Öteki yanağımızı da mı çevirsek yoksa kuş tüylerini yele mi versek?

Yorum | Bülent Keneş

Her şeyin bir sonu var. Dünya fani olduğu gibi dünyada yaşananlar da fani. Mutluluk, huzur ve refahın bir sonu olduğu gibi alçaklıkların, baskı, zulüm ve despotlukların da bir sonu var. Aralarında yüzlerce yıllık bir zaman farkı olmasına rağmen Çinli düşünürlerden Montesquieu’ye, İbni Haldun’dan Paul Kennedy’ye varıncaya kadar pek çok düşünür güçleri, hanedanları, devletleri bir canlı organizmaya benzetmişler, onların da birer canlı organizma gibi doğup büyüdüklerini ve nihayetinde öldüklerini söylemişlerdir.

Saatlerin akrep ve yelkovanlarının yavaş hareket ettiği o kadim çağlarda, mesela Çin’de, bu devinim nesiller boyu süren, asırlar aşan bir ivme ile gerçekleşmekteydi. Bir gücün belirip, yükselmesi ve nihayet sefahate dalıp yozlaşarak çökmesi, bir hanedanın doğal ömrünü tamamlayıp yerini bir başkasının alması ve onun da mahdut bir süre içerisinde benzer süreçleri tecrübe ederek tarihin küllerine karışması o devirlerde yüzyılları bulan bir zaman dilimine tekabül etmekteydi.

Onun içindir ki, işin içine her türden yozlaşmanın davet ettiği ilahi gazapları veya tabiatın mücazatını da katarak “hanedan çevrimi” konusunda düşünceler üreten Çinli filozofların bir hanedanın doğuşu, büyümesi ve nihayet çökmesine dair öngördüğü süre ile İbni Haldun’un, Montesquieu’nün ve nihayet Kennedy veya Peter Drucker’ın kendi devirlerinin mevcut güçlerine dair öngördükleri yaşam süreleri tabiatıyla aynı değildir.

Her şey gibi zamanın da büyük bir gerilim içerisinde hızlandığı, yelkovanların akrepleri tık nefes kovaladığı günümüzde, geçmişte birkaç nesilde gerçekleşen süreçler artık bir nesil içerisinde ve bazen de o neslin hayat sürelerinin sadece bir bölümünde gerçekleşebiliyor. Bu şartlar altında hızlanan zamanın hızlanan nefesinin bir gücün doğuş, yükseliş ve çöküş sürecinin süresini hiç etkilemeyeceğini söylemek ne kadar gerçekçi olabilir?

ÇÖKÜŞÜN TAŞLARI DÖŞENMEYE, YIKILIŞIN ÇANLARI ÇALMAYA ÇOKTAN BAŞLADI

Görünen o ki, tarihi gelişmelerin seyir hızı zaman ilerledikçe geometrik bir artış gösteriyor. Uzun yıllar önce okuduğum, ama maalesef şimdi ismini hatırlayamadığım, bir kitap ya da makalenin ana fikri olan “İnsanlık, doğduğum andan bu yana doğduğum ana kadar olankinden daha fazla gelişmelere ve olaylara şahitlik etmiştir,” sözü de bu hızlanan zamanın yalın olduğu kadar etkili bir ifadesinden ibaretti.

Madem ki her şey gibi zulüm ve despotluğun da bir sonu var, Türkiye’de süren bu zulüm devrinin de bir sonunun gelmesini beklemek sanırım yanlış olmayacaktır. Ve madem ki, bugün zaman bundan yüz yıl önce olduğundan çok daha hızlı akıyor; madem ki artık güçler tek bir nesil içerisinde bile reel ya da riyakâr erdem ve faziletleriyle yükselebiliyor ve hemen ardından da çok büyük bir hızla yozlaşabiliyor; ve madem ki bu yozlaşmayla haksızlık, hukuksuzluk, adaletsizlik ve despotluğun sarmalında rezil rüsva olup çöküp gidebiliyor; öyleyse mevcut İslamofaşist despotluğun çökmesinin çok fazla zaman almayacağı da bugünden rahatlıkla öngörülebilir.

Bundan üç-beş yıl öncesine kadar haktan, hukuktan, kardeşlikten, bölgesel barış ve işbirliğinden, istikrar ve huzurdan bahsedip yaşamı yüceltenler, şayet bugün hakaretler, tehditler savurarak sürekli ölmekten, öldürmekten, şehadetten, kan dökmekten, işgal etmekten, haddini bildirmekten bahseder hale gelmişlerse çöküşün taşları döşenmeye, yıkılışın çanları çalmaya çoktan başlamıştır demektir. Bu saatten sonra çöküşün süresini belirleyecek olan şey ise, çöküşü tetikleyen dinamiklerin uzak ya da yakın çevrede oluşturduğu kin ve düşmanlıkların kendi devinimiyle yol açacağı çözülmenin hızı olacaktır. Yine bu saatten sonra mühim olan şey, bu çöküşün olup olmayacağına veya olacaksa nasıl olacağına dair kafa yormaktan ziyade, söz konusu mukadder çöküşten sonrasına hazırlık yapmak ve hiç de kolay olmayacak çöküş sonrası o sürecin nasıl yönetileceğine kafa yormaktır.

Şüphesiz ki, kaçınılmaz bu çöküşü takip edecek sürecin yönetiminde teknik ve maddi boyutlar ihmal edilemeyeceği gibi sosyo-psikolojik ve manevi boyutlar da ihmal edilemez. Bu korkunç yıkım sonrası büyük bir travma yaşaması kaçınılmaz olan toplumu yeniden ayağa kaldırmak amacıyla bugünden girişilecek maddi hazırlıklar şüphesiz ki kolay olmayacak. Ancak, ahlaken ve manen çökmüş toplumu yeniden ayağa kaldırmada elzem olan sosyo-psikolojik hazırlıklar belki ondan bile zor olacak.

DURUM İŞGAL YAŞAMIŞ, İŞ SAVAŞ GEÇİRMİŞ ÜLKELERDEKİNDEN BİLE VAHİM

Türlü ayak oyunları ve kirli kumpaslarla devleti ele geçirmiş İslamofaşist çetenin siyasi ihtiraslarla parça parça parçalayarak kutuplaştırdığı, her bir parçasını bir diğerine düşmanlaştırarak nefret jeneratörlerine dönüştürdüğü kalabalıkları yeniden birbirlerine karşı saygı duyabilir bir toplumun parçaları haline getirebilmek belli ki çok zaman alacak. Çünkü, Erdoğan ve çevresindeki şer şebekesi eliyle toplumun genetik kodlarına enjekte edilen ayrıştırıcı, yıkıcı, bölücü, radikalleştirici zehir dolayısıyla Türkiye’nin maruz kaldığı sosyal yıkım belki de bir dış tehdidin ya da bir iç savaşın oluşturabileceğinden çok daha büyük ve derin kırılmalara yol açtı. O kadar ki, karşı karşıya bulunduğumuz sorun, en azından bazı açılardan, işgal görmüş, iç savaş geçirmiş ülkelerdekinden bile dahi vahim olabilir.

Şurası bir gerçektir ki, diktatörlük, işgal ya da iç savaş sonrası yaşanan travmatik süreçlerin yönetimi hiçbir yerde kolay olmamıştır. Samimi yüzleşmelerin yapılabileceği kurumsal altyapılar, ihlal edilen hakların mümkün olabildiğince tazmini konusunda ciddi adımlar atılmasını gerektirmiştir. Hitler sonrası Almanya’da Yahudilerin var olma ve yaşam hakkını garanti altına almaya yönelik korumacı yasal düzenlemeler, Apartheid rejimi sonrası Güney Afrika’da yaşanan sağaltıcı süreçler, Ruanda katliamı sonrası Hutular ve Tutsiler arasında karşılıklı güven ve saygının yeniden inşaası amacıyla uygulanan barış içerisinde bir arada yaşamaya yönelik çok boyutlu eğitim programları, Bosna-Hersek Savaşı sonrası dış güçlerin havuç ve sopa yöntemleriyle tarafları yola getirme metotları ve farklı tarih ve coğrafyalardaki benzeri uygulamaların hepsinden istifa edilmesini gerektirecek bir inşa süreci Türkiye’de de kaçınılmaz olacaktır.

HERKESTEN DERVİŞMEŞREPLİK BEKLEMEK NE GERÇEKÇİ NE DE ÇARE OLACAKTIR

Mağdurlar arasından Mevlana, Gandi, Mandela ve Hocaefendi gibileri de mutlaka çıkacak çıkmasına ama bu despotik süreçte korkunç düzeyde mağdur edilmiş herkesten ve her kesimden aynı dervişmeşrepliği beklemek ne gerçekçi, ne de sorunlara çare olacaktır. Atılan iftiraların, gece gündüz dolaşıma sokulan binlerce yalanın, yapılan alçakça yaftalamaların ve ahlaksızca sürdürülen ağır propaganda bombardımanının yaydığı ithamları boşverecek olursak, bugüne kadar tek bir kişinin burnunun kanamasında bile rolü olmayan yüzbinlerce insanın görülmedik zulümler karşısında kendilerine reva görülenlere ayniyle mukabelede bulunmayı akıllarının ucundan bile geçirmemeleri bu konuda umut verse bile, çöküş sonrası sürecin ciddi toplumsal komplikasyonlara yol açmayacağını bugünden iddia edemeyiz.

Sebepsiz-suçsuz yere bu yanağa yenilen sayısız yumruklar yetmezmiş gibi, o yumrukları atanlara ya da atılmasına destek olan milyonlara öteki yanağı da çevirmenin edebi/manevi bir değeri olsa da gerçek hayatta karşılığının ne olduğu bana göre tartışmalıdır. “Men dakka dukka” derecesinde olmasa da, eden ettiğinin karşılığını tam olarak bulmayacak olsa da en azından insanlıktan çıkmışçasına yapıp ettiklerine insanlar samimi bir şekilde pişman olmadan çöküş sonrasının inşasının sağlam zeminler üzerinde yükselmesinin mümkün olamayacağı aşikar.

Öldürülenler; işkenceye uğrayanlar; tacize, tecavüze maruz kalanlar; işlerinden, aşlarından mahrum bırakılanlar; evlerinden, yurtlarından, vatanlarından edilenler; mallarına, mülklerine, yılların alın teri ve emeklerine zorbalıkla el konulanlar; onlarca yıllık çabanın ürünü kariyerleri bir gecede sıfırlananlar; yuvası dağılanlar; zindanlara atılanlar; sabah-akşam polis takibine veya mankurtlaşmış birer eşkıyaya dönüşen komşuların tacizlerine maruz kalanlar; yaftalananlar, aşağılananlar; haklarında türlü yalanlar ve iftiralar üretilip şahsiyet suikastlarına, haysiyet soykırımlarına maruz kalanlar; açlığa, yokluğa, itilmişliğe mahkum edilenlerin tüm bunları yapanları, bu alçakça zulümlere destek olanları veya bunlar karşısında sessiz kalanların veballerini ne unutmaları ne de affetmeleri kolay olacak.

BU CEHENNEM’İN SONU GELDİĞİNDE KARŞIMIZDA BİR ENKAZ BULACAĞIZ

Zalimlerin adaletle yargılanması, işbirlikçilerinin ıslahı, mağdurların rehabilite edilmesi yoluyla hastalanmış kalabalıkların, insanlıktan çıkmış yığınların sağaltılarak yeniden sağlıklı bir toplum haline getirilmesi belli ki çok ama çok zaman, çok enerji, çok gayret gerektirecek. En basitinden bir yalan, bir iftira, bir dedikodu ile olsun onuru zedelenen bir mağdurun bunlara yol açanlara dair hissedebileceği kırgınlık ve dargınlığın bile giderilmesinin ne zor bir şey olduğunu düşünecek olursak, harami despot Erdoğan’ın yarattığı cehennemin sonu geldiğinde karşımızda bulacağımız enkazın büyüklüğünü daha isabetle tahmin edebiliriz. Yapılacak iş, gösterilecek gayret, seferber edilecek hacet de tabii ona göre olacak.

“Sağ yanağınıza bir tokat atana öbür yanağınızı da çevirin; ve size karşı davacı olup mintanınızı almak isteyene abanızı da verin… Düşmanlarınızı sevin, sizden nefret edenlere iyilik yapın, size lanet edenler için iyilik dileyin, size hakaret edenler için dua edin,” diyen Hz İsa’nın öğütlerine uyup suçsuz yere yanağınıza yediğiniz şamar üzerine şamardan sonra öteki yanağınızı çevirip çevirmemek elbette ki size kalmış. Ama, çöküş sonrası dönemde hukuk düzeninin bu tür şahsi fedakarlıklar ve subjektif feragatler üzerine kurulamayacağını not edip, bu faslı yine Hz İsa’ya atfedilen “O da onlara, ‘Şimdi ise kesesi olan da, torbası olan da yanına alsın. Kılıcı olmayan, abasını satıp bir kılıç alsın,’ dedi,” (Luka 22:36) sözünü hatırlatarak kapayacağım.

Bu ifritten devrin sebep olduğu sonuçların hassasiyeti, ürettiği mağduriyetlerin büyüklüğü, yol açtığı maddi-manevi yaraların, toplumsal yarılmaların derinliği ve bir gün gelip de bu süreç bittiğinde gerçeklik zemininde yapılması gerekenlerin ciddiyetine dair ise, belki şu küçük Musevi anlatısı hepimize bir fikir verebilir:

YELE VERİLEN BİR YASTIK DOLUSU KUŞ TÜYÜNÜN TOPLANMASINDAN DAHA ZOR

“Bir adam o beldenin Haham’ıyla ilgili bir iftirayı diline dolayıp yaşadığı topluluk içinde dedikodu yapar. Ama sonra bunun kötülüğü ve zararları üzerine etraflıca düşünür ve yaptıklarından pişman olur. Kalkar Haham’a gider ve ortalıkta dolaşan iftirayı kendisinin yaydığını itiraf eder. Hatasını telafi etmek için Haham ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyleyerek affını diler.

Haham, affetmeye hazırdır hazır olmasına ama bu düşüncesiz müfteriye unutamayacağı bir ders verme fırsatını da tepmek istemez. Af etmek için bir şart ileri sürer. Hakkında iftira atan adama döner ve “Git evinden kuş tüyü bir yastık al getir. Sonra onu kes ve içindeki kuş tüylerini havaya savur,” der. Adam bu şartın biraz tuhaf olduğunu düşünse de kolayca gerçekleştirebileceği bir şey olduğu için söylenenleri memnuniyetle yerine getirir hemen.

Haham’ın talebini yerine getirdiğini söylemek üzere yanına geldiğinde Haham ona bu sefer şöyle der: “Şimdi git ve rüzgârda savrulan bütün o tüyleri tek tek topla ve çıkardığın yastığa eksiksiz olarak yeniden doldur. Çünkü, ortaya atıp yaydığın iftiralar, yastıktan çıkarıp rüzgâra verdiğin o kuş tüyleri gibidir. Bütün o kuş tüylerini bulup yeniden yastığa tıkman ne kadar mümkünse, yaydığın iftirayla bana vermiş olduğun zararın telafisi de o kadar mümkündür.”

Şimdi bir bu hikayecikte hakkında iftira atıp yayan o şahsı affetmek için Haham’ın ileri sürdüğü şartı düşünün, bir de yüzbinlerce insan hakkında binlerce hakareti, tahkiri, yaftayı, karalamayı, aşağılamayı, yalanı, iftirayı yıllardır 7/24 meydan meydan, ekran ekran, manşet manşet on milyonlarca insana yayan harami Erdoğan ve ahlaksız yandaşlarını düşünün… Tüm bunlara bir de doğrudan doğruya ya da sessizlikleri ile destek olanları ekleyin… Sonra da hesaplayın bakalım bunca alçaklığın affı için kaç milyon yastıktan kaç trilyon kuş tüyünün rüzgarlarda savrulup sonra hepsinin bulunarak o yastıklara yeniden doldurmaları gerekir?

Onca hakaretin, iftiranın, haksızlığın, hukuksuzluğun, işkencenin, zulmün, tacizin, tecavüzün, gaspın, yağmanın, karartılan hayatların, katledilen canların affı sanki o kadar da kolay olmayacak gibi geliyor bana. Ne dersiniz?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Evet malesef dogru ama ne yaparsın kim yapıp ettigini allahtan beklerse onun karsılığını tastamam bulacagı soyleniyor. bu mesele birazda kisinin imanı ile alakali. Allaha havale edip onumuze bakmamız gerekiyor.

  2. Bu tespit gercekten cok onemli. Herkesten bir Mevlana hassasiyeti veya durusu bekleyemezsin. Benim ise daha buyuk bir endisem var, belki de oylesine kotu zamanlar gecirecegiz ki, hic kimseden yaptiklarinin karsiligini cekmesine dair bir istegimiz olmayacak. Utanacagiz, gucenecegiz o bedbahtlarin bu dunyada hesap vermesini istemege.. ve dolayisiyla be hesap mahsere kalacak gibi..Keske gozleri gercege acilabilse, gonulleri hakikati duyabilse de geri donebilseler, ettikleri zulumlerden vazgecebilseler..

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin