu yörenin halklarina karsi degil zalim hükümdarlarindan dolayi (halka baski yada islam devletini hedef alma) oldugu bu yüzden islam devleti yöre halkinin ciddi direnmesiyle karsilasmadigi icin cok hizli genisledigi belirtilmistir.

      Tekrar Osmanliya dönecek olursak siyasi amacla yapilan savaslarda devletin bütünlügünü devam ettirmek, müslümanlarin güvenliginin teminini devam ettirebilmek icin cihad sayilabilicek olsada bunlari tek tek degerlendirmek, ve iyi bilgi birikimine sahip olmak gerektigi ortadadir. Ancak Osmanlinin feth ettigi yerlerde katliam, zorla dinlerinden döndürme gibi bir baski oldugu tarihi kayitlarda yoktur. Haliyle Hacli seferlerinden bu yönüyle rahatlikla ayrilabilir.

      Müslüman cografya ile yapilan savaslar, isyanlari önleme devletin güvenligini tesis etme gibi nedenlerle oldugu gibi, müslüman bir devletin basinda müslümanlara ve müslüman devletlere zarar veren hükümdarlar olabilecegi gayet normal bi durumdur. Bkz. günümüz müslüman cografyasina.

      3. madde yazdiklariniz malesef ic dünyanizi ele veriyor. Siz islamdan birsey almadiysaniz alinacak birsey olamadigini düsünebilirsiniz.
      Dinin yayilmasi gibi bi görev, benim dinimi bildigim kadariyla, islam dininde yoktur. O Allahin bilecegi istir. Müslümanlarin görevi dinlerinin güzelliklerinden haberdar etmek, ve temsil etmektir. Buda demektir ki kilic ile cihat artik kalmamistir, islami yasantiyi belki kalem ile teblig olarak özetleyebiliriz.

  2. Makalede sayılan maddeler çok ikna edici değil

    Öncelikle sanırım ‘fetihle kazanılmış kesim’ yerine ‘fetihle kazanıldığı söylenen kesim’ demek gerekiyor. Bu kesimlerin önemli bir kısmı siyasi amaçlarla alınmış da olabilir. Diğer bir sorun: Şayet Osmanlı Viyana’yı alsaydı Avrupa içlerinde ilerlemesi daha da kolay olacaktı ve fethedildiği söylenen yerlerin ve Müslümanların sayısı da çok olacaktı. Veya Osmanlı Rusya karşısında daha güçlü bir siyaset güderek Karadenizin kuzeyini elinde tutabilseydi, fethedildiği söylenen yerler tebliğ ile ulaşılan yerlerden daha büyük olabilirdi.

    Hatta Osmanlı, Batı Akdenizi iç gölü haline getirdiği için tamamen siyasi duygularla Okyanuslara açılsaydı, Amerikaya, Japonya’ya, Kuzey Denizine açılsaydı, daha fazla tebliğ imkanı olmayacak mıydı? O zaman fetihle ulaşılan yerler daha büyük, daha çok tebliğ yapıldı, aslolan fetihtir mi diyecektik?

    Diğer taraftan Osmanlı toprakları içinde İslamı seçmiş veya seçtirilmiş halk gruplarına da dikkatli bakmak lazım. Evvela Osmanlı birtakım yerlere fethetti de insanları öylesine bırakmadı herhalde, mutlaka fethedilen veya fethedildiği söylenen yerlerde de tebliğ olmuştur, hatta bu tebliğin kalitesi fethedilmeyen yerlerdeki tebliğden daha yüksekte de olabilir. Araştırmaya değer bir konu.

    Diğer taraftan bu tebliğ faaliyetlerinden direkt Anadolu’da yaşayan Rumlar, Ermeniler, Süryaniler neden etkilenmedi? Yav bu adamlar bize kilisemizi verdi, özerkliğimiz verdi, Hıristıyan kalmamızı istiyorlar mı dediler, yoksa yav bu Müslümanlar habire isyan, habire isyan, böyle hayat mı olur, Hıristıyan olarak daha rahatım mı dedi, veya yoksa Anadoludaki tebliğciler torpille mi tebliğci olmuştu?

    Bütün bunlar olurken Lazlar, Arnavutlar, Boşnaklar, bir kısım Bulgarlar niye Müslüman oldu? Tebliğciler sınav sorularını çalmadan tebliğci olduğu için mi, yörelerindeki paşalar, valiler dünya iyisi insanlar olduğu için mi, ya da çok kötü insanlar olup, Müslüman olmazsanız gün yüzü görmezsiniz dedikleri için mi, problem yaşadıkları birtakım diğer halk gruplarından, örneğin Sırplardan, Yunanlılardan kendilerini emin hissetmeleri için mi, yoksa makarna, kömür hatrına mı?
    Burdan da anlaşılması lazım ki, insanların Müslüman olmasında hangi yol seçilmiş olursa olsun, bir sürü başka ve belirleyici kriter var.

    Tebliğin fethin önüne geçirilmesi fikrine elbette sıcak bakıyorum. Ama argümanlarımızın altını iyi doldurmamız lazım. Bu argümanlar maalesef bilimsellikten uzak görünüyor.

    • Önceki yazıda gayr-ı müslimlerin daha fazla vergi ödemesi sebebiyle Osmanlı zamanında fethedilen kimi yerlerde halkın müslüman olmasına izin verilmediğinden bahseden başka yazarlardan alıntılar vardı. Bu bile tek başına en azından bazı dönemlerdeki “fetih”lere ışık tutmaya yeter. Şahsen bu bilgi benim için çok ufuk açıcı oldu.

      İkinci olarak, yazıda geçmese de yine yakın zamanlarda öğrendiğim, savaşla kuşatılan şehirlerin teslim olmamaları durumunda, şehir düştüğünde içindeki malların yağma yapılıp, insanların çoluk çocuk demeden esir alınmasını nereye koyacağımı bilemedim doğrusu. Anlı şanlı İstanbul’un fethi, fetih sonrası şehirde yapılan yağmayı duyunca gözümde başka bir hal aldı.

      Özetlemek gerekirse, elindeki pırıltılı balonu patlamış bir çocuk hissiyatı yaşıyorum…

      • Bizdeki din anlatimi daha ziyade “dini egitim” tarzinda olmus ve halkin ortalamasi baz alinarak bir söylem tutturulmus. Bu söylem bulvar gazetelerinin söyleminden farksizdir: Bizler Müslümaniz, iyiyiz, cünkü iyiydik, o halde bundan sonra da iyi olalim.
        Ben bu söylemi yadsimiyorum, cünkü entelektüel seviyesi belli bir halka dini ancak böyle anlatabilirsiniz.
        Garip olan bizim egitimi düzeyimiz artmasina ragmen cami hocasi söylemleriyle yetinmeye devam etmemiz. Hala ayni söylemi devam ettiren hocalari daha derinlemesine düsünmeye, vaaz etmeye zorlamamamiz. Balonu patlamis cocuk hissiyati buradan kaynaklaniyor.

        Diger taraftan balonun patlamasina gerek de yok aslinda. Istanbulu iyiki de almisiz. Atalarimiz burda öyle güzel bir sentez olusturmuslar ki, hala cepten yiyebiliyoruz. Istanbulu su veya bu sekilde alanlar onu hak etmisler ki, cok güzel bir yere cevirmisler. Biz hak etmiyor olmaliyiz ki, berbat bi yere cevirdik.

        Dolayisiyla bizim kendimize bakmamiz daha mantikli. Kalem-kilic savasi yine devam ediyor. Zannediyoruz ki kalem kilici yendi, en sonunda yine öyle olacak. Hayir öyle olmak zorunda degil. Önemli olan su an benim bu savasta hangi tarafta oldugum.

      • Gayri müslim halktan daha fazla vergi alındığı için müslüman olmalarının istenmediği dönem, Ömer bin Abdülaziz’e kadar Emevi dönemi olduğu alıntısı vardı. Siz Osmanlı’da geçtiğini yazmışsınız. Affınıza sığınarak bir hatayı düzeltmek istedim. Yanlış öğrendiğimiz bilgiler kalıcı olmasın.

        • Her dönemin kendine has özellikleri oldugu icin fethetmeyle tebligi yaristirmanin bir anlami yok. Ben aslinda bunu anlatmaya calisiyorum. Bugün asil sorun teblig ve temsili nasil, hangi kanallar üzerinden, hangi üslup ve tekniklerle anlatmamiz gerektigi. Bunu yapmadigimiz sürece sonu gelmez analizler yapmaktan ileri gidemeyecegiz. Bu tebligin cercevesi ne olmali, kurumsallasmali mi vs.
          Aslinda konuyu bu sekilde islemenin bi anlamini da göremiyorum. Bu sitenin okuyuculari zaten teblig ve temsile daha cok önem veren insanlar olduklari gibi, bugün öyle sagi solu fethetmek gibi bi sey zaten imkansiz.
          Diger taraftan bu gibi yazilarla fetih kelimesinin hirpalanmasini da icime sindiremiyorum. (Gönülleri) fetih bana tebligden daha hos geliyor. Gönülleri fethetmek illa bi insani Müslüman yapmak degildir, Müslümanlardan nefret etmemesini saglamak da bir fetihtir bence.

  3. Her zaman kılıç kalemi yenmiştir.
    Tarih bunun tezahürünün net bir şekilde ortaya koymuştur.
    kalemle müslüman olanların ya da korku ile müslüman olanların kalplerini yarıp bakamayacağımız için bir değerlendirme yapmak subjektif olur.
    Kaldı ki yazarın tezini kabul edecek olursak Mekke fethi ile Müslüman olan ebu Süfyan- muaviye – yezid silsilesinin islam tarihine etkisi ortadadır.

  4. Uzak Asya’da savaşla fetholunmamış ve İslamın yaşandığı büyük bir coğrafya var. Temsil ve tebliğ ile İslam dinini seçmişler. Arzulanan da böylesi. Ama oradaki halk ile batının özellikleri bir değildi. Efendimizin sas gönderdiği tebliğ mektupları Habeşistan ve birçok memleketlerde işe yararken, kendini üstün gören Roma ve Sasani devletlerinde işe yaramamıştı. Nitekim Hz. Ömer ra döneminde İran kılıç zoru ile İslam’a girmişti. Bugün hala müslümandır. Doğu Roma’dan parça parça alınan Anadolu da müslümandır. (Hakiki anlamda din yaşanıyordur veya yaşanmıyordu o ayrı konu). ‘Gerekli olduğunda kılıç kullanılmıştır’ gerçeğini değiştirmemiz çok zor. Ama arzulanan temsil ve tebliğ. Zaten bugün elimizde güçlü bir kılıç yok. İnandığımızı savunacak ve anlatacak kadar ilim sahibi olabilsek…

  5. Değerli yazarın ve en az bir o kadar değerli yorumcuların yorumlarını okudum. Bir tarih okuyucusu dahi sayılmam. Ama dikkatimden kaçmayan bir şeyi paylamak istiyorum. Muhakkak okuyan olmuştur, Zaman Gazetesinin hediye ettiği, İslam Tarihi Ansiklopedisi vardı 18 ciltlik ve onun 1 cildi, yaklaşık 900 sayfa, Endülüs Emevi Devletine ayrılmıştı. Şimdiki yazacaklarım ve/veya kendi tespitlerim aklımda kaldığı kadarıyla elbette oradan. Saklandığım dönemde 1. cildini okumuştum, sonra korkudan herşeyi yaktığımız için, diğer ciltleri çöpe atmadan önce, bari şu Endülüsü okuyup deyip çekip almıştım. Satır satır yavaş yavaş okumuştum.

    Kanaatim, Kılıç mı yendi, kalem mi sorusuna, Endülüs özeli için söylersem, kılıçla girildi ama kalıcı olmadığı yönünde. Bir kere ilk düzeltmeyi şöyle yapayım ki, Tarık Bin Ziyad’ın gemileri artık geriye dönüş yok yakın dediği olayın tam vaki olmadığı yönünde. En azından metafizik bir anlam yüklenildiği gibi olmadığı.Kaynağa göre, Tarık bin Ziyadın akıllı bir kumandan olduğu, nitekim asla bir filoyla gelmelerinin mümkün olmadığı ve hatta para vererek İspanya tarafından içerden rüşvetle ikna edilmiş bazı İspanyol denizcilerinin, parça parça getirdikleri. O denli bir orduyu getirecek ne bir filonun olduğunu, olsa bile toplu birlik gelmelerinin asla mümkün olmadığı belirtiliyor.

    Asıl çarpıcı olan ise, Tarık Bin Ziyad’ın konuşması. Konuşmanın metnini defalarca okudum, elbette dini bir motivasyon muhakkak var, ama konuşma daha çok gerçekçi bir konuşma. Eğer kaybederlerse artık kaçamayacaklarını, kazanırlarsa onları bekleyen ganimetlerin, hatta ganimet olarak kadınların olduğu. Yok olmakla mamur olmak arasında kalmanın, ümit ile korku arasında verildiği bir konuşma idi okuduğum. Merak edenler ve bulabilenler okuyabilirler, ama üzerinde kanaatle birleşilen husus, konuşmanın çok rasyonel bir konuşma olduğu.

    Endülüs tarihinde dikkat ettiğim diğer husus, hiziplerin, grupların çıkar birlikteliklerinin olması ve bunun sürekli çatışmaya dönüşmesi. Hem müslümanların, berberi, kureyşli, vb diye ayrılması, bu ayrımların yerli rakip hristiyan halkların içinde de olması ve aralarında sürekli çatışmanın, komploların dolaşması. Özellikle Endülüs müslümanları, öyle düz yalın kılıç gitmenin yanında aslında siyasetle bazen içerden çökertmeyle, satın almayla, paktlar kurmayla bunu yapmış. Gözüpek, yiğitlik vs kavramları siyasi tarihini okuyunca Endülüsün, yerini bende daha çok uyanık, punduna getirip rakibi alt etme vb duygulara getirdi.

    Mesela, Pirüs zaferi çok bahsedilir de, Endülüste müslümanlar arasında kendi içinde çıkan ayrılıkçı bir savaşta, geriye ancak onlarca kişinin kaldığı, iki ordunun da tamamen yok olduğu bir savaştan bahsedilir. Zaten bu tarz isyanlar vs siyasi tarih kısmını okuyunca o kadar çok karşınıza çıkıyor ki.

    Hiç dikkatimden kaçmayan ve aslında için için üzüldüğüm birşeyde, zamanını malesef şu an veremeyeceğim ama kuzeyde olduğunu bildiğim bir topluluğun sürekli isyanı, atanan valiyi kabul etmeyişi. O dönemde mesela bunun için nazik davranılmış o topluluğa, hiç dokunulmamış, sonra atanan vali vergi almamış, sonra yavaş yavaş kale yapmış oraya yıllar geçtikten sonra hükümdar oradan geçerken etkisiz durumda olan kendi Valisini ziyaret ettiğinde, şerefine bir ziyafet verilmiş, ama sarayı oyle yaptırmışlar ki önceden, bir taraftan giren el sıkışıp diğer taraftan çıkarken, aslında tek tek kelleleri alınmış. Bu şekilde başı kesilen kişinin sayısının 5000, bazı kaynaklar 15000 kişi olduğunu söylüyor. Kan kokusunun şehri sardığı ve büyük bir katliamın ustalıkla yapıldığı anlatılıyor kitapta. Söylediğim gibi, kaynak olarak Zaman gazetesinin verdiği, İslam Tarihi Ansiklopedisini sunuyorum size. Yazar kadrosu da oldukça makul bilinen yazarlardı.

    Endülüste, saray içi entrikalar da akıl alır gibi değildi, son 100 yılı özellikle ki az bir süre değil, sürekli saltanatın değişimiyle geçmişti. İttifaklar ittifakları kovalıyor, Ali Veliyi, Veli Hasanı, Hasanda hepsini toplu.. benzeri olaylar yaşanıyordu ittifaklarda, savaşlarda.

    Hele bir şahıs var ki, sanırım ismi Abdurrahmandı, gençken bir gün akşam üzeri yarı sarhoş iki samimi arkadaşıyla otururken, ben emin olun bir gün hükümdar olacağım, seni maliyenin başına seni de şunun başına koyacağım demiş, diğerleri gülmüştü. Lakin, bu olay aynen gerçekleşmiş, hükümdar oyundan olmayan o kişi, saray içi entrikalarla, dengelerle, orduları kendi tarafına çekmiş ve bir açıktan faydalanarak hükümdar olmuştu. Erdoğan aklıma gelmişti nedense o adamı okurken sayfalar boyunca. Tabi sonu da hal etmişler, vs vsvs.

    Kültür medeniyet kısmını okuyunca ise Endülüsü bir cennet olarak okudum. Siyasi tarih ise, asla yaşanacak bir yer olmadığı. Bu yazdıklarımı merakı olan okuyuculara sunmak için girizgah olarak yazdım ve Endülüsü tam olarak tüm boyutlarıyla okumalarını tavsiye etmek. Bitirdiğinizde içinizde bir buruk tat kalıyor. Malesef övdüğümüz kadar olmadığını yer yer, katliamları, vahşeti bizzat elleriyle yaptıklarını da okuyoruz siyasi otoritenin.

    Ama şunu rahatlıkla söyleyebilirimki, tüm okumamdan çıkardığım, Veysel beyin bu yazdığı yazıyla ilintili olarakda ilk aklıma geldiği üzere, Endülüs emevi de kılıç çok kullanıldı. Sanırım o nedenle de, söndükten sonra, İslamiyetin sadece adı, Gırnata gibi birkaç yerde eserleri vs kaldı. Kılıçla girilen yerde kalıcı olunmadı tezini Endülüs Emevi yönüyle ve okuduklarım bağlamında doğru kabul ediyorum ben. Bazı Endülüs eserlerinin kalmamasının nedeni de, sonradan Hristiyanların yok etmesi değil, hatta bilakis o iç karışıklıklar döneminde müslümanların müslümanların mallarını, saraylarını yağma etmeleri, yıkmaları vb sebebiyleydi.

    Eğer, bulabilirseniz muhakkak okuyun derim. Yermek istemiyorum ama o kadarda övdüğümüz kadar olmadığını, hayal kırıklığı bıraktığını, zaman zaman çok kızdırdığını ve hatta bazen Hristiyan tebayı tuttuğunuzu içten içe göreceksiniz. İyi okumalar diyeyim şimdiden.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin