Masadaki Vazo!

YORUM | M.NEDİM HAZAR

Bilmem kaç kilometre hızla uzaklara iterken jetin motorları, elimde gazetelerin verdiği aşk mektupları, sevgiliye yazılmış konserve metinlerin tıkıştırıldığı ‘Sevgililer Günü’ yazıları.

Rüzgârın bir heykeltıraş sabrıyla yonttuğu bulutların üzerinde, aşka, sevgiye, sevgiliye dair sentetik cümleler okumak aşkın evrensel, hatta bulunduğumuz boyutu aşan boyuta yapılan bir haksızlık olduğunu fark ettim.

‘Aşkı neonlamak’ diye geçirdim içimden. Işıltılı, göz kamaştırıcı ve hep yüksekte ulaşılmaz gibi duran bir tabeladan bahsediyor gibi yazılar. Sanki bir vazo var karşımızda ve aşk da bu vazoya bakış gibi.

Oysa neredeyse hiçbirinde vazonun kendisi yok. Biri renginden söz ediyor, diğeri dokusundan, öteki kokusundan. Kimi bir filme benzetiyordu, kimi romana, kimi yapraklarından güneş ışıklarının sızdığı bir ormana ya da kavrulmuş yüreğin dillendirdiği bir şarkıya. Müziğin ‘pîr’i Kazancı usta adaşı torununa sesleniyor en yakın duruşla ‘Sevdimse seni safvet i vicdan ile sevdim.’

Sanki…

Sanki sıcaklığı hâlâ çarmıhta hissedilen, ruhu yukarı çekilmiş bir peygamberin ardından bakarcasına saygılı ve başı öne eğik kelimelerin. Ama bir o kadar da kullanılmış yıpranmış anlamlar var sayfalarda. Koltuğundan arkaya doğru ‘kaykılarak’ oturup poz veren bir yazarın, aşkı et ile saçının arasına kıstırmasına üzüldüm. Kelimeler bazen saf rolü yapıp ortaya çıkıveriyorlar ve onları avlamamızı bekliyorlar. Bilinçli bir kurban olma ya da fedakârlık bu.

Oysa bizim öykülerimizin tamamı avcıyı yüceltiyor. Yaşarken de yazarken de tipik bir Firavunî haz alıyoruz aşktan. Yaşamayıp da yazanlar ile yaşayıp da yazamayanları ayırıyorum tabii… Adam ayakta durup okurlara bakarken, kütüphanesinde biriktirdiği milyarlarca kelimeye acıyorum ben. Yazık!..

Boşuna okuyor satırları, çiçekleri koklaması da boşuna. Vatan okyanusun diğer yanına düşerken, aşkın en çok hasret ile dillendirildiği ifadeler dokunmaya başlıyor insana.

Ben ‘Aşk tekildir’ demiştim ‘Leprom’da. Ece Ayhan ‘İki kişiliktir’ diyor şemsiyelere bile bakmadan. Ve aşkın eksperlerini de açıklıyor Siyah derililer. Bu kısa ve temasız yazıyı okusam bile anlam veremeyecek JFK Hava Limanı’ndaki gişe memuru zenci kız ‘Happy Valentine’ diye, Ece Ayhan’dan selam söylüyorum. Vazonun etrafında donuyor kelimeler. Aşkın türlü hallerini kelimelere giydirdikleri kostümler ile sergiliyorlar. İsmet Özel yapacağını yine yapıyor. işte Ve en umulmadık anda en zayıf yere indiriyor darbeyi ‘Aşk gelince cümle eksiklikler biter.’

Ve kafamı iki gün kurcalayacak kesin ve keskin ifade; ‘Aşkta her şey düzdür. Aşkla her şey düzelir. Düz değilse aşk değildir, düzgünleştirmiyorsa aşk değildir.’

Bütün bu buğulu kelimelerin tüketildiği ortamda kemanıyla poz veren elindeki yıpranmış kelimelerle ahkam kesiyor John Malkovich kılıklı adam. Aşka bu kadar da zulmedilmez pişmanlığıyla ilk paragrafın bitimine kadar tahammül edebiliyorum. Yazdığı mektubun alıcısına acıyorum. Gövdelerini kuşatan küf yeşili kabuklarıyla çıplak ayaklı ağaçlar utangaç ve telaşlı malikane kontesleri gibi kar taneleri yapışmasın diye eteklerine, dallarını sallıyorlar. Ve ben başının üstünde lodosun hırçınlaştırdığı, Marmara dalgalarının vurduğu Sultanahmet resmi bulunan anlatıcıyı dinliyorum. Resimdeki martılar pîr i faniler gibi minareleri tavaf ederken Sultanahmet’in taştan avlusunda, New York karları yağıyor sanki. Resimden odaya fırlayan martı, depremden beri ilk defa bu kadar hırçın. Rüzgâr nazlanan ağaçları rahatsız edercesine sallıyor.

Tekrar mektuplara dalıyorum.

En ilginci, bir kalp cerrahının ki. Hiçbir insanın tutmadığı, dokunmadığı yakın olmadığı kadar kalbe fiziksel yaklaşıp da bu kadar mı uzak kalabilecek kadar bahtsız olur insan. On yıllar boyunca kesip biçtiği, açıp onardığı bir organa, nasıl bu kadar yabancı olabilir?

Nasıl dehşete düşürmez ki insanı bu sözler; ‘Yaşam; Tanrı ile insan arasında oynanan bir satranç oyunudur.’

Hayatı karşılıklı ‘rest’leşme veya ‘şah çekme’den ibaret sayan bir düşünce kalbi de kesse, beyni de ancak ve ancak kanatır!

By pass’lı bir kalbin ‘aşkı yaşıyorum’ zannetmesi gibi bir şey bu. Sebep ve sonuçları var ama yaşayan ve hisseden kalp değil. Devre dışı bırakılmış, giriş ve çıkış sinir uçları birleştirilmiş duyguları ne kadar kalbe mal edebiliriz ki? Etsek bile masadaki vazo gibi durur işte. Uzaktan bakınca güzel gibi görünür o kadar. Renk müthiş, desen harika, estetik mükemmel..

Ama nihayetinde bir vazo işte…

Parıltılı ama hissiz, ruhsuz ve içi oyuk…

Aşk bu mudur peki?

Okura not: 2001 yılı Şubat ayında yazmışım bu yazıyı. Neredeyse 19 yıl olmuş. O yıl doğan çocuklar aşık olacak yaşa gelmiş. Sevgili M. Efe Çaman Hoca’nın bu yazıyla tematik anlamla hiçbir alakası olmayan “Mağazadaki Mavi Vazo” başlıklı yazısını okurken aklıma düştü. Paylaşayım dedim…

Mağazadaki mavi vazo

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin