Hizmet Hareketi başarısız mı oldu?! (2)

YORUM | Prof. Dr. OSMAN ŞAHİN

“Çünkü imana girmek isteyen muannidin nefsi ve enesi diyebilir ki: “O şahıs, dehâsıyla, harika makamıyla bizi kandırdı.” Böyle der ve içinde şüphesi kalır.” (Bediüzzaman)

Bediüzzaman Hazretleri önceki yazının sonunda sorulan soru ile aynı mahiyetteki bir diğer soruya ise şöyle cevap vermektedirler: “Evet, her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalâletten gelen gaflet-i umumiyede, siyaset ve felsefenin galebesinde ve enâniyet ve hodfuruşluğun heyecanlı asrında büyük makamlar her şeyi kendine tâbi ve basamak yapar. Hattâ dünyevî makamlar için dahi mukaddesatını âlet eder. Mânevî makamlar olsa, daha ziyade âlet eder. Umumun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için bazı kudsî hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütlerle revacı zedelenir. Şahsa, makama faydası bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.

Elhâsıl: Hakikat-i ihlâs, benim için şan ve şerefe ve maddî ve mânevî rütbelere vesile olabilen şeylerden beni men ediyor. Hizmet-i Nuriyeye, gerçi büyük zarar olur; fakat, kemmiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz olduğundan, hâlis bir hâdim olarak, hakikat-i ihlâs ile, her şeyin fevkinde hakâik-i imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati her şeyin fevkinde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer ağaç olabilirler.”

Mülaane Bahsi…

Aynı yazının devamında, Hocaefendi’nin yapmış olduğu mülaane hakkında akıllara gelen bazı soruların cevabını anlamamıza yardım olacak önemli hakikatler ifade edilmektedir:  “Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveselerle, o kutbun derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor.” nazarıyla bakıp, mağlûp olarak dağıtılabilirler. Bu mânâ için hizmetkârlığı, makamatlara tercih ediyorum. Hattâ bu defa bana, beş vecihle kanunsuz, bayramda, düşmanlarımın plânıyla bana ihanet eden o mâlûm adama şimdilik bir belâ gelmesin diye telâş ettim. Çünkü mesele şaşalandığı için, doğrudan doğruya avâm-ı nas bana makam verip harika bir keramet sayabilirler diye, dedim: “Yâ Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvâri bir surette olmasın.”

Bu zamanda enaniyet çok ileri gitmiştir. İnsanlar başkalarının yüksek makamlarını Kabul noktasında isteksizdirler. Bu hastalığa binaen insanlar, Üstad Hazretleri ve Hocaefendi gibi zâtların yüksek makamları söz konusu edildiği yerde bundan rahatsız olmaktadırlar.

Diğer taraftan bu zâtların yüksek makamını Kabul eden insanlara dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve vesveseler, o zâtların derslerini, “Hususî makamından ve hususî hissiyatından geliyor.” nazarıyla baktırıp hakikatlerin tam anlamıyla anlaşılmasının önünde bir engel oluşturabilmektedirler.

Bu sırlara binaen bu Zâtlar kendilerine yüce makamlar verilmesini istememişlerdir. Bundan dolayıdır ki Üstad Hazretleri kendisine zülümde çok ileri giden birisinin başına bir belanın hemen gelmesini, insanlar keramet olarak değerlendirir endişesini taşımış ve Allah’a (cc) şu şekilde dua etmişlerdir: “Yâ Rabbi, bunu ıslah et veya cezasını ver. Fakat böyle kerametvâri bir surette olmasın.”

Bütün bunlardan hareketle, Üstad Hazretleri Risale-i Nurların bu kadar tesirli olmasının sebebini bu sırra bağlamaktadırlar: “İşte, Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın, kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur, başka bir şey değildir. Risale-i Nur’un bahsettiği hakikatlerin aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar daha belîğane neşrettikleri halde yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede bu kadar ağır şerait altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. Konuşan yalnız hakikattir, hakikat-i imaniyedir.” Bu sırra binaen, Üstad Hazretleri kendini o kadar bilinmezliğe saldı ki, bugün iki mezar taşı ile bile kabrinin yeri bilinmemektedir.

Bu sürecin başında Hocaefendi’nin yapmış olduğu mülaaneye, Hizmet hareketi ve insanlarına yapılan onca zülümlere rağmen apaçık herkesin anlayacağı şekilde bunlara sebebiyet verenlerin başlarına belaların gelmemesinde de bu hakikatın payı vardır. Aynı zamanda bu tarzda açıkca zülmedenlerin başına gelecek belalar ve felaketler imtihan sırrına da zarar verecektir. Allah (cc) zalime muhakkak surette cezasını vermektedir ama bu zikredilen, bilinen ve bilinemeyen daha nice sırlara binaen, zamanı ve mahiyeti gibi konular bizim beklentilerimizden farklı olabilmektedir. 

Büyük müfessir Mevdudi, Hac süresinin 52-54. ayetlerinin tefsirinde, hem bu konuda, hem de günümüzdeki hadiseleri anlamaya yardım olacak güzel tesbitler yapmaktadırlar: “Yani, “Allah hem salih, hem de günahkar insanları sınamak için, şeytanın böyle tuzaklar kurmasına izin verir.” Çarpık bir kafa yapısına sahip olanlar bunlardan yanlış sonuçlara varmışlar ve doğru yoldan sapmışlardır. Oysa doğru düşünebilenler tüm bunların şeytanın aldatmaları olduğunu ve Peygamber’in mesajının Hakk’a dayandığını anlayıp kabul ederler. Onlar şeytanın bu denli çok uğraşıp karşı çıkmasının bile O’nun Hakk olduğunun bir delili olduğu sonucuna varırlar. Bu bölümün ciddiyetini kavramak çok önemlidir, çünkü bu konuda bir çok yanlış anlamalar meydana gelmiştir.

Konunun akışına bakacak olursak, bu ayetlerin Peygamber’in (s.a) arzu ettiği gayeye ulaşamadığını sanan sıradan gözlemcilerin bu boş iddiasını reddetmek amacıyla indirildiğini anlarız. Çünkü o, onüç uzun yıl boyunca insanları getirdiği Daveti kabule çağırmış ve sonuçta (görünürde) sadece bunda başarısızlıkla karşılaşmakla kalmamış aynı zamanda kendisine inanan bir grup müslümanla birlikte, yurdunu terketmek zorunda kalmıştı. Bu “sürgün”, O’nun Allah’ın Rasulü olduğu, Allah’ın yardım ve desteğine mazhar olduğu konusundaki iddialarıyla çelişiyor ve bazı insanlar bu nedenle şüphe duyuyorlardı. Bunun yanısıra bu insanlar Kur’an’ın hak olduğu konusunda da şüpheye kapılıyorlardı. Çünkü tehdit edildikleri ve daha önceden peygamberleri yalanlayan toplulukların başına gelen azap onlara gelmiyordu. Peygamber’in (s.a) düşmanları alay ederek şöyle diyorlardı: “Allah’ın yardımı nerede? Nerede bizi tehdit edip durduğu azap?” Kafirlerin bu şüphelerine, bir önceki bölümde cevap verilmektedir. 

Bu bölümde ise hitap bu propagandadan etkilenenlere çevrilmiştir. Özet olarak onlara verilen cevap şöyledir: “Bir kavmin kendilerine gönderilen Peygambere yalancı demesi yeni bir olay değil, bu hep böyle olagelmiştir. Peygamberlerini yalanlayan toplulukların harabelerinden, onların bu nedenle nasıl helak edilip cezalandırıldıklarını görebilirsiniz. Eğer dilerseniz bundan ders alabilirsiniz. Azabın gecikmesine gelince, Kur’an hiç bir zaman kafirleri hemen cezalandıracağını söylememiştir. Azap indirmek Peygamberin işi de değildir. Azap gönderen Allah’tır ve O azabını indirmekte acele etmez. Şimdi size verdiği gibi, O, insanlara gidişatlarını düzeltmeleri için mühlet verir. Bu nedenle size yapılan azap tehditlerinin boş olduğunu sanıp aldanmayın.”

“Peygamberin arzu ve istediklerinin engellerle karşılaşması ve Mesajına karşı propaganda ile cevap verilmesi de yeni bir olgu değildir. Çünkü tüm evvelki peygamberler de aynı şeylerle karşılaşmışlardır. Fakat en sonunda Allah şeytanın tuzağını boşa çıkarır ve Rasûlü’nü zafere ulaştırır. O halde şeytanın eskiden beri yaptığı bu oyunlardan ve en sonunda başarısızlığa uğramasından ders almalısınız. Bilmelisiniz ki, bu engeller ve şeytanın tuzakları, doğru insanları İslâm’a çeken, şerefsizleri ise ondan uzaklaştıran birer imtihan ve araçtır.””

“Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini tavsiye ederim…”

Üstad Hazretleri, başına gelen bela ve musibetlerin perde arkasındaki rahmetlerine ve hikmetlerine binaen,  hadiseler sebebiyet verenlere bile hakkını helal etmektedirler: “Madem ki nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor; bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim ezâ ve cefalar ve mâruz kaldığım işkenceler ve katlandığım musibetler hep helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ithamlarla mahkûm etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara, hepsine hakkımı helâl ettim.

Bediüzzaman Hazretleri kendi haklarını helal etmekle yetinmemiş, kendisiyle aynı yolun yolcusu olan, maddî ve mânevî herşeyden ferağat mesleğinden ayrılmayacak olan talebelerine de bu yolun bir erkanı olarak şu önemli vasiyeti yapmışlardır: “Benimle beraber çok talebelerim de türlü türlü musibetlere, ezâ ve cefâlara mâruz kaldılar, ağır imtihanlar geçirdiler. Benim gibi onlar da bütün haksızlıklara ve haksız hareket edenlere karşı bütün haklarını helâl etmelerini isterim. Çünkü onlar bilmeyerek kader-i İlâhînin sırlarına, derin tecellîlerine akıl erdiremeyerek bizim dâvâmıza, hakikat-i imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnız hidayet temennisinden ibarettir. Bize ezâ ve cefâ edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin