İran olayları çerçevesinde Türkiye’nin yeni ligini anlamak

ANALİZ | Prof. Dr. MEHMET EFE ÇAMAN

Erdoğan ekibinin Türkiye’nin bölgesinde meydana gelen olaylar karşısındaki algısı konusunda ciddi soru işaretleri var. Dış politikanın daha ziyade teknik yönü ağır basan ve bu nedenle de değişimin en yavaş gerçekleştiği siyaset sahalarından biri olduğuna daha önce birçok yazıda değinmiştim. Ne var ki Türkiye’de özellikle son yıllarda dış politika algısı ve yapım sürecinde çok hızlı yön değiştirmelerden kaynaklı savrulma ve yalpalamaların olduğunu büyük bir endişe ile gözlemliyorum. Son İran olayları da bu savrulmalara bir başka örnek oluşturması bakımından dikkat çekici.

Biliyorsunuz İran konusu özellikle Reza Zarrab ve New York’ta karar aşamasına gelinen Halkbank davasında ön plana çıktı. Türkiye, İran ile arasındaki güç dengesini bozma riskine girerek, nedeni anlaşılmayan şekilde bu ülkenin nükleer programına destek vermiş, BM Güvenlik Konseyi (BMGK) geçici üyeliği döneminde bu destek küresel ölçekte dikkat çekici seviyeye ulaşmıştı. İran politikasındaki bu anlaşılmaz tutumda Hakan Fidan’ın rolüne daha önce dikkat çekmiştim. Fidan BM’ye bağlı Uluslararası Atom Enerjisi Ajansı’nda (IAEA) Türkiye’yi temsil etti. Daha bu dönemlerde AKP yönetimi altındaki Türkiye İran’ın şaibeli nükleer programını desteklemeye başlamıştı. Neden şaibeliydi İran’ın nükleer programı? Çünkü İran, uluslararası antlaşmalara aykırı olarak IAEA ve BM denetimlerini manipüle ediyor, nükleer programını şeffaflıktan uzak bir şekilde ilerletiyor, enerji üretimine yarayacak plütonyum zenginleştirme seviyelerinin çok üstünde zenginleştirmede bulunuyordu ve bu durum uluslararası toplumca nükleer bir silah elde etme girişimi olarak algılanıyordu.

Sadece ABD ve AB gibi Batılı aktörler değil, Suudi Arabistan ve İsrail gibi bölgesel aktörler de İran’ın uluslararası denetimlere kapalı şekilde bodoslama nükleer güç olmasını büyük bir tehdit olarak okuyorlar ve buna karşı pozisyon alıyorlardı. Türkiye hariç! Neden? Sonraları patlak veren 17/25 Aralık süreci ve ardından ABD’deki Reza Zarrab davası sayesinde, Türk karar alıcılarının İran sevdasının dayandığı “duygusal sebepler” (!) anlaşılmış oldu. Türkiye’nin çıkarları açısından son derece yanlış olan İran’ın nükleer programına destek politikasının arkasında milyarlarca dolarlık rüşvet ilişkileri olduğunu öğrendik. Fars devlet aklı, maddiyatın büyüsüne kapılmış ve yolsuzluğa bulaşmış Türk karar alıcılarının üzerinden, uluslararası müeyyidelere ve ABD yaptırımlarına meydan okumuş, saman altından su yürüterek nükleer programlarına devam etmek için gerek duyulan maddi kaynakları sağlamışlardı. Türkiye, bölgesel bir güç olarak bu oyuna gelmişti. İran’ın nükleer bir silah üretmesi durumunda belki de en önemli stratejik kayba uğrayacak ülkelerin başında gelmesine karşın düştüğü bu ibretlik durum, Türk diplomasi tarihinin şüphesiz ki en kara sayfalarından birisini oluşturacaktır.

İRAN POLİTİKASINDAKİ ÇELİŞKİLER

Gelelim İran politikasındaki diğer çelişkilere. İran, bilindiği üzere Suriye’de Esad rejimini başından beri destekliyor. Tıpkı Irak’ta Şiileri desteklediği gibi, bunu İran’dan Irak ve Suriye’ye kadar uzanan bir tür “Şii hilali” oluşturmak için yapıyor. Fars devlet aklı, tıpkı Rus diplomasisinin kendileri bakımından tutarlı yaklaşımıyla paralel olarak, İran’ın bölgesel çıkarlarına uygun, hedefine küçük ama emin ve tutarlı adımlarla ilerleyen bir yol takip ediyor. AKP ise Arap Baharı süreci ardından Sünnici bir dış bölgesel politika takip ederek, İslamcı (Sünni Müslüman Kardeşler gibi, daha radikal El Nusra gibi) güçlere aleni destek olarak Cumhuriyet döneminin tüm dönemlerinde takip edilen dengeli Ortadoğu politikalarını yerle bir etti. Irak’ta önce bölgesel Kürt yönetimine destek oldu ve bu uğurda merkezi Irak hükümetiyle ciddi bir kriz yaşadı.

Suriye’de ise cihatçı gruplara silah, mühimmat ve lojistik destek sağlayarak Esad rejimini devirmeye çabaladı. ABD, başta IŞİD olmak üzere Suriye’de yükselen radikal İslamcılara ve cihatçı gruplara karşı, bariz şekilde Suriye Kürtlerine destek vermeye başladı. Erdoğan yönetimi ise, Avrasyacı derin devletin tahayyüllerine paralel şekilde, 17/25 Aralık sonrasında Türkiye içinde yürüttüğü Çözüm Süreci politikasından çark ederek içeride Kürt siyasi hareketini marjinalleştirmeye çalıştı ve 1990’larin askeri çözüm stratejisini benimsedi. Buna paralel biçimde, Suriye Kürtlerinin de güçlenmesine karşı durdu. Suriye Kürtlerini zayıflatmak için IŞİD’e el altından bir tür tolerans politikası izledi. Çünkü IŞİD’in Suriye Kürtleri ile olan mücadelesinin Suriye Kürtlerinin güçlenmelerine engel olacağını hesapladı. Dahası, IŞİD ideolojisine sahip diğer İslamcı ve cihatçı fanatik gruplara da desteği devam ettirdi.

Bu siyaset denkleminin sonucu olarak, Türkiye ABD’den ve NATO’dan giderek kopmaya başladı. İçeride TSK üzerinde etkinliklerini arttırmayı isteyen Avrasyacı askerler, 17/25 Aralık sonrası “orduya kumpas” söylemi üzerinden Ergenekon ve diğer darbe suçlamalarından kurtularak aktif hizmete geri dönmüşlerdi. Bu subayların önemli bir bölümü, 15 Temmuz darbe girişimi sonrası süreçte TSK içinde stratejik görevlere geldiler ve TSK içindeki NATO’cu meslektaşlarını tasfiye ettiler. TSK içindeki bu yeni konstellasyon ile beraber, Türk dış politikasında Rusya ile ciddi bir yakınlaşma başladı. Rusya-İran ikilisine yaklaşan Türkiye, bu kez Suriye’de Rusya güdümüne girdi. Hâlbuki Rusya ve İran, Suriye iç savaşının en başından beri Esad yönetimine destek veriyor. Kısacası, Türk dış politikası bir kez daha tutarlılıktan uzak bir çizgi izledi ve yalpaladı. Bu dış politika savruluşlarının her biri, Türkiye’nin uluslararası arenada zayıflaması anlamına geliyor.

PROTESTOLARA KARŞI TAVIR

İran’da meydana gelen rejim karşıtı kitle hareketine Erdoğan yönetiminin verdiği tepkileri bu özet bilgiler çerçevesinde değerlendirmekte yarar var. Türkiye, İran karşısında artık bir tür bağımlılık ilişkisi içerisinde. Bu durum Rusya için de geçerli. Bağımlılıktan kasıt sadece enerji bağımlılığı değil. Batılı devletler topluluğuna ve bu toplulukla olan ittifaka artık önem atfetmeyen Türkiye rejimi, ortaya çıkan güç zafiyetini telafi etmek için Rusya-İran ittifakı çizgisine geldi. Erdoğan ve yakın ekibi için zaten Batı ile olan organik bağlılığı sürdürmek rasyonel olmazdı. Çünkü insan hakları konusu başta olmak üzere Türkiye rejiminin 15 Temmuz sonrası girdiği yol, Türkiye’nin Batı ittifakı sistemi içerisinde bir aktör olarak yoluna devam etmesini imkânsız hale getirdi. Resmi devlet söylemi artık çekinmeden ABD karşıtı söylemi doğrudan kullanıyor. Rejimin medyasında ABD yönetimi için açıkça “faşist” deniliyor. ABD ve başta Almanya olmak üzere AB için ise “teröristlere kucak açan” düşman algısı kamuoyuna pervasızca pompalanıyor. Bu koşullar altında Rusya-İran kulübü, Erdoğan rejiminin “standartlarına” çok daha fazlasıyla tekabül etmekte.

Ancak her şeyin bir bedeli var elbette. Ankara’nın kısa vadede ödediği bedel, Ortadoğu’da “oyun kurucu” güç olma iddiasından, figüranlığa gerileyen, edilgen bir bölgesel politika. Türkiye, tek önceliğini – Avrasyacı derin yapının beklentilerine uygun olarak – müdafi bir anti-Kürt politikasına vermekte. Bir başka ifadeyle, Türkiye Irak’ta Bölgesel Kürdistan Yönetimine, Suriye’de ise PYD’ye karşı bir tür savunma hattına kadar gerilemiş durumda. Suriye’yi Rusya şekillendirirken, Esad yönetiminin göreve devam etmesini önceleyen Iran da bu oyunun kazanan tarafı.

İran yönetimi de – tıpkı Erdoğan rejimi gibi – içeride meydana gelen karışıklıklardan dış güçleri sorumlu tutuyor. Bu algı Rusya’da da aynıdır. Ukrayna politikalarındaki işgalci tutum ve Ukrayna’nın iç sorunlarına doğrudan müdahil olan Rusya, Kırım’ı da ilhak ederek, uluslararası toplumun tepkisini çekmişti. Bunun Rusya için bedeli, tabi tutulduğu ekonomik yaptırımlar oldu. Ukrayna’da meydana gelen Batı ve AB yönelimli halk iradesini Rus yönetimi “dış güçlerin kışkırtması” olarak okuyor. Bu tür rejimlerde böyledir. İç karışıklıklar daima başkalarının kışkırtmasıdır. Bu algı, Erdoğan rejiminin algılarıyla bire bir örtüşüyor. Bir başka ifadeyle, Erdoğan rejimi ait olduğu kulüpte veya ligde oynamaya devam ediyor. Bu nedenle, İran’da göstericilerin talep ettiği şeylere Erdoğan Türkiye’si sıcak bakamaz. Bu nedenle, Kırım’ı işgal ve ilhak eden Rusya karşısında, Kırım Tatarlarının adını dahi anamaz.

KAZANIMLAR HARCANDI

Türkiye’de Erdoğan yönetimi altında Türk diplomasisi 20. yüzyıldaki tüm kazanımlarını tüketiyor. Ortadoğu’da bataklığa bulaşmadan Türkiye’nin çıkarlarını ve güvenliğini önceleyen dış politika ve güvenlik stratejisi, yerini bazı yöneticilerin gündelik çıkarlarına endekslenen yalpalamalar ve savrulmalarla dolu, maceracı, istikrarsız ve hesaplanamaz bir bölgesel siyasete ve dış politikaya bırakmış durumda. İç politikadaki alkışlar için tribünlere oynanan retorik ağırlıklı kuru gürültü bölgesel politikanın emin olun yeni “partnerlerimiz” olan Sahra altı Afrika ülkeleri yönetimleri nezdinde bile herhangi bir kıymeti harbiyesi yok.

NATO’nun güvenilir bir üyesi, Avrupa Birliği ile müzakere sürecinde olan, Kopenhag Kriterlerini asgari seviyede de olsa gerçekleştirmiş bir Türkiye’den gelinen yer ne? Sıradan bir Baas tipi rejime gerilemiş, Rusya-İran ittifakı güdümüne giren, anayasası rafta, bürokrasi geleneği rayından çıkmış, keyfiyetin, hukuksuzluğun, insan hak ve özgürlükleri standartlarının dibe vurduğu bir Ortadoğu ülkesi! Ve bu ligin tüm kırılganlığına sahip, zafiyetlerle dolu bir devlet. İran’daki gelişmeler, Saray’da bu nedenle uykuları kaçırıyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin