Cehennem kapıları açıldığında…

Nazilerin ölüm fabrikalarında özgürlüğün getirdiği ilk şey adalet değil, intikam oldu. Dachau’da, Buchenwald’da, Bergen-Belsen’de mahkumlar, kendilerine yıllarca işkence eden eski efendilerini kendi elleriyle cezalandırırken, Amerikalı askerler başka tarafa baktı. Tarih kitaplarında pek anlatılmayan bu karanlık hesaplaşma, insanlığın aşırı zulüm karşısında verdiği en çarpıcı rövanştı.

M. NEDİM HAZAR | YORUM

Berlin, Nisan 1945…

Bir zamanlar dünyanın kaderi üzerinde mutlak hakimiyet iddia eden Üçüncü Reich, artık yıkıntılar arasında son nefesini vermektedir. Görkemli ideolojik törenler ve zafer kutlamalarının yerini, şimdi enkaz, korku ve kaçınılmaz sonun ağır sessizliği almıştır.

Doğu’dan Sovyet Kızıl Ordusu, batıdan Amerikan ve İngiliz birlikleri, Alman topraklarında amansız bir ilerleme kaydediyordu. Bir zamanlar “Bin Yıllık Reich” olarak adlandırılan yapı, şimdi her saat biraz daha küçülüyor, Hitler’in kaderi de onunla birlikte mühürleniyordu.

Berlin’in merkezinde, bir yeraltı sığınağında, Nazi Almanyası’nın Führeri Adolf Hitler, imparatorluğunun çöküşünün son günlerini yaşıyordu. Haritalar üzerinde artık var olmayan ordular hareket ettiriliyor, olmayan zaferler hayal ediliyordu. Sovyet topçu ateşinin sesi her geçen gün biraz daha yaklaşırken, bunama belirtileri gösteren diktatör, son bir umutla mucizevi bir kurtuluş bekliyordu.

20 Nisan 1945’te, 56. doğum gününde, Hitler son kez yeraltı sığınağından çıkarak sadık SS subaylarıyla tokalaştı. Solgun yüzü, titreyen eli ve çökmüş duruşu, bir zamanlar kitleleri hipnotize eden o karizmatik figürün artık sadece bir hayaleti olduğunu gösteriyordu. Ertesi gün gelen istihbarat raporları, Sovyet birliklerinin Berlin’in dış mahallelerine ulaştığını bildirdiğinde, sonun yakın olduğunu en sadık destekçileri bile artık inkâr edemiyordu.

28 Nisan sabahı, Hitler’e İtalyan müttefiki Mussolini’nin partizanlar tarafından yakalanıp idam edildiği ve cesedinin Milano’nun merkezi meydanında baş aşağı asıldığı haberi ulaştı. Bu haber, Führer’in kaderini kesin olarak mühürleyecekti. Aynı akıbete uğramamak için, 30 Nisan 1945’te, saat 15.30 civarında, Hitler ve taze eşi Eva Braun, Berlin’in altındaki beton sığınağında kendi hayatlarına son verdi.

Führer’in intiharını takip eden günlerde, Nazi liderliğinde tam bir çözülme yaşandı. Kimileri İsviçre veya İspanya gibi tarafsız ülkelere kaçmaya çalışırken, diğerleri sahte kimliklerle Almanya içinde kaybolmayı tercih ediyordu. Propaganda Bakanı Joseph Goebbels ve eşi Magda, altı çocuklarını zehirledikten sonra kendileri de intihar etti. Reich’ın kalbi artık durmuştu.

Çöküşün dalgaları yayılıyor

Hitler’in ölümünün haberi, telsiz ve telgraf hatlarıyla Almanya’nın her köşesine ulaşırken, Nazi kontrolündeki bölgelerde derin bir şok dalgasına sebep olmuştu. Alman radyosu, 1 Mayıs günü, Wagner’in “Götterdämmerung” (Tanrıların Alacakaranlığı) operasından ağır, yas dolu bir müzik eşliğinde, “Führerimiz Adolf Hitler, Reich’ın başkentini savunurken, son nefesine kadar Bolşevizme karşı savaşarak düşmüştür.” duyurusunu yaptı.

Bu haber, cephelerdeki Alman askerleri arasında büyük bir moral çöküşüne sebep olmuştu. Doğu Cephesi’nde, birlikler düzenlerini tamamen yitirerek, toplu halde Amerikan ve İngiliz hatlarına, Sovyetlere esir düşmek yerine Batılılara teslim olmak umuduyla kaçıyorlardı.

Ancak, Hitler’in ölüm haberinin en çarpıcı etkileri, Almanya içindeki yüzlerce toplama ve imha kampında çok kısa sürede hissedildi. SS ve kamp muhafızları arasında benzersiz bir panik yayıldı. Yaklaşan müttefik birliklerine karşı ne yapacaklarını bilemeyen kamp komutanları, birbiriyle çelişen emirler alıyorlardı… Kimileri tüm kanıtları yok etmeyi, kimileri mahkumları tahliye etmeyi, diğerleri ise herhangi bir tanık bırakmamak için toplu katliamlar düzenlemeyi emrediyordu.

Kampların son günleri: Korku ve kaos

Dachau, Buchenwald, Bergen-Belsen ve diğer kamplarda, Hitler’in intiharı ve müttefik ilerleyişi, SS muhafızları arasında görülmemiş bir paniklemeye neden oldu. Daha önce mutlak güce sahip olan bu adamlar, şimdi yaklaşan yargılanma korkusuyla hareket ediyorlardı.

Dachau’da, Komutan Martin Weiss, 28 Nisan’da kamptaki son görevini bırakıp kaçtı. Geride kalan SS personeline verilen talimatlar belirsizdi. Bazıları mahkumları ölüm yürüyüşlerine çıkarmaya çalıştı, diğerleri delilleri yok etmeye odaklandı. Kampın kayıtları yakıldı, bazı toplu mezarlar gizlendi, gaz odaları ve krematoryumların işleyişini gösteren belgeler imha edildi.

Mahkumlar, muhafızların davranışlarındaki değişimi hemen fark ettiler. Daha önce hiç görülmemiş bir telaş ve korku, SS personelinin yüzlerine yansımıştı. Bazı muhafızlar mahkûm üniformaları giymeye başladı, dövmelerini gizlemeye çalıştı veya sahte belgeler hazırladı. Diğerleri, geçmişteki zulümlerini telafi etme umuduyla mahkumlara gizlice yiyecek veya sigara vererek, “Ben her zaman size iyi davrandım, değil mi?” diye soruyorlardı.

Dachau’nun uzun süreli siyasi mahkumlarından Otto Kohlhofer daha sonra şöyle hatırlayacaktı: “Onların gözlerindeki korkuyu görebiliyorduk. Hiçbir şey söylemeye gerek yoktu, yüzlerinde yazılıydı. Sanki roller birden değişmişti, şimdi korkan onlardı.”

Özgürlüğün ilk fısıltıları

27 Nisan sabahı, Dachau’nun batısından gelen top sesleri duyulmaya başlandı. Mahkumlar, yeraltı haber ağları aracılığıyla, Amerikan birliklerinin sadece birkaç kilometre uzakta olduğunu öğrenmişti. Kampın bazı bölgelerinde, cesur mahkumlar fısıldaşmaya başladı: “Yaklaşıyorlar”, “Bu gece özgür olacağız”, “Hesaplaşma zamanı geldi”.

Kamptaki Kızılhaç temsilcisi Victor Maurer’in, 28 Nisan sabahı kampa gelerek SS yetkilileriyle görüşmesi, mahkumlar arasında heyecan dalgasına sebebiyet vermişti. İsviçreli diplomatın kararlı duruşu ve muhafızların ona karşı gösterdiği olağandışı saygı, güç dengesinin değişmekte olduğunun açık bir işaretiydi.

28 Nisan akşamı, kampın elektrik sisteminde yaşanan arıza sonucu, bazı baraka bölgeleri karanlığa gömüldü. Karanlığın koruması altında, bazı yeraltı direniş örgütü üyeleri bir araya geldi. Aralarında eski bir Alman komünist, bir Sovyet savaş esiri albayı ve bir Fransız direnişçisi vardı. Kararları kesindi: Amerikalılar gelmeden önce, işbirlikçi “Kapo”lar ve özellikle zalim muhafızlar için listeler hazırlanacaktı…

Kapolar, Nazi toplama kamplarında diğer mahkumlar üzerinde gözetim ve denetim yetkisine sahip olan tutuklu mahkumlardı. SS muhafızları tarafından seçilen bu mahkumlar, barakalardan iş birliklerine kadar çeşitli alanlarda düzeni sağlamak, çalışma kotalarını doldurmak ve kaçma girişimlerini engellemekle görevlendirilirdi. Karşılığında daha iyi yiyecek, ayrı yaşam alanları ve hayatta kalma şansı gibi ayrıcalıklar elde ederlerdi.

Çoğunlukla Alman suçlulardan seçilen Kapolar, siyasi tutuklulara ve Yahudilere karşı acımasız davranmakla bilinirdi. Bu ara pozisyon, kampların en karmaşık ahlaki ikilemleri arasında yer alıyordu; zira Kapolar hem kurban hem de zulmün bir parçası olarak, hayatta kalmak için diğer tutukluların üzerinde baskı kurmak zorunda kalmıştı. Kurtuluş sonrası, Kapolar mahkumlar tarafından özellikle nefret edilen ve misillemelerin hedefi haline gelen bir gruptu.

29 Nisan sabahı, güneş Dachau’nun üzerine doğarken, kampın çevresindeki SS muhafızlarının çoğu çoktan kaçmıştı. Gözetleme kulelerinde her zamanki silahlı nöbetçiler yoktu. Mahkumlar, dikkatle, sessiz bir umutla, yaklaşmakta olan kurtuluşu bekliyordu.

Ve sonra, öğleden sonra, uzaktan duyulan motor sesleri ile birlikte, bir Amerikan zırhlı keşif aracı kampın yakınındaki demiryolu hattında göründü. Altı yıl süren bir kâbus, nihayet sona eriyordu.

Cehennem kapıları açılıyor

Dachau’nun kapıları müttefik askerleri tarafından açıldığında, özgürlük beklendiği gibi bir sevinç patlaması değil, tedirgin bir sessizlik getirdi. Yıllar boyunca her umudun cezalandırıldığı bir sistemde yaşamış olan mahkumlar, ilk anda ihtiyatla yaklaştılar.

Ancak muhafızların gerçekten silahsızlandırıldığını, SS’in gerçekten kaçtığını ve kurtuluşun bir hayal olmadığını anladıklarında, yıllarca bastırılmış öfke ve adalet duygusu yüzeye çıkmaya başladı. Artık kendilerini daha önce hiç olmadıkları kadar güçlü hissediyorlardı.

İşte o an, insanlık tarihinin en karanlık bölümlerinden biri olan Holokost’un hemen ardından, belki de en rahatsız edici, en ahlaki açıdan belirsiz ve en az anlatılan bölümü başladı. Cehennem kapıları açılmıştı ama bu kapılardan sadece özgürlük değil, aynı zamanda bastırılmış öfkenin kıyameti de geçecekti.

Nisan 1945’te müttefik askerler Nazi toplama kamplarını özgürleştirmeye başladığında, buldukları şey bir esir kampı değil; bir ölüm fabrikasıydı.

Üst üste yığılmış cesetler, çalışır durumdaki krematoryumlar ve derisi kemiklerine yapışmış hayatta kalanlar… Ancak belki de en vahşi olan, gelişlerinden önce değil, hemen sonra oldu.

Tarih kitaplarında pek yer almayan, resmi kayıtlarda üstü örtülen bir gerçek vardı: Mahkumlar, Nazi muhafızlarını kendi elleriyle idam ettiler. Ne emir vardı, ne yargı, ne de sınır. Bazıları sıraya dizilip kurşuna dizildi, diğerleri dövülerek öldürüldü. O gün birçok Kapo ve SS üyesi sessizlik içinde, kayıt altına alınmadan, merhametsizce öldürüldü…

Amerikalı askerler başka tarafa bakıyordu! Hatta bazı durumlarda yardım bile ettiler. Daha sonraki soruşturmaların çoğu bizzat General Patton tarafından sümenatı edilecekti ve bunda haksız da sayılmazlardı. Hukuken doğru olmayan ama etik anlamda itiraz edilemeyecek bir intikam süreciydi bu yaşananlar!

29 Nisan’da Amerikan 7. Ordusu birlikleri, Bavyera şehri Dachau’ya yaklaştı. Başlangıçta sıradan bir esir kampı gibi görünen yer, kısa sürede barbarlığın eşi benzeri görülmemiş bir boyutunu ortaya çıkardı.

Ana girişe ulaşmadan önce askerler, bir yolda durmuş bir yük treni buldular. İçinde, terk edilmiş birer eşya gibi, üst üste yığılmış, ileri derecede çürümüş yaklaşık 2 bin ceset yatıyordu. Bu hareketsiz ama çok şey anlatan sahne, Avrupa’da 500 gün boyunca savaşmış olan gazileri bile felç etti. Etkisi sadece görsel değildi; koku yoğun, tatlımsı ve hastalıklıydı; üniformalara, derilere, hafızalara sinmişti.

Kampa girildiğinde, Amerikan birlikleri tüm fiziksel onurlarından soyutlanmış insan figürleriyle karşılaştılar. Kemikleri sayılabilen, çizgili paçavralara sarılı adamlar, ayakta durmakta zorlanarak, hayatın imkânsız vaadini taşıyanlara doğru ayaklarını sürüyerek ilerliyorlardı. Birçoğu 40 kilodan azdı. Bazıları ayakta duramıyordu, bazıları bir kelime bile edemeden yere yığılıyordu.

İçeride 30 binden fazla mahkûm açlık, hastalık ve aşırı kalabalık içinde hayatta kalmaya çalışıyordu. Birkaç yüz kişilik kapasiteyle tasarlanmış barakalarda şimdi binden fazla kişi kalıyordu. Binaların arasında, son güne kadar direnememiş olanların cesetleri yatıyordu.

Askerler işkence odaları, cesetlerle dolu odalar ve hala sıcak krematoryumlar buldu. Bazı cesetler birkaç saatlikti, bazıları ileri çürümeye geçmişti. Yapılar işlevsel ve düzenliydi, sapkınca bir mantığı açığa çıkarıyordu. Her köşe insandışılaştırmayı, umudun sistematik yok edilmesini en üst düzeye çıkarmak için tasarlanmıştı.

Güç dengesi tersine döndüğünde

29 Nisan 1945 öğleden sonrası, Dachau toplama kampında güç dengesinde köklü bir değişim yaşandı. Yıllar boyunca on binlerce insanı boyun eğdirmiş olan egemenlik makinesi, saatler içinde çöktü. Eski efendiler, işkence ettikleri insanlar ve az önce tanık oldukları karşısında ne düşüneceklerini bilemeyen askerler tarafından aniden silahsızlandırılıp çevrelendiler.

SS’nin üst düzey komutanları, müttefik birliklerin gelişi öncesinde kampı terk etmiş, ardında astlarını ve idari personeli bırakmıştı. Birçoğu kılık değiştirip mahkumların arasına karışmaya ya da tıbbi görevler üstlenmiş gibi yapmaya çalıştı. Akıbetleri, ne yaptıklarından çok, ilk kimin eline düştüğüne bağlıydı.

Kampın geçici yönetimi bir SS teğmeni tarafından Amerikalı yetkililere devredildi ve ilk kontrol sağlandı. Ancak birlikler farklı yönlerden, koordinasyonsuz biçimde giriyordu. Her grup yeni bir dehşetle karşılaşıyordu: üst üste yığılmış cesetler, çalışan krematoryumlar, ölüm döşeğindeki çocuklar… Her yeni keşif öfkeyi daha da körüklüyordu.

Dachau Duvarı: İntikamın ilk kurşunu

Kampın hastane yakınlarındaki bir bölümünde, kömür depolamak için kullanılan duvarlarla çevrili bir avlu vardı. Burada yaklaşık 50 SS üyesi gözetim altında toplandı. Savaş tecrübesi olan tabur komutanı, savunma pozisyonlarını düzenleyip operasyonları koordine etmek için kısa süreliğine ayrıldığında, kaçınılmaz olan oldu: Silah sesleri patladı, bir makineli tüfek Alman mahkumlara karşı ateşlendi.

Subay geri döndüğünde, duvarın yanında yerde yatan birçok cesetle karşılaştı. İnfazı durdurdu ve derhal disiplin emri verdi. O sahne, kaosa tanıklık edenlerin hafızasına kazındı. Aynı zamanda sonraki askeri raporlarda da yer aldı.

İlk gerekçe mahkumların kaçmaya çalıştığıydı. Ancak iç soruşturmalar böyle bir girişim olmadığını ortaya koydu. Tetiği çeken şey taktiksel değil, duygusaldı; az önce tanıklık ettikleri acılardan bunalmış bazı askerler, adalet ile intikam arasındaki görünmez çizgiyi aştılar.

Aynı gün benzer başka olaylar da yaşandı. Kampın tren istasyonu yakınlarında, bir Amerikan subayı tarafından bir yük vagonuna saklanmış halde bulunan dört Alman askeri kısa sürede infaz edildi. Askerlerinden biri vagona çıkıp yaralıları öldürdü, “hayatta kalmamalarını sağladı.”

Ana kamp içinde, Amerikalı subaylar Alman mahkumları bağlı oldukları birimlere göre ayırdı. Wehrmacht askerleri SS personelinden ayrıldı. SS’ler kısıtlı bir bölgeye götürüldü. Çeşitli tanıklıklara göre, burada tüfek, tabanca ve el yapımı silahlarla silahlanmış Amerikan askerleri tarafından infaz edildiler.

İntikam ateşi yayılıyor

İnfazlar sadece üniformalı personele yönelik değildi. Eski mahkumlar da misillemede bulundu. Bazı gardiyanlar iş aletleriyle dövüldü, bazıları çarşaflarla boğuldu. Mahkumken kamp içinde yetki sahibi olmuş Kapolar ise özellikle yoğun bir öfkenin hedefi oluyordu. Birçoğu acımasız geçmişi ve sahip olduğu ayrıcalıklar sayesinde tanınıyordu.

Bazı durumlarda mahkumlar nedenlerini müttefik askerlerle paylaştı; kollarının altındaki SS dövmelerini gösteriyor, yara izlerini işaret ediyor ya da ailelerini katledenlerin adlarını söylüyorlardı. Askerler bazen müdahale etmemekle kalmayıp hayatta kalanlara ilkel silahlar da sağladı. Bireysel sorumluluk ile kolektif öfke arasındaki sınır neredeyse ayırt edilemez hale geldi.

Bazı Amerikan askerleri linçleri müdahale etmeden izledi. Bazıları, savaş yasalarına saygı göstermeleri öğretilmiş olmasına rağmen, tanık oldukları doğrudan adalete karşı çıkamadı. Bu bağlamda yasallık, normatif gücünü yitirmişti.

Amerikan ordusu resmi bir soruşturma yürüttü elbette. Raporu hazırlayan Yarbay, teslim olmuş mahkumların infazı da dahil olmak üzere Cenevre sözleşmesinin ihlal edildiğini doğruladı. Olayda rol alan birkaç subay için askeri mahkemeler önerildi, fakat bu süreçler hiçbir zaman başlatılmadı.

Rapor, o dönemde Bavyera’daki askeri vali olan General George S. Patton’a iletildi. Birçok kaynağa göre Patton, raporu hiçbir işlem yapmadan kenara itti. Örtük gerekçe basitti: O adamların neler gördüğünden sonra, tepkileri nedeniyle yargılanmaları ahlaken sürdürülebilir görünmüyordu.

Dosyayı inceleyen askeri hukukçu, genel ikilemi özetleyen bir sonuç kaleme aldı: “Yaşananlar yasa dışıdır, ancak ortaya çıktığı aşırı bağlam dışında değerlendirilemez.” Birçok subay için Dachau’da yaşanan dehşet, geleneksel ahlaki çerçeveleri paramparça etmişti.

Kimsenin durduramadığı intikam

29 Nisan 1945’te Dachau’nun kapıları açıldığında, mahkumlar ne koştu ne de kutlama yaptı. Yıllar boyunca her umudun tehlikeli olduğunu öğrenmişlerdi. Kurtuluş başlangıçta kafa karıştırıcı bir sessizlikti. Ancak, gardiyanların silahsız olduğunu ve müttefik askerlerin bir hayal olmadığını anladıklarında, gerçek tepki başladı.

SS tarafından dayatılan kampın hiyerarşik yapısı derhal çöktü. Bu yeni boşlukta, uzun süredir bastırılmış duygular ortaya çıktı: rahatlama, yaş, öfke, öfke… Sadece sözlerde ya da gözyaşlarında değil, yıllarca gücü ellerinde tutanlara yönelen eylemlerde kendini gösterdi.

İlk hedef alınanlar, SS’in denetim yetkisi verdiği Kapolar oldu. Onlar da tutuklu olmalarına rağmen, birçokları kendilerine ayrıcalık sağlayan bu rolü acımasızca benimsemişti. Kimileri acımasızlıklarıyla, kimileri mahkumları ispiyonlamak, dövmek ya da öldürmekle öne çıkıyordu.

Düşüşleri hızlı ve şiddetli oldu. Barakalarda Kapolar tespit edildi, sürüklenip götürüldü, geçici kirişlere asıldı ya da kampın kendi aletleriyle dövüldü. Alman gardiyanlardan farklı olarak, kurbanlara yakınlıkları bu misillemeleri daha kişisel, daha içgüdüsel hale getirdi. Bazıları topluca, bazıları ise gizlice, geceleyin, tanık ya da yargı olmaksızın öldürüldü.

SS gardiyanları da mahkumların arasına karışarak kaçmaya çalışanlar arasında yer aldı. Üniformalarını çıkarsalar bile gizlenemeyen detaylar vardı: kol altındaki dövmeler, tanınabilir yüzler, unutulmayan hikayeler…

Yerleri tespit edildi, ifşa edildiler ve infaz edildiler. Genellikle kullanılan silahlar doğaçlamaydı: metal borular, taşlar, el yapımı bıçaklar… İntikam örgütlü değildi, ama acımasızdı.

Bu durum yalnızca Dachau’ya özgü değildi. Buchenwald’ta yeraltı direniş ağı işbirlikçilerin listesini önceden hazırlamıştı. Naziler geri çekilmeye başladığında kontrol mahkumlar tarafından ele geçirildi ve hızlı bir adalet uygulandı. Bergen-Belsen’de İngiliz kuvvetleri daha sıkı bir kontrol sağlasa da, gecenin örtüsü altında hesaplaşmalar yaşandı.

Misillemenin derecesi ve şekli bağlama göre değişse de, ortak bir mantığı paylaşıyorlardı: sistematik olarak ellerinden alınan iradeyi, aynı mekânda geri kazanmak. Pek çok kişi için mesele yalnızca intikam değildi, asgari bir ahlaki düzenin yeniden tesisi meselesiydi.

Ahlaki gri bölge

Müttefik askerlerin tepkileri çeşitlilik gösterdi. Bazıları gördüklerinden derin şekilde sarsıldı. Diğerleri, bu durumu kaçınılmaz, hatta meşru bir rövanş olarak gördü. Doktorlar, papazlar ve subaylar günlüklerine, eylemleri yasal olarak haklı çıkaramasalar da etik olarak da kınayamayacaklarını yazdılar.

Bazı durumlarda askerler, adaletin mahkumların elinde olmasını tercih ettiklerini ifade ettiler; bunun onların onur duygusunu yeniden inşa etmelerine yardımcı olduğunu düşünüyorlardı. Yıllarca birer atık nesne gibi yaşamış kadın ve erkekler için, cellatlarının kaderi hakkında karar vermek, aşırı ama anlaşılır bir şekilde, insanlıklarını geri kazanmaktı.

Kurtuluş gecesi boyunca şiddet daha sessiz bir şekilde devam etti. Barakalarda Kapolar ve muhbirler sessizce öldürüldü.

Ertesi sabah, kırılgan bir sakinlik ve daha yapılandırılmış bir askeri yönetim geldi. Resmi raporlar bu eylemlerden neredeyse hiç bahsetmez; yetki devri sırasında yaşanan olaylar, “sivillerin kendiliğinden eylemleri” ya da “iç gerilimler” olarak geçiştirilir. Öncelik hızla sağlık organizasyonuna, yiyecek dağıtımına ve mahkumların taşınmasına kaydı.

Nazi toplama kamplarının kurtuluşu sırasında ve sonrasında yaşanan misillemeler, tarihte garip bir kör nokta işgal ediyordu: hem bilinir hem bilinmez, kabul görür ama tartışılmaz!

II. Dünya Savaşı ve Holokost’un diğer yönleri geniş biçimde belgelenmiş ve anılmışken, bu misilleme eylemleri büyük ölçüde kamu bilincinden ve resmi anlatılardan silindi. İlk silinme katmanı resmi askeri belgelerden geldi. ABD ordusu Dachau’daki misillemeler üzerine kapsamlı bir soruşturma yürütmüş olsa da, General Patton tüm olası suçlamaları reddettiğinde sonuçlar fiilen gömüldü. Soruşturma raporu gizli tutuldu ve ancak 1991’de ulusal arşivlerde keşfedildi.

Dönemin medya kapsamı ezici biçimde bizzat vahşete odaklandı: Cesetler, iskeletleşmiş hayatta kalanlar, gaz odaları ve krematoryumlar… Bu odak, görsel etki ve ahlaki netlik göz önüne alındığında anlaşılırdı. Buna karşılık, kamp personeline yönelik misillemeler, müttefikleri yalnızca adil kurtarıcılar olarak gösteren anlatıyı karmaşıklaştıran, ahlaki açıdan belirsiz bir hikaye sunuyordu.

Bu olayları anlamak, “Hukukun yetersiz kaldığı yerde nasıl hareket edilir?” sorusunu gündeme getiriyordu şüphesiz. Zira bazı kötülükler vardır ki, geleneksel adalet mekanizmaları onlarla başa çıkmakta yetersiz kalır. Holokost gibi sistematik bir vahşet karşısında, geleneksel ahlaki çerçeveler sarsılıyor maalesef.

Bu kamplarda esir olarak tutulan İtalyan kimyager Primo Levi kamplardaki ahlaki yargıyı anlatırken “gri bölge” kavramını ortaya koyar: “Burada iyi ile kötü arasındaki net çizgiler aşırı baskı altında bulanıklaşır. Kurtuluştan sonraki misillemeler de böyle bir gri alan olabilir; normal ahlaki evrenin olağanüstü bir suç karşısında geçici olarak askıya alındığı bir alan.”

Tarihçi Robert H. Abzug bu belirsizliği şöyle özetliyor: “İnsanlık en karanlık bölümüyle yüzleştiği anda, adaletle intikam, haklı öfke ile kontrolsüz öfke arasındaki çizgi neredeyse seçilemez hale geldi.”

Öte yandan bu etik belirsizlik hala tarihin belleğinde yankılanmakta. Dachau ve diğer kamplardaki misillemeler, en çok değer verdiğimiz hukuki ve ahlaki ilkelerin, kötülüğün en aşırı haliyle karşılaştıklarında sarsılabileceğini hatırlatıyor.

Bu olaylar, bazı bağlamların sıradan ahlaki sınırları geçici olarak bir kenara bırakmayı haklı gösterip göstermediğini sorgulamamıza yol açıyor ve aynı zamanda bunu yapmanın tehlikelerine karşı uyarı da bulunuyor.

Bu kadar hazin arka planı anlatmamızın elbette sebebi var: Bugün gücü ellerinde tutanlar, “Cehennem Kapıları” anlatısından derin bir ders çıkarmalı. Çünkü hiçbir güç sonsuza dek sürmez, sürmüyor, sürmeyecek.

Zulüm edenler bir gün o zulmün hesabını vermek zorunda kalıyor. Çarkın dönmesi için Nazi Almanya’sı gibi uç bir örneğe gerek yok aslında; tarih bize pek çok kez güç dengelerinin nasıl dramatik biçimde değişebildiğini sayısız kere göstermiştir.

İnsan onurunu hiçe sayarak güç kullananlar, yarının mahkemelerinin bugünün yasalarıyla olamayacağını hatırlamalı. Bugün cezasız kalan eylemler, yarın bambaşka bir bağlamda, bambaşka standartlarla değerlendirilebilir. Güç geçicidir, ama yapılan eylemlerin sonuçları kalıcıdır.

Cehennem Kapıları açıldığında, hiçbir yasa, hiçbir unvan, hiçbir güç, adaletten ya da intikamdan kaçmaya yetmez, yetmeyecek. Tarih, unutulmaya terk edilmiş olsa da bu dersi bize fısıldar.

Ha, ben bu kadar uğraşıp bunları anlatıyorum, bazıları “Bunların mala davara ne faydası var?” diye soruyor, onlar da haklı!

7 YORUMLAR

  1. Hasılı kelâm: “Cehennem Kapıları açıldığında, hiçbir yasa, hiçbir unvan, hiçbir güç, adaletten ya da intikamdan kaçmaya yetmez, yetmeyecek.” Anlamayanlara anlatılır.

  2. insanlardan iki tık ilerisini dusundugunuz zaman da otekilestiriliyorsunuz. Herkes halı hazirdaki malını davarinin dusunurken siz gelecekteki malıniza ve davariniza sahip çıkmaya çalışıyorsunuz. Yazı serisi için tekrar teşekkürler.

  3. Abim enfes bir yazı olmuş çok ibretlik.Elbette bu ayrıntıları bilmiyodum biçok insan da bilmiyodur iyiki yazdınız.İntikam evet doğru değil. İnsanın olaylar karşısındaki dönüşümü hayret verici.Ve insanı tutan iman vicdan mekanizması yoksa Üstadın dediği gibi canavara dönüşebiliyor.Bu yazıda ki en güzel sonuç da zulmün ebedi olmaması ve zalimlerin sonları!!!!

  4. Akıbetleri asra ibret olacak. Ama zannedersem bu korkunç cezalandırmayı İnsanlığa Hizmete Adanmışların yapmasına Adil-i Mutlak, Kahhar-ı Zülcelal müsaade etmeyecek, başka bir zalim eli kullanacak..

  5. Degerli yazar, emeginize saglik. Pek tabi o mahkumların umutlarının da SS askerleri icin hiçbir anlami yoktu ve haberleri bile yoktu o umuttan . Lakin gelmekte olan da geliyordu. ✌Buraya 8 yıldır yorum yazan Ayşe’den selamlar.💐🙋‍♀️

  6. Sayin yazar sizinde bilginiz gibi hiçbir hayvanat insanoğlunun işlediği zulüm gibi bir vahşet işlememistir. Dolayısıyla hayvanat insandan çok masumdur .Dilleri olsa insanoğlunun cinsini aşağılamak için hayvanların isim ve unvanlarını kullanmasına itiraz ederlerdi.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin