Perilerin konuştuğu dil

İki ana sanatın buluştuğu kavşak: Sinema ve müzik

YORUN | M. NEDİM HAZAR

Sinemanın keşfiyle görsel anlatımı güçlendirmek için bir yan unsur olarak kullanılmaya başlanan müzik, zamanla değişim geçirip, sinemanın ana ögelerinden biri oldu. Bugün ise ‘Soundtrack’ adı altında büyük ve oldukça ciddi bir sektöre dönüştü. Sinema endüstrisine çağ atlatan belli başlı film müzikleriyle sinema tarihinde kısa bir gezintiye çıkmaya ne dersiniz?

Müzik…

Müzik, bir form, anlam, biçim veya isim olarak olmasa da, varlığın yaratılmasıyla birlikte her zaman hissedilen bir tabiat olayı. Ve insanoğlu bu doğa olayını disipline edip, sesleri farklı enstrümanlarla taklit etmeye çalışmış ve ortaya çıkan titreşimleri bir biçime, kalıba yerleştirip anlamlı bir hale getirmiş, adına da (eski Yunan felsefesinde ‘ta musiké’ ‘perilerin konuştuğu dil’ anlamında) müzik denilmiştir. İslâm toplumunda ise ‘mûsikiye’ yani ‘meleklerin dili’ denilmiş.

Olayı böyle ‘mış ve muş’lu anlatmamızın nedeni inandırıcı olmaması değil elbette, kadim bir derinlikten bize seslenmesi. Müzik, bir başka deyişle belli bir estetik kaygıyla sesleri, duygu, düşünce ve heyecanımızı anlatmak üzere seçilip işlenmesiyle oluşuyor. Toplumlar, müziği her döneme, olaya, duruma göre farklı duyguların anlatımı için, kimi zaman coşkun, kimi zaman daha durağan tınılar kullanarak (savaş, barış, düğün, ölüm…) günümüze kadar geliştirerek kullanmış. Kullanım alanlarını görsel ve işitsel birçok sanat dalında görebiliriz. Bu sanat dallarından biri de en genç sanat olan sinema.

Sinema ile Müziğin Tanışması

19. yüzyılın sonlarına doğru sinemanın keşfiyle görsel anlatımı güçlendirmek için bir yan unsur olarak müzik kullanılmaya başlandığını biliyoruz. Ve bu iki ana akım sanatın ilk birlikteliğinin temelleri sinemanın henüz sesi keşfetmediği dönemde atılıyor. Malum; 1896’da, Lumiere Kardeşler tarafından Paris, Le Grand Café’de ‘sinematograf’ denilen icatla halka ilk gösterim yapılmış. Şanslı 33 kişi tarihe ‘ilk film izleyicileri’ olarak geçerken ‘Büyülü Fener’in perdeye yansıttığı hareketli görüntüler daha sonra piyano eşliğinde gösterilerek sinemayı sanata da dönüştürmeyi başarmış oldu. İlk dönemlerde perdedeki görüntüye uygun ya da olmayan birçok doğaçlama müzik kullanılmış ancak zamanla perdeye yansıyan kareleri insanlarla özdeşim kuracakları, duygu yoğunluğu içine girecekleri uygun müzikler çalınmaya başlanmıştı.

Sinemanın En Önemli Keşfi, Müzik…

Gerçek -ve profesyonel- anlamda ilk film müziği 1908’de L’assasinat du Duc de Guise filmine Saint-Saens tarafından yapıldı. Seyircinin ‘müzikli film’lere ilgi göstermesi, müziği görüntünün doğal bir parçası yapmaya yetti ve film müziği hem sinemanın en önemli unsurlarından biri oldu, hem de salt bu alanda isim yapan besteci ve müzisyenlerin ortaya çıkmasına vesile oldu. Ancak buna rağmen hâlâ müzik filmin içinde değildi. Sessiz film döneminde genellikle müzik aleti olarak piyano kullanılması bir alışkanlıktan ziyade zorunluluğa dönüştükçe, film müziği başlığı da giderek sinemanın daha ciddi ve profesyonel bir bölümü oldu. Piyanoya başka enstrümanlar eklendikçe çözüm de kendiliğinden gelecekti: Batı uygarlığının sanatsal anlamda yüzakı diyebileceğimiz en önemli temel yapı taşlarından orkestraları kullanmak!.. Bu iyi bir fikirdi ancak bunu nasıl başaracaklardı? Çünkü, piyanist beyaz perdeyi izleyebiliyordu, değişen tempolara doğaçlama ayak uyduruyordu, fakat orkestranın bunu başarmasına imkân yoktu. Orkestranın bir müzik üretmesi haftalarca ya da aylarca sürebiliyordu. Bu sebepten ötürü müzik direktörünün filmin prömiyerinden kısa bir süre önce filmi görmesi de yetersizdi. Bu senkronizasyon problemlerine rağmen müzisyenler, film şirketlerinin ısrarlarıyla birtakım müzikler kaydetmeyi başardılar.


Sinema, keşfiyle beraber diğer sanatları da kendi şemsiyesi altında toplayabilen nadide bir alan. Müziğin kadim gücü, bu sanatı vazgeçilmez kılan en önemli unsurlardan… Elbette bu iki güzide sanatın bir ortak öyküsü var. 


Bu uygulamanın ilk ve ciddi örneğini D.W Griffith’in “The Bird of a Nation-Bir ulusun Doğuşu” (1915) filminde görüyoruz. Film sadece sinemada kurgunun ciddi ve sanat estetiği anlamında kullanıldığı ilk film değil, müziğiyle de tarihsel öneme sahip bir yapımdı. Dünya sinema tarihinin şüphesiz en unutulmaz sessiz film müziği ise Edmond Meisel’in, Sergei Eisenstein’ın yönettiği Potemkin Zırhlısı için hazırladığı müziktir. 1925 yılında Sovyet hükümeti tarafından bir devrim propagandası için yaptırılan Potemkin Zırhlısı, Sergei Eisenstein’ın geniş perspektifinde anlam bulmuş ve eseri bir filmin çok ötesine geçirerek sinemanın ne denli etkili olduğunu, kurgu–müzik ve görüntünün insan duyuları üzerinde yakaladığı o muhteşem etkiyi bu film aracılığıyla tüm dünyaya göstermiştir. Sinemada sessiz dönemin sonu ve sesli dönemin başlangıç sürecinde sinema izleyicisi, görüntü ve sesin nasıl bir etkisi olacağını merak etmiştir. Çünkü o güne kadar perdede izlediğin her şey görüntü üzerinedir. 

Peki ses sinemada 

izleyiciye nasıl aktarılacaktı?

Sinemada sesin, üç farklı formda izleyiciye sunulduğunu biliyoruz. Bunlar: 

-Diyaloglarla ortaya çıkan ses (insan konuşma sesi)

-Ortam (nesnelerin) veya doğadaki sesler

-Müzik

Sesli döneme geçildiği zaman film müziği artık sadece müzikten oluşan bir dönem değildir. Sesin her tınısının filmin içindeki dramatik kurguyla iç içe geçişini sağlama dönemidir. Yani görüntü–ses (müzik)–kurgu bileşenlerini bir bütün haline getirip, sinema dediğimiz hayal perdesini oluşturan başlıca öğeler olur…

Bu başlıklar altında ele aldığımızda bilinen ilk usta Max Steiner’dır. Bir gorilin bir kadına olan aşkını anlatan King Kong (1933) filmi ile sinemada müziğin altın çağını başlatır. Çünkü bu filmde kullanılan notalar zengin bir dramatik üslupla bezenmiş ve sonraki yıllarda bestelenen film müziklerini açıkça etkilemiştir.

20. yüzyılın ortalarına gelindiği zaman, insanları 2. Dünya Savaşı’nın karanlık sularından aydınlığa çıkaracak tek çıkış noktası perdenin beyaz, berrak yüzüne yansıyan umuda dair hikâyeler olacaktı. Ve umudu besleyecek duyguları görüntü ve müziğin o eşsiz düetiyle aktarabilirdi sinemacılar. Film stüdyoları, yönetmenler, yapımcılar ve buna müzisyenleri de eklersek artık sinemada yeni bir bakış açısı yakalanması gerekiyordu ve yeni bir keşif hafif hafif perdede belirmeye başlamıştı bile. Orkestralar, karakterlerin hikâyesini anlatmakta ve perdedeki aksiyondan çok, sahnelerin akılda kalması için çalmaya başladı. Böylece, olay örgüsü veya durum anlatısı dışında müzikle karakterlerin duygu derinliğine inilmeye başlandı. Bu da artık Hollywood’un daha çok realistik-gerçekçi filmlere doğru ilerlemesine ve bununla beraber müzisyenleri yeni bir tarza, müzik yazarlığına doğru götürdü. ‘Not so pleasant’ isimli uyumsuz seslerden oluşan bir besteleme formu kullanıldı. Sinemanın dahi adamı Alfred Hitchcock’un yönettiği Psycho (1960), sinema tarihinde ünlü duş sahnesiyle söz ettiren türünün en önemli örneklerinden biridir. Sinema endsütrisi artık dünyanın en önemli sektörlerinden biri haline gelmişti. 70’li yıllara gelindiğinde fantastik filmler furyası ile müzikte de bir değişim hissedilmişti. Bildiğimiz notaların, seslerin dışında mekanik seslerle uzay, farklı gezegenler, başka hayattan gelen canlılar tasvir edilmeye başlandı. Bunun bilinen en önemli örneklerinden biri olan George Lucas, müziklerini yine John Williams’ın yaptığı Star Wars ile büyük başarı sağladı. Bu filmin müzikleri, film müziğinde yeniden doğuş olarak adlandırıldı ve bu başarı, besteciye Oscar ödülü kazandırdı. Williams besteleri hakkında şöyle demiştir: “Genellikle yapmaya çalıştığım şey yıllardır yaptığım konserlerden dolayı olsa gerek antrakt, uvertür, hafif, yüksek, hızlı, yavaş vs. gibi terimler çerçevesinde, en tatmin edici sesleri elde edebileceğim şekilde, filmden aldığım malzemeyle müzikal bir temsil üretmek. Yani dinleyicinin ilgisini yakalamak için belirli ölçütler var.”

En Çok Satanlar Listesinde, Film Müzikleri

Ve Star Wars filmiyle uzayın boşluklarına artık iyice girilmiş oldu. Jedi ve Sith şövalyelerinden bayrağı Spielberg’in E.T – The Extra Terrestrial filmi almıştı. Bu filmin içeriği ve müziği 80’li yıllara damgasını vuran en önemli sinema olayı olarak kayıtlara geçmiştir. Williams’ın imzasını taşıyan filmin müzikleri hem listelerde yükselmiş hem de albüm satışları açısından başarılı olmuştu. 80’li yıllar, film müzikleri açısından dünya sinemasının kırılma noktası olarak kabul edilir. Uzayın karanlık çehresi filmlerin müziklerine de etki etmiştir. Yine bu yıllarda çekilen ‘Alien’ filminin müziği ile besteci Jerry Goldsmith, o güne kadar yapılmış en sert film müziğini bestelemiştir. Bu filmin müziği devam filmlerinin müziklerine de örnek olmakla kalmayıp, çeşitli yapımlarda taklit edilmiştir.

80’li yılların sonu 90’lı yılların başına gelindiğinde film pazarlama şirketleri farklı bir pazarlama yöntemi geliştirmeye başladı. Filmlerin müzik albümleri, filmlerden önce piyasaya sürülmeye başlandı. Böylece filmler daha vizyona girmeden televizyonlarda, radyolarda kısacası kitle iletişim araçlarında kendi reklamını kendisi yapmaya başladı. Ve müzik, filmlerin gişesini belirleyen unsurlardan biri haline geldi.


Müzik, sinema henüz emekleme dönemindeyken koşmuş imdada ve sessiz filmler, salona yerleştirilen bir piyano ile müzik fonunda gösterilmiş izleyiciye. Ses ve müzik, bu zoraki tanışıklığı zamanla sıkı bir birlikteliğe dönüştürmüş.


90’lı yıllarda filmlerle birlikte müzikler de yavaş yavaş milenyum dediğimiz 2000’li yıllara göre dizayn edilmeye başlandı. Sinema ve müzik endüstrisindeki bu değişim, film müziklerini de etkiledi. 70’li, 80’li yılların müzikleri remake ve cover’larla günün şartlarına uyarlandı. Tarantino filmlerinde (Pulp Fiction, Kill Bill…) sıklıkla görebiliriz. Bu tarz uygulamalara video klip geleneğinden gelen Guy Ritchie filmlerinde de rastlamak mümkün. (Lock Stock and Two Smoking Barrels 1998)

Filmlerin Önüne Geçen Soundtrackler!

Özellikle 90’lı yılların sonunda ve 2000’li yılların başında çekilen bazı filmler sinemaya farklı bir ses-soluk getirdi. Ve bu filmler uyandırdığı etkinin yarısından fazlasını soundtrackine borçlu diyebiliriz. Bu konuda birkaç örnek verecek olursak: Titanic, Gangsta Paradise, Requiem For A Dream, Amelie… Bu listeye David Fincher’ın Fight Club filminin tarzı ve müziklerini de ekleyebiliriz.

2000’li yıllara gelindiğinde film şirketleri 35 mm kameralardan digital kameralara, müzik seçiminde ise maliyeti orkestraların maliyetlerinin çok daha düşük rakamlarına hazırlanabilen ‘digital soundtrackler’e –dijital film müzikleri- yönelmeye başladı. Tabii teknolojik seslerin bilgisayar ortamında hazırlanması da bu sürecin hızlanmasında etkili oldu.

Yeni bir yüzyıla girerken Matrix filmi, kullanılan teknoloji ve müzikleriyle dünya sinemasına yeni bir bakış açısı getirdi ve film endüstrisine farklı bir bakış açısı kazandırdı. Böylece dünya sinemasında da bir dönem kapanırken, yeni bir dönemin de başlangıcı oldu. Matrix’le birlikte entertainment (eğlence) denilen sinema sektörü, bir anda arka planında güçlü bir felsefesi olan görsel şölen haline dönüştü. Subliminal mesajlar, imgesel anlatım, tasvirlerin dinî motiflerle süslenmesi, hepsi sinemayı sanatın zirvesine taşıyordu. Bu süreç Matrix, Yüzüklerin Efendisi (Lord of the Rings), Harry Potter, X – Man serisi gibi fantastik sinemanın yükselişi ile müzikteki değişim kendini göstermeye başladı. Bilimkurgu sinemasının geldiği en üst nokta Avatar filmiydi ve ses ile görselin muhteşem ahengi sinema izleyicisini sinemanın kırmızı koltuklarına bağladı. Avatar filmi dünya sineması için bir dönüm noktasıdır. Sinema ile tüm dünyaya tanıtılan bu yeni teknik–teknoloji, yeni kitle iletişim araçlarının görsel ve ses kalitesi olarak zirvesidir diyebiliriz.

Sessiz sedasız başlayan bir sinemanın, sesin gücünü de arkasına alarak insanlığı götürdüğü yer, bir kez daha sanatın en güçlü dalı olduğunun ispatıdır. Ses ise sinemanın her şeyi diyemezsek de, birçok şeyi demek yanlış olmaz.

Bugün sinema dediğimizde, sadece yönetmen, oyuncu, teknik ekibi değil, Ennio Morricone, Howard Shore, Gustavo Santaolalla, John Williams, Andrew Lloyd Webber, Danny Elfman, James Horner, James Newton Howard, Hans Zimmer gibi isimleri de saymamızı iki sanatın uyumlu birlikteliğine borçluyuz. 

Çok özel bir ayrıntı: Çağrı filmi ve müziği

1972 yılında çocuklarına İslam Tarihini anlatabilmek için yola çıkan Mustafa Akkad, 1974 yılında elindeki Çağrı filminin senaryosuyla ünlü oyuncu Anthony Quinn’in kapısını çalmıştı. Tereddüt etmeden teklifi kabul etti Quinn ve Hz. Hamza rolünü başarıyla canlandırdı. Akkad, Hz. Bilal rolü için Muhammed Ali’yi düşünmüştü ama Ali, bu teklifi, vebal altında kalırım düşüncesiyle reddedince, hikaye Hz. Hamza ağırlıklı olarak ilerledi.

Yaklaşık 3 yıl süren maceralı bir çekim sürecinin ardından Akkad filmi bitirmeye yaklaştığında Çağrı’nın müziklerini kime yaptıracağını düşündü uzun süre. Nihayetinde daha önce Arabistanlı Lawrence ve Dr. Jivago gibi ünlü filmlerin müziklerini besteleyen ve elektronik müziğin efsane isimlerinden Jean Michael Jarre’ın babası olan Maurice Jarre’i aradı. 

Fransız sanatçıya proje ilginç geldi. Arabistanlı Lawrence ile çöl müziğine yakınlaşmıştı ve Akkad’dan iki aylık bir süre istedi. Sebebini açıkladığında Akkad saygı duyarak kabul etti. 55 yaşındaki sanatçı çölde bir çadırda tam iki ay yalnız başına yaşayarak filmini ruhunu yakalamaya çabaladı ve sonunda yıllarca dinlemeye doyamadığımız müziği besteledi. 

İngiliz Flarmoni Orkestrası tarafından icra edilen müzikler Çağrı’yı tamamen zirveye taşımıştı. En az filmi kadar müziğiyle de başta Müslümanlar olmak üzere sinema izleyicisi ve müzik dinleyicilerinin vazgeçilmezi oldu. Ve o sene Maurice Jarre’nin film için bestelediği müzikler Akademi Ödüllerinde ‘en iyi film müziği” dalında aday gösterildi. Fakat, ödülü Star Wars kazandı!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin