Türkiye için Suriye’nin toprak bütünlüğü ne önemde?

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

NATO’nun ikinci en büyük ordusu Zeytin Dalı harekâtı kapsamında Kuzeybatı Suriye’de binlerce asker ve yüzlerce ağır konvansiyonel silahla askeri saldırı yapıyor. Havadan savaş uçakları ve İnsansız Hava Araçları (İHA) ile, karadan tanklar, obüsler, özel kuvvetler ve piyade birlikleri ile, bir bölge işgal ediliyor. Bu askeri operasyon, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumak hedefiyle mi yapılıyor? Türkiye’nin Suriye toprak bütünlüğü bakımından görüşleri, fiilleri ve politikası nedir? Türkiye’nin Suriye stratejisi nedir? Var mıdır böyle bir strateji?

DIŞ POLİTİKA BİZİ BURAYA GETİRDİ

2011 yılından bu yana Türkiye Erdoğan ve AKP yönetimi altındadır. Suriye’de baş gösteren ayaklanmaların en başında, Türkiye Ortadoğu’da cumhuriyet döneminden beri takındığı dış siyaset tutumunu bir tarafa bırakarak, statüko karşıtı bir pozisyon aldı. İsyancıları amasız-fakatsız, alenen desteklemeyi, Suriye hükümetini düşürmeyi, Beşar Esad’ı görevinden alıp, yerine İslamcı AKP’nin hoşuna gidecek vasıfta – yani Sünni ve İslamcı – bir yönetimi getirmeyi hedefledi, bunun için çalıştı. Vatandaşın vergileri, Cumhurbaşkanı’na (anayasaya aykırı olarak) bağlanan örtülü ödenek üzerinden, yani hesap sorulma olanağı bulunmayacak şekilde Suriye’deki Esad karşıtı İslamcı-cihatçı fanatik teröristlere verildi. Silah, mühimmat, tıbbı malzeme, teknik araç-gereç, her türlü stratejik yardım, ekonomik destek, lojistik ve istihbari yardımlar, bu yolla yapıldı. Suriye merkezi yönetiminin kendi topraklarının denetimini sağlayamamasının en birincil sorumlusu, Erdoğan ve AKP yönetimidir. İzledikleri irrasyonel ve ideolojik dış politika ile yaptılar bunu.

Sonunda vardıkları yer, Türkiye’nin güney bölgesinde, Suriye topraklarında onlarca her birisi birbirinden tehlikeli terörist yapıların yerleşmesi oldu. IŞİD ve El-Kaide türevi El-Nusra gibi tanınanlarının yanında, bunlarla aynı ya da yakın ideolojiyi benimseyen, yan, selefi ve cihatçı birçok İslamcı terör örgütü, bugün Suriye’nin bir gerçeği. Sadece bu terör örgütleri ile Suriye merkezi hükümeti arasında meydana gelen çatışmaların sonucunda yerlerinden yurtlarından olan Suriye vatandaşlarının, başta Türkiye olmak üzere, komşu ülkelere iltica etmeleri dahi, herhangi bir normal ülke yönetimini belirli politika değişimlerine zorladı. Maalesef bu Türkiye’yi yöneten İslamcı otoriteryan rejim için geçerli değil. Suriye’nin istikrarını sağlamaya çabalamak yerine, istikrarsızlığı ve güvenlik sorunlarını binlerce kat çoğaltan bir iç savaşın değirmenine su taşıdı Ankara’daki Erdoğan yönetimi.

Şimdi ise Suriye’nin toprak bütünlüğünü yaptıkları uluslararası hukuka aykırı askeri harekâta gerekçe olarak gösteriyorlar. Son derece sorumsuz bir dış politika izlendiği gerçeğinin yanında, bombalanan savaş hattında çok dramatik sivil kayıpların olması, bu harekâtın hem Türkiye’nin orta ve uzun dönem çıkarları bakımından, hem de uluslararası insan hakları bakımından (yani normatif dış politika perspektifinden) çok sorunlu olduğunu açıkça gösteriyor.

TERÖR HAREKÂTI DEĞİL SAVAŞ, HATTA İŞGAL!

Türkiye’de İçişleri Bakanı Süleyman Soylu, Suriye’de Türkiye’nin askeri kontrolü altında olan bölgelere yerel mülki amirler atanmış olduğunu, bölgede mülki ve askeri erkân bulundurulduğunu bir konuşmasında dillendiriyor. Zaten bu olmasa bile, binlerce askerle bir başka ülkenin toprağında askeri harekât yapmak, sorunlu bir şey. Fakat bu mülki bürokrat atanması meselesi, uluslararası hukuk bakımından Türkiye’yi resmen – sadece fiilen değil – işgalci yapar. Bunu tespit etmeliyiz. Bu durum, tıpkı Rusya’nın Kırım işgali gibi, bir ilhaka doğru mu gidecek? 30 kilometre derinliğinde hat çizmek, bir sınır değişimidir. Çünkü bu, uluslararası hukuka göre gerçekleştirilebilecek bir hamle değildir. Uluslararası toplumla bir diyalog ve uzlaşma halinde varılmış bir mutabakat da bilindiği kadarıyla ortada yoktur.

Bazı kara cahiller, bu askeri operasyonu 1974 Kıbrıs Müdahalesi ile kıyaslamakta. Çok ama çok dramatik bir bilgi eksikliğine işaret etmesinin yanında, bu fahiş hata, Türkiye’nin hâlihazırda nasıl bir karanlıkta olduğunu da netlikle gösteriyor. Özgür olmayan basının kamuoyu manipülasyonunda nasıl araçsallaştırıldığını ortaya koyan bir tür örnek vakadır bu. Kıbrıs Cumhuriyeti’nin hukuksal dayanağı olan Londra ve Zürih Antlaşmaları ile bu antlaşmalara dayanılarak kurulan Kıbrıs Cumhuriyeti anayasasının getirdiği iki toplumlu rejimin özellikleri hakkında hiçbir bilgiye vakıf olmayan cühela kalemler, bari en azından Türkiye’nin (Birleşik Krallık ve Yunanistan’la beraber) sahip olduğu garantörlük statüsünü bilselerdi hiç değilse. Kıbrıs’ta bu hakka rağmen müdahale gerçekleştikten sonra uluslararası arenada işgalci konumuna düşen Türkiye’nin yakın dönem dış politika tarihini bilmeden dış politika süreçlerini yönetmek de yorumlamak da olanaklı değildir. Ehliyetsiz araç kullanmak gibi, bu işin sonucunda kaza kaçınılmaz. Sorun şu ki, aynı metafordan hareketle, şoförün kullandığı otobüsün tüm yolcuları, hiçbir şeyden habersiz, seri adımlarla büyük kazaya doğu ilerliyorlar. Çok ürkütücü bir tablo var ortada yani.

Türk ordusu, mehter marşlarıyla, camilerden okutulan Fetih sureleri eşliğinde Suriye’de bir savaşa girmiş durumdadır. Bu sürecin basit bir anti-terörizm operasyonu olmadığı bellidir. Zaten rejim de, savaş karşıtı tepkileri en sert şekilde yaptırımlara tabi tutarak (tabi her zamanki gibi, anayasaya ve yasalara aykırı olarak!) bu yaşanılan durumun bir savaş olduğunu kabul etmektedir. “Fethedilen yerlere” Türk bayrağı dikerek, bölgeyi mülki amirlerle yönetmeye teşebbüs ederek, yine bu işin arka planındaki zihniyet ortaya koyulmaktadır. Ayrıca ülkede sadece Erdoğan ve arkasındaki Avrasyacı derin yapı değil, MHP’si ve CHP’si ile adeta bir tür milliyetçi savaş cephesi oluşturulmuş durumdadır. Bu oluşturulan nasyonalist ve statüko karşıtı devlet politikasına tekabül etmeyen tek siyasi parti, meclisteki kâğıt üzerinde üçüncü parti konumunda olan HDP’dir.

Azıcık uluslararası hukuk bilen, bu askeri operasyonun bir fiili savaş olduğunu, fiilen komşu bir memleketin topraklarının işgal edildiğini size söyleyecektir. En azından yanlı bile olsa, en azından bu işin uluslararası arenada “bu şekilde yanlış anlaşılabileceğini” itiraf edecek, karar alıcıları uyaracaktır. Azıcık vicdanı olan herkes, bombardımanların sonucunda ölen veya yaralanan sivillerin – en başta da çocukların – fotoğraflarını gördüğünde, bu yapılan askeri operasyonu sorgulayacaktır.

ÖSO İLE YAPILAN İŞBİRLİĞİ

Gelelim işbirliği yapılan İslamcı-cihatçı fanatiklere. Bunları eleştirenlere Erdoğan “ulan” diyerek, bunların ölenlerinin de tıpkı hayatını kaybeden Türk ordusu mensupları gibi şehit sayılacağını söyleyerek, bakış açısını belli etti. Bu katil sürüsü İslamcı fanatik kasaplar, küçücük bir çocuk esirin kafasını kestiler önceki gün. Bu rezil barbarların TSK hatlarında TSK ile beraber hareket ediyor olmaları, bunların “müttefik” olarak nitelendirilmesi, Türkiye Cumhuriyeti’nin cumhurbaşkanı tarafından bu teröristlerin Türk askerleriyle aynı şekilde değerlendiriliyor olmaları, çok ciddidir. Üzerinde düşünülmesi gereken, boyutları Türkiye kanunlarını aşan, NATO ve uluslararası toplumun da tabiatıyla ilgi alanına girmesi muhtemel gelişmelerdir. İşledikleri savaş suçları ve insanlığa karşı işlenilen suçlar, artık Türkiye’nin de suçlarıdır. Çünkü bu cihatçı barbarlara silahları veren Türkiye’dir. Onları müttefik gören, hatta şehit ilan eden, Kasımpaşa muhtarı değil, cumhurbaşkanıdır. Dahası, havadan yapılan bombardımanların sivillerin yaşamına mal olduğu, hem de bunun münferit olaylar olmayıp gayet yüksek rakamlara dayandığı ortadayken, Türkiye’nin bu askeri operasyona verdiğin adın absürtlüğü daha da belirgin kontrastlarla ortaya çıkmaktadır.

ULUSLARARASI HUKUK NE DİYECEK?

Tüm bu analizler ışığında Türkiye’nin (a-) Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaya çalışmak için sahada olmadığı, (b-) askeri operasyonun anti-terör operasyonu olmayıp, orta-uzun vadede kalıcılığa sahip olacak bir askeri işgal amacı taşıdığı, (c-) operasyonun çapının ve hedeflerinin afakî olarak formüle edilmesinin, bu bağlamda askerî harekâtın kapsamının daha da genişletileceği şeklinde değerlendirilmesinin yanlış olmayacağı anlaşılmaktadır. Dahası, (d-) Türkiye bu harekâtı yaparken tümüyle Rusya’nın icazetiyle – onun hava sahasını açması ile – hareket etmekte, (e-) orya-uzun vadede çekildikten sonra bu toprakları Esad yönetimine (Rusya’ya) terk edeceği gerçekleri varken, Türkiye’nin güvenliği vs. bahanelerin arkasına saklanmanın inandırıcı olmadığı ortadadır. Ve hepsinden vahim olmak üzere (f-) Türkiye bu operasyonda ÖSO denilen karman çorman cihatçı fanatik grubu desteklemekte, bunlarla ortak bir strateji yürütmektedir. Bu nedenle tümüyle bu grubun yaptığı barbarca katliamlardan sorumludur. Elbette ki (g-) TSK unsurlarının yaptığı insan hakları ihlalleri de uluslararası hukuk bakımından ileride Türkiye’yi çok zor durumlara sokacaktır.

Özetin özeti: Türkiye bugün itibarıyla Ortadoğu’da Ortadoğulu olarak hareket eden, içinde barındırdığı Avrupalılığı, NATO üyeliğini, hesaplanabilir istikrarlı ve demokratik bir aktör olma özelliklerinin tümünü yitirmiş durumdadır. Erdoğan’ın ve arkasındaki gücün Türkiye’yi düşürdükleri durum budur ve bu durum çok vahimdir. Ancak bu durumdan daha da vahim olanı, Türkiye’de çok büyük bir çoğunluğun, bu yaşanılan trajediyi görmemesidir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin