Kâğıttan Kaplan [Kemal Ay]

“Koca bir askeri yıktılar, meğer kâğıttan kaplanmış, biz bunu asker zannedermişiz…”

süheyl batum spotBu sözleri hatırladınız mı? O zamanlar CHP Eskişehir Milletvekili olan Anayasa profesörü Süheyl Batum, Zonguldak’taki bir toplantıda sarf etmişti. Ergenekon, Balyoz gibi muvazzaf askerleri de kapsayan yargılamalarda, dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök’ün ‘sessizliğine’ vurgu yapıyordu aslında. Ordudan, sürüp giden davalarla ilgili bir tepki bekliyordu. “Bir iki ihbar mektubuyla insanların evleri aranıyor” demişti.

Tepki çekeceğini hesaplamadığını itiraf ederek, daha sonra TSK’dan özür diledi. Kimseyi darbeye çağırmadığını açıkladı. Ancak askeri ilgilendiren davalarla ilgili bir ‘çıkış’ bekliyordu.

Prof. Süheyl Batum, CHP’de siyasete başlamadan önce ‘ekran yüzüydü’. 2003’le 2010 arasında gazetelerde köşe yazarlığı yapmış, TV’de etkili konuşması ve birikimiyle öne çıkmıştı. 2010’da CHP’nin başına geçen Kemal Kılıçdaroğlu, sürpriz bir biçimde Batum’u genel sekreterlik koltuğuna oturtmuştu. Yaklaşık bir ay sürdü bu görevi.

Daha sonra Emine Ülker Tarhan’ın partiden ayrıldığı süreçte, Kılıçdaroğlu ve ekibine bayrak açtığı için CHP’den ihraç edildi Prof. Batum. Dava açtı, kazandı, geri döndü. 2011’de Eskişehir Milletvekili olarak girdiği Meclis’ten sessiz sedasız ayrıldı ve daha önce rektörlüğünü yürüttüğü Bahçeşehir Üniversitesi’nde ders vermeye koyuldu.

Ne yazık ki, geçen ay, Bahçeşehir Üniversitesi derslerine son verdi Süheyl Hoca’nın. Bazı gazeteler, gerekçenin ‘Hayır’ kampanyasına katılması olduğunu yazdı. Malumunuz, ‘Evet’ derseniz herkes sizi alkışlıyor ama eğer ‘Hayır’ derseniz işinizden gücünüzden oluyorsunuz.

***

Yazının girişinde alıntıladığım cümleleri söyleyen Süheyl Batum, nihayetinde haklı çıktı. Hatta daha geniş anlamıyla söyleyecek olursak, bütün bir Türk bürokrasisi, yani ‘Devlet’ denilen şey, kâğıttan kaplandı.

Yıllar sonra tarihçiler Türkiye’nin bu dönemine bakıp, Recep Tayyip Erdoğan’ın devleti nasıl bu hâle getirdiğini sorguladıklarında, varacakları sonuç muhtemelen bu olacak.

Asker, darbe yapmadığı için değil siyasetin dışında kendi meşruiyeti olan, köklü ve gelenekleri olan bir kuruma dönüşemediği için kâğıttan kaplandı. 27 Mayıs’ta, 12 Mart’ta, 12 Eylül’de, 28 Şubat’ta siyasete doğrudan müdahale eden bir ordunun, meşruiyet sorunu yaşaması normal değil mi sizce de? Ergenekon ve Balyoz davaları görülürken, “Olur mu yahu, bu ordu tarihinde hiç siyasete müdahale etmiş mi?” denememişti. Eğer Türk Silahlı Kuvvetleri, hesap verebilir, şeffaf bir yönetime sahip olsa, ‘laiklik’ konusunda absürt açıklamalar yapmasa, sadece göreviyle ilgili konularda ‘işini iyi yapan’ komutanlara sahip olsa, bu kadar kolay olur muydu her şey?

Peki, Anayasa Mahkemesi’nin, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulu’nun (HSYK), Danıştay’ın, Sayıştay’ın, Yargıtay’ın, yerel mahkemelerin… Hülâsâ bütün bir yargı sisteminin mütemadiyen skandal kararlar ürettiği bir ülkede, ‘devlet’ kâğıttan kaplan olmasın da ne yapsın? Adalet duygusunun, ufukta belirecek bir kurtarıcıya bağlandığı, bürokratların ‘merkeze göre’ konumlandığı bir ülke burası nihayetinde.

***

süheyl batum spot1Şimdilerde mesela, yandaş köşe yazarları, 15 Temmuz darbe girişiminde ‘Kemalist generallerin rolü’ üzerinde durmaya başladı. Bugüne kadar bütün bir organizasyonu Cemaat’e yıkmaya gayret etmişlerdi ancak “Aslında Kemalist subaylar da vardı ama biz size söylemedik” diyorlar artık. Rivayet o ki, ordudaki Kemalist subaylardan ‘ürkülüyor’. Bu vesileyle, TSK’da yeni bir ‘budama’ olacağı konuşuluyor.

Bunun üzerine, eski ‘Ergenekon sanığı’, yeni dönemin ‘kumpas mağduru’ birkaç asker, sosyal medyada paylaşımlar yaparak, Kemalist askerlerin 15 Temmuz’a direndiğini savundu. Gören de, Kemalist ideolojiye sahip askerlerin Türkiye’de hiç darbe yapmadığını sanır.

2002’de yanlış iliklemeye başladığımız düğmelerin bugün geldiği yer burası. 28 Şubat’ın mağduriyeti üzerinden ahlakî bir üstünlükle oyuna başlamıştı AKP. Askerler, 1990’larda yargıyı ve medyayı pervasızca kullandığı için, iktidarı denetleyebilecek, çoğunluğun zorbalığı karşısında azınlığın haklarını koruyabilecek bu iki kurum, ilmeği boynuna dolamaktan başka çare bulamadı.

Kâğıttan kaplanlar bir bir yıkılsa da, AKP bu ‘ahlakî üstünlük’ meselesini çok tuttu. Mağduriyetlere sarıldıkça sarıldı.

Türk sosyolojisinin babası Şerif Mardin, Cumhuriyet’i temsil eden öğretmenin, imam ve esnaftan müteşekkil ‘mahalle’ye yenildiğini savunmuştu. Mardin’e göre Kemalizm, kendi “iyi, doğru ve güzel”ini (ahlakî üstünlüğünü) üretememiş, Türkiye toplumuna özgürce ve eşit bir biçimde yaşayabilecekleri bir çerçeve sunamamıştı. AKP, bu adaletsizlik dalgasının üstünde yükseldi yıllarca.

Uzun süre Türk bürokrasisinde yer alan hâkim ideoloji, Kemalizm soslu bir devletçilikti. Birkaç sembole saplanıp kalmış ‘devletin bekâsı’ için her şey feda edilebilirdi. 2008’de devrin Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ ile gizlice görüştüğü iddia edilen Anayasa Mahkemesi Başkan Vekili Osman Paksüt, bu gerçeği ‘yüzümüze vurmak’ için, “Türk milletinin 7 bin yıldır Anadolu’da devlet kurduğunu, devletin de bu bilinçle hareket eden insanlardan oluştuğunu” söylemişti.

Paksüt’ün inandığı gibi devlet kadrolarında 7 bin yıldır süregelen bir ‘devlet geleneği’ olmadığı, 2013’ten sonra anlaşılabildi.

Ortaya saçılan bütün skandallarına rağmen AKP’nin 30 Mart 2014 yerel seçimlerinde ‘zevahiri kurtarabiliyor’ olması, başta ‘devlet’ olmak üzere ülkedeki hemen her kesimi, bir tercihe zorlayacaktı: Ya AKP iktidarının ‘ezip geçme’ (‘Yol ver gidelim, Taksim’i ezelim!’ sloganını hatırlayın) üzerine kurulu yeni düzeniyle ‘iyi geçinilecekti’, ya da bu yöntemlere ‘direnip’ her şeyini kaybetme riskiyle karşı karşıya kalınacaktı.

***

Bülent Arınç, Aralık 2014’te Meclis’te milletvekili maaşlarıyla ilgili düzenleme yapıldığı sırada, halktan tepki geleceğine dair itirazlar yükselince, “Ne lafı olacak, üç gün konuşurlar dördüncü gün biter kardeşim” demişti.

Türkiye’yi özetleyen bir cümle. 2002’den bu yana seçmen, tercihlerini çok az durumda değiştirdi. 2009’daki yerel seçimlerde AKP’nin oy kaybetmesinin sebebi, 2008 küresel ekonomik krizinin, hani şu ‘teğet geçti’ denen krizin, etkileriydi. 7 Haziran 2015’teki seçmen tavrı, istikrarın kaybediliyor oluşuyla ilgiliydi. 1 Kasım 2015’te, en büyük gündem terör olmuştu.

Ancak bu tavırlar hiçbir zaman ‘uzun vadeli ve derinlikli’ bir toplumsal hafızaya dayanmıyordu. Zira insanlar özgür bir ortamda, geniş bir zaman diliminde, çeşitli yönleriyle meseleleri tartışacak vasata hiçbir zaman ulaşamadı. Buna uygun bir ‘kamusal alan’ yoktu. Sivil toplum, bürokrasinin bir uzantısı gibiydi. Devlet içinde süregelen kavgalar, sivil toplum tarafından bir parodi hükmünde oynanıyor ve karara bağlanıyordu adeta.

Baskıyı yeterince arttırdığınızda, insanların tercihlerini de yönlendirmeniz kolaylaşıyordu.

1 Kasım seçimlerinden bir hafta önce İpek Holding’e kayyım atanıp İpek Medya Grubu’na polis baskını yapıldığında, iki şeye güveniliyordu muhtemelen: (1) Basın özgürlüğünün çok önemsenen bir şey olmaması (hafıza), (2) Toplumun yeterince baskı altına alınmış olması (terör).

Bazen, “Geçmişteki hatalarından ötürü Cemaat yalnız kaldı” diyoruz ama aslında İpek Medya’daki direnişe toplumun her kesiminden insan destek vermişti. Mesela, HDP Eş Genel Başkanı Selahattin Demirtaş kanala geldi. CHP’li hatta MHP’li vekiller oradaydı. Çeşitli görüşlerden gazeteciler olayı kınadı. Uluslararası basın günlerce haber yaptı. (Hatta denebilir ki, Cumhuriyet gazetesine yapılan baskından daha çok ses getirdi.)

Ama o gün bir şey çok daha belirgindi: Devlet ‘kâğıttan kaplan’ olduğu için, artık anayasayı alenen çiğneyen, hukuku ayaklar altına alan AKP’yi durdurabilecek bir mekanizma kalmamıştı. Kendisine gerekli olan aritmetik çoğunluğu yakalayabildiği sürece – ki medyayı kontrol altında tutarak bu konuda fazla zorlanmıyordu – her istediğini yapabilirdi artık iktidar.

***

süheyl batum spot2AKP’nin karşısında sadece seküler kesim oldukça da, bu aritmetiğin değişme şansı yok. CHP’nin temsil ettiği geniş ulusalcı/Kemalist koalisyonu, HDP’nin Kürtleri ve biraz CHP, biraz da MHP’nin ulaşabildiği ‘merkez sağ’, en iyimser durumda (mesela 7 Haziran’da) toplam seçmenin yüzde 40’ına bile ulaşamıyor. (MHP’nin kâhir ekseriyeti AKP’ye hayli yakın.)

Dahası, CHP dindar-laik gerilimini, HDP (PKK bagajıyla) Türk-Kürt ayrışmasını, eski bürokrasiyi temsil eden ‘merkez sağ’ ise eski devlet-millet uyuşmazlığını hatırlatıyor.

AKP, kendi tabanına hitap edebilecek en güçlü ve etkili sesi, yani Cemaat kurumlarını tamamen ortadan kaldırarak, bu yüzde 40’ı ise sürekli kendi tabanıyla ‘didişir’ hâlde tutarak, ilelebet sürebilecek bir iktidarı çoktan tesis etti. Haber alma kaynaklarının nasıl net bir biçimde ayrıştığına iyi bakın.

Kâğıttan kaplanı devirmekle kalmadı, iradesini topluma yönelterek gelecek kuşakları da şekillendirecek bir toplum mühendisliğinin startını verdi. ‘Baskı’ devletin bütün birimleriyle kurumsallaşırken, toplum sürekli aynı kutuplaşma ekseninde tutulacak ve buradan sonsuz bir iktidar üretilecek. Orta Asya modeli devletçiliğin, biraz Rus agresifliği biraz da Akdeniz ve Latin Amerika popülizmiyle birleştiğini düşünün.

Yüzde 40’ın bu noktada yapabileceği şey, ‘ahlakî üstünlük’ kurabilmek. Böylece ‘ortada’ olan kitle yer değiştirebilir, yüzde 60’lık sağ bloktaki memnuniyetsizler daha kararlı biçimde ‘değişim’ için bir araya gelebilir. Ancak Erdoğan gibi ayrımlara vurgu yaptıkça, çoğulculuk yerine kimlik siyasetini ön plana çıkardıkça, referandumdan ‘Hayır’ çıksa da, herhangi bir seçimde aritmetiğin fazla değişme şansı yok.

Daha fenası, birbirinin aynadaki yansımasına dönüşen bir iki kutuplu toplum modelinde, AKP olmasa, başka bir iktidar yine aynı devletçiliği, aynı ideolojik körlüğü sürdürecektir. (Tabi AKP’nin kendine has seviyesizliğini göz ardı edemeyiz.)

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin