‘Sen de hoş geldin’

YORUM | REŞİT HAYLAMAZ 

Daha önce bu köşede, ‘Hâl Dili’ diye bir yazı kaleme almış ve Mekke fethini müteakip iki günde Efendimiz’in (sallallahu aleyhi ve sellem), Ebû Süfyân’ın hanımı Hind’i de İslam gemisine alabilmek için nasıl bir gayret ortaya koyduğunu anlatmaya çalışmıştım.

Sizinle bugün, üçüncü günü paylaşacağım:

“Beni de götür; ben de gideceğim!” dediğinde Ebû Süfyân çok sevinmişti ama aklına Uhud gelince duraksadı; sevinci kursağında kalmıştı! Ya “Uhud” der de o gün yaptıklarını hatırlatırsa? “Hamza” deyip amcasını paramparça edişini önüne koyuverirse? Bir anlık duraksamadan sonra, “Beni bu işe karıştırma; kendi işini kendin hallet!” dedi.

İş başa düşmüştü ve Hind, kendi işini yine kendisi halledecekti. Ancak yalnız gelmeye cesareti yoktu. Üstelik, yaptıklarının bedeli olarak hakkında çıkarılan idam fermanını da duymuş olmasına rağmen kararlıydı; herkesin içini ısıtan Şefkat Güneşi’ne o da gidecekti!

Eski arkadaşlarının kapısını çaldı, bir bir; İkrime’nin hanımı Ümmü Hakîm, Safvân İbn-i Ümeyye’nin hanımı Fâhıte ve Ebû Cehil’in kızı Cüveyriye gibi Mekke aristokrasisinin önde gelen kadınlarından dokuz tanesini daha ikna etti ve akrabalarından Hazreti Osmân’ın (radıyallahu anh) kapısına dayandı: “Bizler de Resûlullah’a beyat etmek istiyoruz; yardımcı olabilir misin?” diyordu.

Bu sırada, tanınmamak için yüzünü kapatmıştı. Açık hedef olmaktan çekiniyor ve kendisini Güneş’e götürecek yolculuğunu tamamlayamamaktan korkuyordu! 

Nihayet, Hazreti Osmân’ın (radıyallahu anh) rehberliğinde Safâ tepesine kadar gelmişlerdi.

Huzura ermeyi bekleyen coşkun bir kalabalık vardı, Safâ tepesinde ve onlar da sıralarını beklemeye durdular.

Derken, sıra onlara gelmişti.

Resûlullah (sallallahu aleyhi ve sellem), imana ait taleplerini dile getiriyor ve muhatapları da bunları kabul ettiklerini söyleyip bir bir ikrar ediyordu.

Ardı ardına gelen talepler karşısında baskın fıtrat kendini tutamadı ve “Sen” dedi. “Erkeklerden istemediğin şeyleri biz kadınlardan istiyorsun?”

Allah Resûlü’ne (sallallahu aleyhi ve sellem) söylenilmeyecek sözlerdi bunlar. Ancak Hind, henüz bu hassasiyeti bilemeyecek kadar yeniydi.

İşin ilginç yanı, o gün Hind’in söyledikleri bununla da sınırlı kalmadı; Habîbullah (sallallahu aleyhi ve sellem), “Zina etmeyeceksiniz.” buyurduğunda yine devreye girdi ve “Yâ Resûlallah!” dedi. “Hiç, hür bir kadın zina eder mi?”

Habîb-i Kibriyâ (sallallahu aleyhi ve sellem) devam ediyordu:

“Çocuklarınızı öldürmeyeceksiniz!”

Buna da cevabı vardı, Hind’in; aradan altı yıl geçmiş olmasına rağmen Bedir’de öldürülen iki kardeşi ile üvey oğlu Hanzala’nın acısı hâlâ tazeliğini koruyordu ve bu hislerle, “Bize öldürecek çocuk mu bıraktınız?” dedi. “Onları biz büyütüp terbiye ettik, büyüdüklerinde Bedir’de siz öldürdünüz!”

Bu sırada tetikte bekleyen Hazreti Ömer (radıyallahu anh), Efendiler Efendisi (sallallahu aleyhi ve sellem) ile göz göze gelmişti; sanılanın aksine, zor bir kadının, üstelik şartları da zorlayarak gelişi karşısında tebessüm ediyordu!

“Hırsızlık yapmayacaksınız!” buyurdu, Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem).

Hind, yine devredeydi; “Allah’a yemin olsun ki ben, zaman zaman Ebû Süfyân’ın malından aşırıyorum; bunlar bana helâl midir yoksa haram mı, bilmiyorum?”

Bu sırada, hanımının gelişine şahitlik edebilmek için orada bulunan Ebû Süfyân’ın sesi yükseldi:

“Bugüne kadar aldıklarının hepsi helâl olsun!”

Ortamı yumuşatan, duyanları da tebessüme sevk eden bir hamleydi bu.

Nebevî talep devam ediyordu:

“Elleriniz ile ayaklarınız arasında bir iftira uydurup da getirmemek üzere beyat ediniz!”

İşin doğrusu bu, Hind’in de hoşuna gitmişti. Zira yıllar önce böyle bir iftiraya muhatap olmuş ve bu sebeple ilk kocasından ayrılmak zorunda kalmıştı. Dolayısıyla bunun ne manaya geldiğini bilen birisi olarak, “Vallahi” dedi. “Gerçekten de iftira, çok çirkin bir iştir; ancak çoğu zaman bağışlamak, daha güzel bir davranıştır!”

Fahr-i Rusül’ün (sallallahu aleyhi ve sellem) son talebi, “İsyân da etmeyeceksiniz!” şeklindeydi ki o güne kadar el üstünde tutulan bir insan olarak Hind’in, buna da bir şerhi oldu:

“Sadece, emr-i maruf konusunda!”

Bu sırada Allah Resûlü (sallallahu aleyhi ve sellem) Hazreti Ömer’e (radıyallahu anh) dönmüş ve “Bunların beyatını da alıp kabul et ve onlar için de Allah’tan af dile; çünkü Allah (celle celâlühû), bağışlaması bol, affı da engin olandır!” buyurmuştu.

Evet, beyat gerçekleşmiş ve arkadaşlarıyla birlikte Hind de Müslüman olmuştu. Ne var ki endişelerinden hiç birisi söz konusu olmamış, ne Uhud hatırlatılmış ne de Hazreti Hamza’dan bahisler açılmıştı! Ortada, kocası Ebû Süfyân’ı da korkutan ‘eski defter’lerden eser bile yoktu! Aksine, her söze müdahale ederek araya girmiş olmasına rağmen hiç karşılık görmemiş, eskiye ait bütün buzları eriten bir duruşa şahit olmuştu.

Bunun iki anlamı olabilirdi; ya beklentilerin çok ötesinde bir şefkat vardı veya Hind’in ‘Hind’ olduğu anlaşılmamış, sıradan bir kadın muamelesi yapılmıştı. Onun gibi birisi, bu ikilemi de çözmeliydi ve yeni konumunu perçinlercesine, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Allah’a hamd olsun ki O (celle celâlühû), kendi rızası için seçtiği dinini üstün kıldı ki Seninle aramızda olan akrabalık bağlarının bana da faydası olsun! Yâ Muhammed! Artık ben, Allah’a inanan ve Resûlü’nü de tasdik eden bir kadınım!”

Bunları söylerken, Resûlullah’a (sallallahu aleyhi ve sellem) bir adım daha yaklaşmıştı. İçindeki fırtınaları teskin edecek cevabı alabilmek için önce yüzündeki peçeyi sıyırdı ve “Ben Hind’im yâ Resûlallah; Utbe’nin kızı Hind!” dedi. 

Bunun anlamı açıktı: ‘Uhud’u kan gölüne çeviren ve amcan Hamza’yı paramparça eden kadın benim; beni de mi affettin?’

Kimleri affetmemişti ki!

Hem, affetmek, aynı zamanda bir Allah ahlakıydı.

Yaşayan Kur’ân’dı O (sallallahu aleyhi ve sellem).

Evet, Uhud’daki vahşet ve bilhassa o gün amcası Hazreti Hamza’ya yapılanlar O’nu çok ağlatmış, dilgîr etmişti ama şimdi tarih, yepyeni bir doğuma şahitlik yapıyordu! Sinesine bir taş daha bastı ve mütebessim bir çehreyle Hind’e, “Sen de hoş geldin!” dedi.

Bu ne ululuktu! Ne garip ki bu ululuk, işin başından beri vardı ama o güne kadar yakın körlüğü yaşayan Hind ve emsali, bunu ilk defa görüyordu.

Az öncesine kadar endişeyle eğdiği başını daha bir cesaretle kaldırdı ve yılların vebalinden kurtulmuş bir gönlün diliyle, “Yâ Resûlallah!” dedi. “Allah’a yemin olsun ki şu âna kadar yeryüzünde en sevdiğim çadır ve evler, Senin yuvanı yık­maya kendini adamış insanların çadır ve evleriydi; ancak şu dakika­dan itibaren benim için en sevimli olan şey, Senin bulunduğun yerin izzet ve cemâle dûçâr olmasını isteyenlerden başkası değildir!”

Sanki kömür elmasa inkılâb etmiş, dünün cehalet deryasında kaybolan Hind, İslâm’ın engin semalarına yelken açmıştı; emsali görülmemiş bir değişim yaşıyor, mesafeleri füze hızıyla alıyordu.

Allah’a imanın tarif edilemez mutluluğuna ulaşmış, Resûlullah’ın (sallallahu aleyhi ve sellem) insibağında bambaşka bir kimliğe kavuşmuştu ya, evine doğru koşarken ayakları yerden kesilmiş gibiydi; kelebekler gibi uçuyordu!

Çok geçmeden Ebtah’taki otağa, hayâ ve edebini takınmış genç bir kızın geldiği görüldü; elindeki siniyi Fahr-i Rusül’e (sallallahu aleyhi ve sellem) uzatırken, “Yâ Resûlallah!” diyordu. “Bunları Sana, benim hanımefendim Hind gönderdi; Senden özür diliyor! Ve diyor ki ‘Bu yıl koyunlarımız kuzulamadı; olsaydı, Senin için hepsini feda ederdim!”

O günden sonra da sözünde durdu, Hind (radıyallahu anhâ); kadın kimliğine ve yaşının da ilerlemesine rağmen erkekler gibi cepheden cepheye koşuyor, iman sancağının daha yüksek burçlarda şehbâl açması için canını dişine takmış ve oğulları ile kızlarını da yanına alarak canhıraşhâne o cepheden bu cepheye koşturuyordu. 

İşte İslâm, birilerinin zannettiği gibi karbonlaşmış dünyasının kara lekeleriyle paha biçilmez değerlerine zift çalmak değil, cehaletin karanlıklarında kömürleşmiş mürde gönülleri bile ihya edip dupduru semaların üveyki haline getirebilmenin adıdır ve Hind, bu dönüşümü yaşayanlardan sadece birisidir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Müşriklere, gayrı müslimlere İslam’ın nurlu kapısını ardına kadar açan Cenabı Allah. Münafıkları bu nimetten mahrum ettiği içindirmi ki; zulümlerinde sınır tanımaz. Vicdanları sızlamaz. Herşey gözünün önünde zuhur ettiği halde arlanmaz. Yan gözle bile dönüp bakmaz. Allah’u Alem.

  2. Sayın Haylamaz, asrı saadet tablolarını böyle mükemmel hikayeleştirme tekniğiyle sunduğunuz için Allah razı olsun.Okurken sanki bir roman havasındaki gibi, olaylar gözümün önünde canlandı ve izliyor gibi oldu.Bence Resulullahın hayatı tarih kitabı yazıyor gibi değil de sizin gibi işin içine duygular da katılarak resmedilmeli. Böyle daha çok tesir ediyor. Hatta zamanımızın teknik imkanları da kullanılıp,mesela çizgi tekniği gibi kısa görsellerle, gençlerin dolaştığı sosyal mecralarda onlara da ulaşsa ne büyük bir hizmet olur.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin