Kanunsuzluk ve sistemsizlik

Yorum |  Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Türkiye’de kanunsuzluk ve sistemsizlik bugünkü rejimin en temel iki özelliğini oluşturuyor. 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonları ve akabinde normal yargı süreci içerisinde başlayan soruşturmaların Yüce Divan’da son bulacağını öngören AKP hükümeti, Türkiye tarihinde eşi benzeri görülmemiş bir hamleyle yargı sürecini durdurdu. Böylece rejimin oluşumu, kanunsuzlukla ve var olan anayasal düzeni akamete uğratarak başlamış oldu.

Bu rejim tekâmül ederken kimlerle ortaklığa gidildiği artık belli! Hangi odağın ne kadar etkin olduğu üzerine tartışmalar devam ede gelse de, bilinen, MHP’den CHP’ye, İYİP’ten HDP’ye parlamentoda yer alan siyasal partiler birbirlerinden farklı ağırlıklarda olmak üzere rejimi destekliyorlar. Rejimi en az oranda destekleyen HDP, sadece temel diskuru (FETÖ söylemini) benimsemiş halde, rejimin Kürt sorununa içeride ve dışarıda yaklaşımına eleştiri getiriyor, rejim eleştirisini bu çerçevede yapıyor. Ondan daha fazla rejimle bütünleşmiş görünen CHP ve İYİP, rejimin diskuru dışında, Suriye’deki işgalci politikalarını da, Rusya yönelimini de, anti-Batıcı dilini de benimsiyor.

MHP ise rejimin iktidarında bulunan bir parti olarak, Erdoğan rejiminin sayısal çoğunluğunu sağlayarak, stepne görevi yaptı, yapmaya da devam ediyor. Ne enteresandır ki, bu “muhalefet” partilerinin hiç birisi, 17 Aralık sonrasında kanunsuzluğa ve sistemsizliğe batan rejimin temel kilometre taşlarını eleştirmiyor. Erdoğan ve yakın çevresi, 17 Aralık soruşturmalarının bir darbe girişimi olduğunu ve bunun dış güçler tarafından, devlet içine “sızmış” bir “paralel devlet” tarafından yapıldığını ileri sürmüştü. İnternette oğluyla paraları sıfırlama fısıldaşmaları tüm Türkiye’de dinlenen Erdoğan, bu konuşma tapelerinin “montaj” olduğu gibi absürt bir iddia ortaya atmış, CHP de MHP de bu saçma iddiayı kategorik olarak reddetmişlerdi. Hatta CHP lideri Kılıçdaroğlu tapelerin yazıya dökülmüş halini TBMM’de okuyarak kayıt altına aldırmıştı. Sonradan ne olduysa, CHP de MHP de bu pozisyonlarını terk ettiler ve Erdoğan’ın dümen suyuna girdiler. Böylece kanunsuzluk ve sistemsizlik konsolide oldu.

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYİN ⬇️

Kanunsuzluğun ve sistemsizliğin bu başlangıç evresinde hayati olaylardan biri, Ergenekon (ve benzeri) davalardan mahkûmiyet almış askerlerin “milli orduya kumpas!” miladı sonrası serbest kalmalarıydı. Ergenekon’un “savcısı” olduğunu beyan etmiş olan Erdoğan, Kürtler, liberaller ve Gülen Cemaati ile yürüttüğü fiili koalisyonu sonlandırarak, Kürt sorununda, AB yöneliminde ve Cemaat’e yönelik olarak yeni bir rota belirledi. Bu rotayı kimlerle belirledi? Bunu yanıtlamak için elde belge yok. Akıl yürütme yapacak olursak, MHP ve CHP’nin desteği bize ipuçları sunuyor. Çözüm Sürecine “çözülme süreci” olarak yaklaşan MHP ve CHP’deki ulusalcı odaklar, Kürt sorununa politik çözüm stratejisinin terk edilmesine çok sevindiler ve AKP’yi bu kararında desteklediler. Bu politika değişikliği ile paralel devam eden AB’den uzaklaşma yaklaşımı da bu iki nasyonalist ve AB yönelimine şüpheyle yaklaşan muhalefet partisinin hoşuna gitti. Zaten ne MHP ne de CHP AB süreciyle barışık bir tutum içinden olmamışlardı. 2002-2011 arasında gerçekleşen reformlardan rahatsızlık duymuşlardı. Aynı zamanda Cemaat’e yönelik operasyonlarda da MHP ve CHP benzer bir tutum sergiledi. MHP için Cemaat fazla kozmopolitan ve uluslararası bir görünümdeydi. CHP ise Cemaat’i aynı AKP gibi devleti “ele geçirmeye çalışan” bir odak olarak gördü. AKP bu pozisyonu stratejik nedenlerle benimsemişti. Oysa CHP bu pozisyonu başından beri sürdürüyor, Cemaat’in “anti-laik” bir yaklaşım içinde olduğunu düşünüyordu. CHP için Cemaat de AKP gibi “dinci” bir oluşumdu. Bu nedenle AKP’nin Cemaat’in üzerine hukuksuzca gitmesine CHP göz yummakta beis görmedi, “yesin dinciler birbirlerini” şeklinde bir yaklaşım benimsedi. Böylece Kürt meselesinde askeri yaklaşım, AB’den uzaklaşma ve Cemaat’i yok etme stratejilerinde AKP, MHP (İYİP) ve CHP arasında bir ortak tutum ortaya çıktı.

Meşru siyaset dışı alanda, Ergenekon ve benzer görüşler içinde olan askeri-bürokratik yapılar, AKP’nin suça batmasından dolayı değişen yeni siyaset paradigmasından çok memnun oldu. AKP’ye bürokrasiden bu nedenle ciddi destek geldi. Özellikle yargının yürütmeye bağlanması operasyonunda da, 17 Aralık operasyonunun polis ve yargıdaki aktörlerinin elimine edilmesinde de Erdoğan’a destek verdiler. Ayrıca TSK’da Batıcı olarak gördükleri muhtelif grupları da hasım olarak gördüklerinden, onlara karşı pozisyon aldılar. Batı’dan kopmak, askeri vesayet sisteminin kurulması için gereken ön koşulların başında geliyordu. Bu nedenle, Batı’nın tersine, Türkiye’nin rejimi ile hiç ilgilenmeyen Rusya, İran ve Çin gibi aktörlere yönelme politikalarını öteden beri destekliyorlardı. 17 Aralık sonrasında Batı’nın normlarından kendini kurtarmak isteyen bir AKP buldular. Böylece bir çıkar ortaklıkları daha doğmuş oluyordu. AKP kendini Batı normlarından kurtarıp, daha otoriter bir yapı içinde kendisini yargıdan kurtarmayı hedeflerken, Ergenekoncu-Avrasyacı odaklar, Batı dışında kalan Türkiye’nin otoriterleşmesiyle beraber, askerin yeniden önemli bir güç haline geleceğini hesaplıyordu. Türk toplumunda zaten mevcut olan Batı karşıtı hislerin ajite edilmesi, bu siyasetin arkasında önemli bir halk desteği getirecekti. Erdoğan’ın İslamcı popülist geçmişi bu dönüşümün gerçekleşmesini daha kolay hale getiriyordu. Dahası, günün sonunda Erdoğan bir ekonomik kriz sonrası ya da başka bir nedenle görevden ayrıldığında, gerçekleşmiş bulunan tüm olumsuzluklar ona ve partisine fatura edilecekti.

İşte bu ortamda, saydığım tüm önemli aktörler kanunsuzlukta ve sistemsizlikte birleşmiş oldular. Bu bir aşk birlikteliği değil, mantık ilişkisiydi. Birbirlerinden çok farklı amaçlar güden bu gruplar, ortak zeminde işbirliğine gittiler. Düşman belledikleri Kürtler, liberaller ve Gülen Cemaati böylece “oyun dışı” kaldı.

Türkiye 15 Temmuz sonrasında bu bahsettiğim işbirliğini perçinledi. 15 Temmuz Batı’ya ve “onun kuklası FETÖ’ye” fatura edildi. Kürt siyaseti, durumunu daha da zora sokmamak için – muhtemelen en başından, başkanlık tartışmalarından beri desteklediği Erdoğan’a ve derin yapılara sadık kalan Öcalan’ın iradesiyle – 15 Temmuz’un “yeni tarih yazımını” kabullendi. Böylece Demirtaş ve onlarca Kürt vekil ve de yüzlerce Kürt belediye başkanı içeriye girdiklerinde, “FETÖ” söylemine uygun savunmalar verdiler. Oluşan bu yeni devlet söylemi dışına çıkmamaya özen gösterdiler. Kendilerine bu yolla az da olsa belli bir meşruiyet devşirmeye çalıştılar. Ne de olsa Cemaat onlar için kolay kurban edilebilecek bir yapıydı. Dahası, bu ilkesiz tutumu meşrulaştıracak tarihsel malzemeleri de yok değildi. Çünkü Gülen Cemaati de Kürt açılımlarına doğrusu çok da demokratça bir destek vermiş denilemezdi. Bu Kürt algısı, kendi vicdanlarını da tabanlarınınkini de rahatlattı. Bir de reel-politik olarak, “Kürtler diplomasi bilmez” önyargısını yıkarak, pazarlık kabiliyeti olan bir siyasi hareket olmaya gayret ettiler. MHP ve ulusalcı CHP, bu olan-biteni memnuniyetle izliyordu. Devlet Bahçeli böylece Erdoğan’ın birincil hasım gördüğü sert söylemini terk etti, Erdoğan’ı bir tür “İslamcı başbuğ” olarak benimsedi. MHP tabanı da nihayet ucundan da olsa iktidara yaklaşmayı ve siyaseten değerli hale gelmeyi büyük bir memnuniyetle kabul etti. Özellikle Kürtler konusunda 1990’ların da gerisine, savaşkan politikalara geri dönülmesi, Bahçeli’nin radikal tabanı üzerinde liderliğini perçinleyici etkide bulundu. “Büyük hedefler için kendini feda eden MHP” imajı, hoşlarına gitmişti. Aynı şey CHP ulusalcıları için de geçerliydi. Kanunsuzluk ve devletin altının boşalması falan ikinci planda kalan şeylerdi. Bugün bu tür konuların sırası değildi. Genel yaklaşımları buydu.

Bu hava içerisinde Türkiye radikalleşti. Herkes neyin ne olduğunu biliyor, ama gereğini yapmamak için geçerli bahaneleri olduğunu düşünüyordu. Suriye’de Ruslara yamanmak ve cihatçı manyaklarla aynı saflarda görünmek, ABD ve NATO karşıtlığı ile kompanse ediliyordu. Ekonomi üzerinde, otoriterleşmeden kaynaklı negatif etkiler, “nasılsa bunun faturası AKP’ye ve Erdoğan’a kesilecek” denilerek sineye çekiliyordu. Kıbrıs’ın doğal gaz arama girişimlerine karşı artan tansiyon, Avrasyacı, MHP ve CHP’lilerce desteklenirken, Libya’lara varan paramiliter destek, kimilerince Osmanlıcı, kimilerince büyük-Türk, kimilerine göre ise İslamcı-Ümmetçi retorikle tabanlarına kakalanıyordu. Herkes olanlardan memnundu. Duvara toslanması falan gibi tehlikelerle ilgilenmiyorlardı. Zaten onlara göre duvara toslanması iyiydi. Kartlar yeniden karıştırılacaktı. Erdoğan sonrasının hesapları ağır basıyordu. Avrasyacı derin yapılar, sinsice TSK’da ağlarını örüyor, tasfiye ettikleri askerlerden kaynaklı boşlukları kendi alt kadrolarıyla doldurmak dışında, erketede bekliyorlardı. Akarsuyun başını tutan yerli gibi, beklemekle ilgili bir sıkıntıları yoktu. Tuzları kuruydu. Zaman lehlerine işlemekteydi.

Kanunsuzluk ve sistemsizlik, bu şartlar olmasa bu denli ayyuka çıkabilir miydi? Bir düşünün! Bunca birbirinden farklı dinamik, kendi ajandaları doğrultusunda hareket ederken, bir anda böyle bir ortak zeminde birleşmişlerdi. Türkiye’nin kutuplaşmış ortamındaki birbirinden farklı dünyaların ve hedeflerin merkezleri, bu işbirliği içinde, ortak düşmanlarını ortadan kaldırmışlardı. Sanırım burada en zayıf halka, demokrasi cephesi kurulamamış olmasıydı.

Demokrasi cephesi kurulmuş olsaydı, Kürtler, liberaller ve Cemaat, onların dışında gerçek solcular, aydınlar, azınlıklar, arkalarına AB ve ABD’yi de alarak, dünya kamuoyuna daha gerçekçi bir Türkiye resmi gösterebilmiş olsalardı, bugün her şey daha farklı olabilirdi. Erdoğan’ı ve rejimi yatıştırma tutumu sergileyen HDP başta olmak üzere, omurgasızlıktan mustarip Türkiye entelijensiyası, susmayı veya daha da kötüsü, rejimin ana diskurunu benimsemeyi seçti.

Derin devletin, mafya ve organize suç örgütlerinin, ulusalcıların, Avrasyacıların, tokatçı üçkâğıtçı iş dünyasının, küçük hesapçı orta sınıfların, paryalaşmış ve sınıf ilişkilerini göremeyen zavallı işçi sınıfı kitlenin, İslamcıların, cihatçıların, Kürt militanlarının, ülkücülerin, Alperen’lerin, her türlü faşizan odağın, uç solun vs. bu diskurda birleşmesi, nasıl açıklanabilir? Kanunsuzluk ve sistemsizlik, tüm bu çevrelerin ortak noktasıdır. Bu durumun sosyolojik kodlarla alakalı nedenleri de ortadadır. Birey olamamış, topluluk kimliği üzerinden kendisini tanımlayan, bireysel başarı şansı bulunmayan, küçük hesapçı geniş kitleler, vicdanları yerine kendi mahallerinin önde gelenlerinin sözünü dinliyor. Bu bataklık, bu berbat ortam, bu komşunun komşuyu ihbar ettiği, şiddetin ve yolsuzluğun patlama yaptığı, körlerin ve sağırların birbirini ağırladığı kanunsuzluklar ve sistemsizlikler diyarı Türkiye’de, bu rejim dışında bir sonuç, herhalde mucize olurdu zaten. Bu kanunsuzluk ve sistemsizliğin sonunda çok büyük acılara gebe bu toplum!

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin