Hüzün yağmurları artık yağmayacak [VEHBİ ŞAHİN]

Takvim yaprakları çok çabuk değişiyor sanki. Daha dün gibi… Ama 66 kocaman gün geçmiş Ahmet Selim abinin vefatının üzerinden… Sıcak bir gecenin (19 Ağustos 2016) sabahında, almıştım acı haberi. Devasa bir kamet, yerli bir mütefekkir, ufku açık bir münevver, ruhunun ufkuna yürümüştü.

Gerçek ismi Zeki Önal idi. Yazılarında kullandığı  Ahmet Selim mahlası, ona o kadar çok yakışmıştı ki çoktan kimlikteki adının önüne geçmişti. Bir gün ziyaret ettiğimde, salona çay getiren eşi, “Zeki bey!” diye seslenince bir anda şaşırmıştım. Odada sanki üçüncü bir kişi varmış hissi uyandırmıştı bende.

***

O, benim ve pek çok okuru için Ahmet Selim idi. Kadri kıymeti bilinmeyen büyük bir yazardı. Dantela gibi işlediği yazılarının hepsini toplayıp içinden onu anlatan bir kelime seçin deseniz tereddüt etmeden “itidal” sözcüğünü seçerdim. Hayatını itidal üzere yaşayan biriydi kendisi. Yazılarında ve kitaplarında o kadar çok hissediliyordu ki bu düşünce sistematiği… Siyaseti, ekonomiyi, kültürü, sanatı, toplumsal değişimi, hatta sporu yazarken bile bu kavram üzerinden izah ediyordu düşüncelerini…

AHMET SELİM DEMEK İTİDAL DEMEKTİ

Hüzün Yağmuru isimli romanını okuduğumda, sürekli ürkek bir güvercin gibi tedirgin yaşayan, çevresindekileri korumak için pervane olan, ülkesi ve milleti için hüzünlenen bir roman kahramanı vardı karşımda.

O kahraman Ahmet Selim’den başkası değildi bana göre… Kendisiyle her buluştuğumuzda onu dinlerken, Hüzün Yağmuru romanını canlı okuyor gibi hissederdim. Çünkü Ahmet Selim demek itidal demekti, itidal demek de Ahmet Selim…

***

Kendisiyle ne zaman yüzyüze tanıştığımı, evine ilk kez hangi tarihte gittiğimi hatırlamıyorum. Ak saçlı bir yazar abimiz tanıştırmıştı bizi. Sonra sık sık birlikte ziyarete gittik Ahmet abiye… Mütebessim çehresi, sıcak sohbetiyle bir süre sonra, sanki çok önceden birbirimizi tanıyormuş gibi bir abi-kardeş ilişkisi çıktı ortaya… Kaldı ki ben onu, tanışmadan çok önce de hemen her gün Zaman gazetesindeki köşesinden takip eder, yazılarını kaçırmamaya çalışırdım.

***

1980’lerde evimize efsanevi Tercüman gazetesi girerdi. İkinci sayfanın sol köşesi Ahmet Kabaklı’ya ayrılmıştı. Gün Işığı başlığı altında yazardı yazılarını. İşte benim için yeni yeni takip etmeye başladığım gazetem Zaman’da, Ahmet Kabaklı’yı çoktan unutturmuştu Ahmet Selim.

O da ikinci sayfada yazıyordu, ama yazıları Cumhuriyet’te “Pencere” isimli köşe yazıları kaleme alan İlhan Selçuk gibi sayfanın sağ köşesini süslüyordu.

Köşesinin adı da yazar olarak kendisine seçtiği isim kadar anlamlıydı: Keyfiyet.

Şimdi yazarlar kullanmıyor ama, köşe isimleri o yazarın düşünce ufku hakkında da bilgi veriyordu aslında… Ahmet Selim, keyfiyeti esas alan, kemmiyetin günlük hayhuyuna takılıp kalmadan yazan bir mütefekkir olduğunu köşesine seçtiği kelimeyle de göstermişti bize…

‘BİZE TERÖR ÖRGÜTÜ DEMELERİ ÇOK GÜCÜME GİDİYOR’

Vefat haberini duyunca geçirdiğim ilk şoku atlatınca zihnime bir sürü hatıra üşüştü.
Bunlardan en canlısı ve de en acısı, Ramazan Bayramı sonrası ziyaret ettiğimde söylediği şu sözleri oldu: “Bize terör örgütü diyorlar. Biz nasıl terör örgütü oluruz? Çok gücüme gidiyor yaptıkları.”
Bu sözleri söylerken öyle hüzünlendi ki… Gözleri doldu ve ağlama başladı.
Çok gücüne gitmişti, Zaman Gazetesi’ne kayyım  atanması.

‘BU EVE DE GELİRLER Mİ, GELİRLERSE BEN ÖLÜRÜRÜM…’

30 yıllık bir emeğin üzerine çöreklenilmesini hazmedemiyordu. “Ben bunlar gibisini ne gördüm ne şahit oldum. 72 yaşındayım, çocukluğumdan beri siyaseti takip ediyorum. Böyle bir dönem hiç yaşanmadı Türkiye’de.” sözleriyle bir yandan 2013’ten bu yanan yaşananları özetliyor diğer yandan da gelecekle ilgili kaygılarını dile getiriyordu. Hükümetin Cemaat’e yaptıklarından bahsederken, sanki başına gelecekleri hissedercesine bir endişesini paylaştı benimle. “Bunlar yarın bu eve de gelirler mi? Eğer gelirlerse ben ölürüm. Bu yaşımda, bu hasta halimle beni gözaltına almaya kalkarlarsa yaşayamam.”

O an içim burkuldu. Çaresizlik ve acziyet içinde nasıl teselli edeceğimi bilemedim. “İnşaallah öyle bir şey olmaz” diyebildim sadece. Fakat korktuğu başına geldi Ahmet abinin. Ağustos ayının başında gerçekleştirilen bir operasyonda savcı, Zeki Önal (Ahmet Selim) için de gözaltı kararı aldı.

Polisler Ahmet abinin evine bu kararı uygulamak için geldiği gün, o evde neler yaşandı bilmiyorum. Çünkü ne cenazeye katılabildim ne de taziyeye gidebildim. Gelişmeleri sadece internetten takip ettim. Yaşlılığı ve sağlık sorunları nedeniyle Zeki Önal ve Hilmi Yavuz’a gözaltı kararı uygulanmadığı, Emniyet’e götürülmediği, evlerinde arama yapıldığı haberini görünce o kadar çok sevinmiştim ki…

Karamsar öngörüler, iç karartıcı vehimler zihnimi esir alınca, hep iyi tarafından bakıp Ahmet abinin halinin çok da kötü olmadığını düşündüm. Ama 19 Ağustos cuma sabahı gelen haber, hastalıklarla boğuşan yorgun vücudunun bu acıya ancak iki hafta dayanabildiğini gösteriyordu.

AHH AHMET ABİ AHHHHH…

Daha yapılacak çok iş, bitirilmesi gereken devasa bir kitap projesi vardı.
Hani o gün elimdeki manevi değeri yüksek hediyelerle içeri girdiğimde yüzün nasıl da tebessüm etmişti. Biraz şaşkınlık, biraz da hasretle karışık sevinç arasında gidip gelmiştin.
Durup durup, “Beni çok sevindirdin. Ne güzel bir sürpriz oldu bu böyle” diye tekrarlayıp durmuştun. Çünkü hediyeler çok aziz ve çok kıymet verdiğin bir dostundan geliyordu.
Arada durup hediyelere bakıyor, benden kaçırdığın gözlerinle yüreğini sarıp sarmalayan hasret ateşini belki de benim görmemi istemiyordun.
Hep hatıralarla yaşayan biriydi Ahmet abi…
O gün de öyle olmuştu. Dalıp gitmişti yıllar öncesine…
“Daha dün gibi hatırlıyorum. Şu kapıdan içeri girmişti. Heybetli bir duruşu vardı. Ama bir o kadar da mütevazı idi. Seni rahatsız etmeyen, aksine sarıp sarmayalayan bir mütevazilik. Bazen hayal ediyorum yine bu kapıdan girip gelecek diye. Bazen de ben hayalen oraya gidiyorum. Saatlerce konuşuyorum, dertleşiyorum aziz hocamla”

***

Evet arada uzak mesafeler olsa da Ahmet abi aziz hocası ile hep hayalen konuşuyor, dertleşiyor, onun çile ve ızdırabına ortak olmaya çalışıyordu.
İki muzdarip, aradaki mesafeleri ortadan kaldırarak gönül gözüyle, kalp diliyle dertleşiyorlardı.
Hocaefendi de çok vefalıydı. Onu hiç unutmuyor, her defasında kıymetli dostuna çeşitli hediyeler gönderiyordu.
Aralarındaki sevgi ve muhabbet, Gülen’in yazdığı taziyede de görülüyordu zaten.
“Tanıdığım günden beri hep bir vefa abidesi olarak hareket etmesini bilmiş, mahviyet, tevazu ve hacalet çizgisinden hiç ayrılmamış, ispatı nefy-i nefiyde görmüş aydınlık sima, gerçek entelektüel, canım bildiğim aziz ve mükerrem kardeşim Ahmet Selim Beyefendi’nin Hakk’a yürüdüğünü öğrenmiş bulunmaktayım.
Merhuma Mevlâ-yı Müteal’den sonsuz rahmet ve mağfiret diler; aile efradına, dostlarına ve sevenlerine sabr-ı cemil niyaz ederim.
M. Fethullah Gülen”

Küçük hanesinde “cebri münzevi” olarak yaşayan itidal insanı bir mütefekkir büyüğümüz artık aramızda yok.
Allah taksiratını, Türkiye’nin içinden geçtiği sürecin manevi bereketi hürmetine affetsin, Firdevsi ve cemaliyle ikramda bulunsun.
Amin.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin