Ömrümün en bereketli beş yılı

YORUM | MAHMUT AKPINAR

2010-2015 yılları arasında KHK ile bir gecede kapatılan 17 Vakıf Üniversitesinden birisi olan Turgut Özal Üniversitesinde çalıştım. Hayatımın düşünme, öğrenme, üretme, farklı dünyalara açılma, yazma, paylaşma anlamında en verimli yıllarıydı.

Turgut Özal Üniversitesi oldukça mütevazı şartlarda ve imkansızlıklar içinde kurulmuştu. Köklü bir geçmişe, güçlü bir geleneğe sahip değildi. Başta akademik kadro olmak üzere, hepimiz bir koza olarak başlayan üniversitenin nereye gideceği, neye evrileceği konusunda merak içindeydik. Ama bu kurum kısa sürede çok önemli mesafeler kat etti. Zira hocaların çoğu yurt dışında master/doktora yapmış ve ülkesine hizmet için Avrupa ve ABD’den dönmüş idealist kimselerdi. Mesela Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler bölümünde görev yapan hocaların neredeyse tamamı Bilkent Siyaset Bilimi veya Uluslararası İlişkiler (tam burslu) mezunuydu. Dekanımız ve bölüm başkanımız Ankara Siyasal mezunuydu ve İngiltere’nin seçkin bir üniversitesinde doktora yapmış, çok başarılı bir akademisyendi.  Her biri mümtaz ve nitelikli bu kadronun içinde mezun olduğu okul, genel nitelikler açısından en zayıf halka bendim. Bunu da her ortamda ifade ederdim.

Aradan geçen beş yıl içinde ben bile pek çok yayına, esere imza attım, yarısı akademik 10 kitap yazdım. Ulusal ve uluslararası hakemli dergilerde bir düzineden fazla makale yayımlama imkânım oldu. Ayrıca farklı gazetelere çok sayıda güncel makale yazdım, TV’lere mülakatlar verdim. Akademik ve akademik olmayan konferanslara, panellere katıldım. Hatta, en fazla sportif faaliyetimi bu dönemde yaptım. Bireysel spor yanında, haftada iki voleybol maçı yapar, masa tenisi ve bilardo oynardık. Okumaya en fazla zamanı bu yıllarda ayırdım. En fazla cemaatle namazı bile bu yıllarda kıldım. Zira zemin kattaki mescid hep açıktı ve her daim cemaat yapma imkânı olurdu. Bana en çok haz veren durum, üniversitede gençlerle etkileşim içinde olmak, onlarla karşılıklı alışverişte bulunmaktı.

Üniversitede nitelikli kadro yanında, mütevazı imkanlara sahip ama dingin, uyumlu, huzurlu bir ortam vardı. Bu durum üretkenliğe olumlu katkıda bulunuyordu. Takım çalışması ruhunu en yüksek seviyede burada hissettiğimi söyleyebilirim. Kütüphanede en fazla vakit geçirdiğim dönemdi. En fazla uluslararası kurumla, kişiyle muhatap olduğum yıllardı. İlk yıl eğitime 300 öğrenci, 13 akademisyenle başladık. Çıktığımız mütevazı yolculuk 5-6 yıl içinde 100 ayrı ülkeden 7000 öğrencinin eğitim aldığı, farklı milliyetten hocaların, personelin çalıştığı uluslararası bir üniversiteye dönüştü. Şahsım için akademik ve sosyal anlamda çok velut, verimli bir dönemdi.

Ülkeyi terk etmek zorunda kalıp yurtdışında yaşamak gerçek bir hayat tecrübesi oldu. Ufuk kazandım, dünyayı tanıma imkânı buldum. Kesinlikle her akademisyenin, aydının yaşaması gereken bir yolculuk bu. Merhum Özal’ın akademisyenleri, bürokratları, yargıçları kısa süreli de olsa neden batıya gönderdiğini daha iyi anladım. Maalesef Türkiye’nin çok ayrışmış, kutuplaşmış, zihinleri dumura uğratan, fikri boğan, peşin hükümler ve saplantılar üreten bir ortamı var. Yurt dışında hayat gailesi, ayakta kalma çabası gibi nedenlerle akademik anlamda ciddi üretim yapamasam da güncel politik konularla ilgili yazılar yazmaya, videolar çekmeye gayret ettim. Yine konferanslar verdim, sosyal, akademik ortamlara katıldım. Ama Turgut Özal Üniversitesindeki ortam ve verimlilik çok farklıydı. 

15 Temmuz sonrası Türkiye’de hayatın her alanında rejimin denetimi arttı, liyakat kayboldu, verimlilik her sektörde düştü. Düşünme, üretme, yazma ve bunları basılı hale getirme fevkalade zorlaştı. Akademik yayınlarda dahi katı ayrışmalar, etiketlemeler, dışlamalar oluştu. KHK’lı 7000 akademisyen sadece mesleğinden olmadı, “KHK’lı” diye etiketlendi, hayatın her alanından dışlandı, makaleler, bilimsel eserler müellifi nedeniyle ideolojik tasnife tabi tutuldu. Münhasıran sosyal bilimciler “başım belaya girmesin!” diye üretmemeyi, yazmamayı tercih etti.

Yaşadığımız süreç her alanı vurdu. Akademik dünyayı, kültür sanat hayatını dumura uğrattı. Bu dönemde kapatılan medya kuruluşlarına, hapse atılan gazetecilere ilave belki binlerce yayınevi kapatıldı, on binlerce kitap yasaklı hale getirildi ve suç unsuru ilan edildi. Aydınlar, yazarlar yazmamayı daha emniyetli buldu. Yazmak isteyen ise basacak yayınevi bulamadı. Mümtazer Türköne gibi bir aydın hapisten çıkınca kitaplarını bastıracak yer bulamadı. Düşünmenin, yazmanın eser vermenin pratik hayatta karşılığı hapse girmek, ceza almak, dışlanmak, etiketlenmekti.

Şahsımı vasat altı bir akademisyen, yazar olarak görürüm. Aydın ve entelektüel niteliklere haiz olduğumu asla düşünmedim. Amacım, benim gibi ortalama bir akademisyenin maruz kaldıkları üzerinden AKP rejiminin ülkede ne tür akademik, kültürel yıkımlara sebep olduğunu göstermek. Erdoğan rejimi yargıdan eğitime, medyadan bürokrasiye kadar en üretken, en verimli çağında milyonlarca nitelikli, liyakat sahibi insanı kıyımdan geçirdi, işinden uzaklaştırdı. Kadroları beceriksiz yandaşlarla doldurdu. Adalet ve liyakati bitirdi, insanlardaki çalışma azmini, üretme aşkını öldürdü. Gayreti vataniye ve milliyeyi yok etti. Toplumdaki her bireyin Türkiye’ye inancını, hukuka, adalete itimadını, İslam’a güvenini tüketti.

Erdoğan’ın çaldığı paralar, yolsuzluklar, verdiği bu zararların yanında devede kulak kalır. Ülkeye katkısı olabilecek, üretim yapabilecek yüzbinlerce insan yerinden, konumundan edildi. İnsanlar en değerli anlarını yeniden hayata tutunmak, maişet temini için geçirdi. Dolayısıyla ülkesi ve insanlık için katma değeri yüksek, birikimine, uzmanlığına uygun işler yapamadı. Buna fabrikasına el konulan sanayicileri, ticaret erbabını da katarsanız kaybın ne kadar büyük olduğunu anlayabilirsiniz.

Ağaçlar tam meyve vereceği dönemde kendi habitatından, toprağından uzaklaştırılırsa kurur veya meyve vermez hale gelir. Erdoğan milyonlarca insanı en verimli döneminde kendi habitatlarından söküp aldı, yokluğa, kuraklığa mahkûm etti. İnsanlar bir şekilde yaşama tutunuyor ve hayatlarını yeniden kuruyorlar. Ama Türkiye bunun faturasını nesiller boyu çekecek, belki asırlarca yaşayacak!

5 YORUMLAR

  1. …evet gayreti vataniye ve milliye duygumuzun üstüne beton blokları ve moloz yığınları döküyorlar hergün. Herşeye rağmen inancımın gereği bu duygu-düşüncemi kor olarak dahi canlı tutmak için farklı farklı sebepler, vesileler kıvılcımlar bulmaya çalışıyor, bunun için dua ediyorum…

  2. “Ağaçlar tam meyve vereceği dönemde kendi habitatından, toprağından uzaklaştırılırsa kurur veya meyve vermez hale gelir. Erdoğan milyonlarca insanı en verimli döneminde kendi habitatlarından söküp aldı, yokluğa, kuraklığa mahkûm etti. İnsanlar bir şekilde yaşama tutunuyor ve hayatlarını yeniden kuruyorlar. Ama Türkiye bunun faturasını ödüyor ve çok daha ağır ödeyecek!”

  3. Mahmut bey, herhangi bir hakikatı alabildigine yalın, anlasilabilir ve net yazabilen, hakikati tarafgirlige feda etmeyen vicdanli bir insansiniz…Varolun.

  4. Günümüzde yüksek kalibreli akademisyenlerden beklenen belli basli seyler var. Bunlar elbette olmazsa olmaz olmalidir fakat olmazsa olmaz olan baska seyler de var ki, iste biz bunlari Mahmut Akpinar´da görebiliyoruz.

    Mahmut Akpinar, bilime tapmayan, onu bir cekic gibi kullanmayan sagduyulu, alcakgönüllü ve her şeyden önce ve yapici bir karakter. Bunlar, artik cemaat icindeki akademisyenlerde de yoklugunu hissettigimiz özellikler oldu son yillarda.

    Cogu akademisyen maalesef akademisyenlik serüveninde son titrin bilgelik oldugunu anlayamamis vaziyette hakikatin merkezinden yayin yaptigini zannediyor ve bundan görüsünüse bakilirsa büyük haz aliyor.

    Mahmut Akpinar, zor sartlarda bir yasam sürdürmesine ragmen Hizmet´in icinde bulundugu durumla alakali gayet dengeli yazilar yazdi. Bu yazilar esasında elestirel yazilardi ve bence büyük bir hayra da vesile oldular.

    Bu yazilar, „Simdi zamani mi bunlari konusmanin, bunlar bizi daha da birbirimize düsürür“ seklindeki iddialari bosa cikardi, nifak söylemleri ile insanlari susturmaya calisanlarin ne kadar haksiz oldugunu gösterdi.

    Mahmut Akpinar, yazdigi elestirel yazilar ile insanlarin cemaate mesafe koymasina sebep olmadi, tam aksine onlari dairenin icinde tuttu. Kısacası: Eleştirmeyin diyenler insanları hizmetten soğuturken, eleştiren Mahmut Akpınar tabanın dağılmasını önlemede önemli bir rol oynadı. Eleştirilere tahammül edemeyen cemaat yöneticileri bugün bir tabana hitap edebiliyorlarsa bunda Mahmut Akpınarın katkısı var.

    Cemaat yönetiminin böylesine yetismis bir elemanina istihdam saglamasini beklemiyoruz artik. Ya yasadigimiz depremin richterin baya bi yüksekmis veya bu depreme müdahalede bulunmak istemeyen yöneticiler var. İkisinden biri, alıştık bu duruma bi yerde.

    Tuhaf olan sudur: En alakasiz projeler icin tabandan destek, beğeni, tık, paylaşım, himmet
    bekleyen, bunun için tahşidatlar yapan hizmet, bu gibi değerler için aynısını neden yapmaz? Aradan yıllar geçmiş ve yazarımızın patreondaki destekçi sayısı sadece ve sadece 112. Bu süre zarfında hedeflediği desteğin yarısına bile ulaşamamış. Hepimiz biliyoruz ki, akademisyenlerimize, gazetecilerimize Avrupa’daki cemaat mensuplarının her biri 20 Cent aktarsa bu insanların işleri sekteye uğramayacak, hizmet de bundan büyük yarar görecekti.

    Ve tuhaf bi şey daha var: Bu tuhaflığın dikkat çekmemesi.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin