Hayır kurumları üzerinden yapılan yolsuzluklar (2)

YORUM | Dr. YÜKSEL ÇAYIROĞLU

Hayrettin Karaman’ın, verilen ihaleler karşılığında işadamlarının yardım için vakıflara yönlendirilmesiyle ilgili fetvasını değerlendirmeye kaldığımız yerden devam ediyoruz:

Karaman’ın Fetvasındaki Boşluklar

Karaman’ın yukarıda zikrettiğimiz fetvası bir çok açıdan dinî hükümlere muhaliftir. İlk olarak her ne kadar Karaman, yönlendirmeden ve teşvikten bahsetse de, zımnen burada bir zorlama söz konusudur. Zira bu yönlendirmeyi yapan kişi, sıradan bir kişi değildir. Üst düzey bir yöneticidir.

Fıkıhta işlenen bir suçun, ikrah söz konusu olmadığı sürece emredene değil, faile ait olacağına dair genel bir kaide vardır. Bu suç, ister mala isterse cana yönelik olsun fark etmez. Mesela bir kişi, bir başkasına hırsızlık veya gasp yapmasını emreder, diğeri de ikrah olmaksızın bu emri yerine getirirse, suç emredene değil faile atfedilir. Fakat devlet başkanı, bu genel kuraldan istisna edilir. Onun mücerret emrinin dahi zorlama kabul edileceği ifade edilir. Bu durumda fail “alet” konumunda görülür ve işlenen suçun hukukî ve cezaî sorumluluğu devlet başkanına atfedilir. 

 Şunu demek istiyoruz: Devlet başkanının, iş verdiği bir şahsı, “bağış” yapmak üzere herhangi bir vakfa yönlendirmesi masum bir istek ve talep değildir. Kendisinden yardımda bulunması istenilen kimse, büyük ihtimalle bu yardımı iradesiyle yapsa da rızasıyla yapmayacaktır. Verdiği parayı gönül hoşnutluğuyla vermeyecektir. Halbuki âyet-i kerime bütün akitlerin karşılıklı rızaya dayanması gerektiğini emrederken (Nisa sûresi, 4/29), Allah Resûlü (s.a.s) de, gönül hoşnutluğu olmaksızın alınan bir malın haram olacağını belirtmiştir. (Dârakutnî, Sünen, 3/424) Bu malı, devlet başkanının bizzat kendisi almamış olsa bile o, gayrimeşru bir muameleye aracılık etmektedir.

Karaman, “Bu yardım rüşvet tarif ve hükmüne girmez. Bunun yolsuzlukla da bir ilgisi yoktur.” diyor. Ona göre böyle bir muamelenin rüşvet olarak isimlendirilmesi ve haram hükmünü alması için, ihaleyi veren kimsenin bizzat kendisinin veya bir yakınınım çıkar sağlaması gerekir. Karaman, tıpkı “yolsuzluk hırsızlık değildir” hükmünde olduğu gibi, burada da kavramlar üzerinden meseleyi götürüyor. Rüşvet ve yolsuzluk olmadığı iddiasıyla yapılan bağışları tecviz ediyor.

Ne var ki bir kişinin aldığı ihaleye karşılık bir vakfa bağış yapmasının, rüşvet ve yolsuzluk olarak isimlendirilmemesi, onun caiz olduğu anlamına gelmez. En nihayetinde böyle bir muamele, devlet hazinesini zarara uğratacağı, maliyetleri artıracağı, haksız rekabete sebep olacağı, fırsat eşitliğini engelleyeceği ve haksız kazanca sebep olacağı için haramdır. Kaldı ki böyle bir uygulama “rüşvet” olarak isimlendirilemese bile, bunun yolsuzluk olduğunda hiç şüphe yoktur. Zira bu, sahip olunan otorite ve yetkinin suiistimal edilmesi demektir. Alan açısından olmasa bile, veren açısından bunun rüşvet olduğunda da hiç şüphe yoktur.

Öte yandan Karaman’a göre bir muamelenin rüşvet yani haram olması için, kamu görevlisinin, verdiği ihaleden bizzat kendisinin veya yakınlarının çıkar sağlaması gerekir. Fakat bu da oldukça suiistimale açık bir yaklaşımdır. Zira buna göre ister belediyelerde isterse devletin farklı kurum ve kuruluşlarında görev yapan kamu memurları, verdikleri izin ve ruhsatlar, yaptıkları hizmet ve mal ihaleleri karşılığında, işadamlarından başkalarına verilmek üzere belli bir komisyon talep edebilirler. Mesela onları, imam hatip okulları veya talebe yurtları yapmaya “teşvik” edebilirler. Ya da onlardan, yoksullara kömür dağıtmalarını, yetimlerin ihtiyaçlarını gidermelerini veya fakir durumdaki gençleri evlendirmelerini isteyebilirler. 

İster kendileri ister başkaları için olsun, en nihayetinde verilen bir iş karşılığında talep edilen bir para söz konusudur. Bunu talep eden de kamu görevlisidir. İşadamı bu talebi fakir ve muhtaçları düşündüğü için değil, büyük olasılıkla ihale aldığı idareciyi memnun etmek istediği için yerine getirmektedir. Bu uygulama sistematik hâle geldiğinde, idareciler ihaleye giren taraflar arasından “bağış yapmaya gönüllü” olanları seçmeye başlayacak, kendilerinden böyle bir “bağış” istendiğini bilen işadamları da tekliflerinde bunu da göz önünde bulunduracaklardır. Bu da hem kayırma ve iltimaslara sebep olacak, hem de devlet hazinesini zarara uğratacaktır.

Kaldı ki AKP’nin işadamlarını bağış için yönlendirdiği vakıf ve dernekler de herhangi bir vakıf ve dernek değildir. Bilakis AKP’li isimlerce yönetilen, AKP’nin amaçlarına hizmet eden ve hatta partiye yakın pek çok insanı zengin yapan vakıflardır. İstenen bağış ve yardımların temel amacı; fakirlerin, yetimlerin, öğrencilerin vs. ihtiyaçlarını karşılamak değil; partinin elini güçlendirmektir. Daha açık bir ifadeyle havuzun suyunun toplandığı vakıf ve derneklerin öncelikli amacı, elde ettikleri sermaye ile partinin siyasi projelerini gerçekleştirmek, seçim kampanyalarına destek sağlamak, medya desteğine sahip olmak, kamuoyu oluşturmak, propaganda faaliyetlerini yürütmek, taraftar ve yandaş kazanmaktır.

Bu açıdan “bağış” talebinde bulunan yöneticiler görünüşte kendileri herhangi bir çıkar elde etmiyor gibi görünseler de, işin aslına bakıldığında bu yardımların öncelikle onlara fayda sağladığında şüphe yoktur. Bu bağışların en fazla yönlendirildiği vakıf olan TÜRGEV’le ilgili yapılacak küçük bir araştırma, bizim bu söylediklerimizi doğrulamaya yetecektir. Bu durumda Karaman’ın ortada rüşvet olmadığı yönündeki savunması da boşa düşmektedir.

Belki de Karaman’ın en büyük hatası, istenilen bu bağışların ne tür neticeler ortaya çıkaracağını görememiş olmasıdır. Ali Bulaç ve Mümtazer Türköne’nin açıklamalarında da gördüğümüz üzere, ihale alan işadamları, aldıkları ihaleye karşılık belirli bir meblağ (ismine ister komisyon, ister rüşvet, isterse bağış denilsin) ödemeye teşvik (daha doğrusu icbar) edildiği ve bu sistematik bir hale getirildiği takdirde, çok büyük bir yolsuzluk çarkı ortaya çıkacaktır.

Devletten ihale alan bir şirketin bağış adı altında ihale gelirlerinden kesinti yapıldığında, şirket bir şekilde bunu telafi etmenin yolunu bulacaktır. Ya malzemeden kısarak ve kalitesiz iş yaparak ihalesini aldığı yolu, köprüyü, havaalanını veya tüneli olması gereken standartların altında bir kalitede yapacak; ya kendi aldığı ihaleyi daha düşük bir fiyata taşeron firmalara satacak; ya fiyatları şişirerek, masrafları fazla göstererek halka pahalı hizmet satacak; ya vergi kaçırarak; ya da verdiği komisyonla minnet altında bıraktığı idarecilerden yeni ihaleler talep edecektir. Neticede bir vakfın aldığı bağışın faturasını, bütün bir millet ödemek zorunda kalacaktır.

Karaman’ın fetvasındaki son problem ise, hayır kurumları için ihaleden gelen komisyonları tecviz etmesidir. Zira ona göre hayır kurumları bu parayı bir baskı ve zorlama olmaksızın almışlardır. Verenin de baskı altında verdiği bilgisine sahip değillerdir. İnsan bu görüşü ilk defa okuduğunda kulağına hoş geliyor. Fakat mesele biraz derinlemesine ele alındığında, sebep ve sonuçlarıyla birlikte değerlendirildiğinde, bunun da oldukça problemli bir fetva olduğu görülüyor.

En başta ifade etmek gerekir ki ihaleler üzerinden gelen bu paralar, kirli paralardır. Aldığı ihaleye karşılık olarak işadamının vermiş olduğu rüşvet, hiçbir şekilde Allah rızası için karşılıksız olarak verilen infaklarla, bağışlarla bir tutulamaz. En azından şüpheden hali olmayan bu tür gelirlerle İslâm’a hizmet edeceğini zannedenler büyük bir yanılgı içerisindedirler. Bir hadiste şöyle buyrulur: “Her kim ki herhangi bir malı haram bir kaynağından elde ederse, elde ettikten sonra da o mal ile bir sıla-yı rahim yapar veya sadaka verir, yahut da onu Allah yolunda infak ederse, Cenab-ı Hak bütün bunları toplar ateşe atar.” (Kenzü’l-ummâl, 4/15)

Ayrıca devlet eliyle gelen bu paralar, bir süre sonra vakıf ve dernekleri ve bunları elinde tutan cemaat ve tarikatları, sivil toplum kuruluşlarını devlete bağımlı hâle getirir. Asıl işlevinden uzaklaştırır ve hantallaştırır.

Meşru Hedeflere Meşru Yollarla Gidilir

Hayır kurumlarına destek olmak, vakıf ve derneklere yardım toplamak, bunlar aracılığıyla dinî ve sosyal projeleri gerçekleştirmek elbette alkışlanması gereken çok güzel düşüncelerdir. Aynı şekilde insanlardaki yardım ve infak duygularını harekete geçirmek ve onları bağış yapmaya teşvik etmek son derece insanî ve İslamî davranışlardır. Hususiyle büyük servetlere sahip olan işadamlarının insanî yardım faaliyetlerine yönlendirilmesi; toplumdaki yaraları saracak, fakir ve muhtaçların yüzünü güldürecek, önemli boşlukların doldurulmasına vesile olacaktır. Hiç kimsenin bu tür düşüncelere ve gayretlere bir itirazı olamaz. Bilakis bunlar takdiri hak eder.

Ne var ki bir mü’min açısından sadece hedeflerin meşru olması yetmez; bu hedefe götürecek yolların da meşru olması gerekir. Gayrimeşru yol ve vasıtalarla meşru hedeflere yürünemez. Hedefe ulaşma adına haram-helal ayrımı yapmaksızın her yolu meşru gören makyavelist düşüncenin İslâm’da yeri yoktur. Niyet ve maksatların güzelliği, kullanılan vasıtaların meşruiyetine etki etmez.

İslâm fakihleri de “İyi niyet haramı mubah kılmaz.” şeklindeki fıkıh kaidesinin, helal-haram hükümleri hakkında geçerli olan genel bir kaide olduğunu ifade etmişlerdir. Dolayısıyla haramlar alanında iyi niyetin bir tesiri yoktur. Kişinin kastı ve niyeti ne kadar iyi, maksat ve hedefi ne kadar yüce olursa olsun yine de haramları mubah kılmaz. Bir kimse hangi maksat ve niyetle haram bir fiili işlerse işlesin, söz konusu fiil yine de haramdır. Mesela bir kimse Müslümanlara yardım etmek, hayır hasenat yapmak gibi yüce gayeler peşinde olsa bile, bu gayelere ulaşmak için yolsuzluk yapma, rüşvet almak, kumar oynama, içki ticareti yapma, tefeciliğe bulaşma gibi gayrimeşru yolları kullanamaz.

Bununla birlikte Karaman’ın şu ifadeleri bu konuda farklı düşündüğünü ortaya koyuyor: “İçinde bulunduğumuz şartlar, adım adım İslâm’a giderken bir aracın kullanılmasını zaruri kılarsa, o aracı kullanırız. Bu kavram olur, kurum olur, parti olur.. O araç kullanıldığı zaman amaca ulaşma açısından karşılaşılan netice önemlidir. Zaruret o aracı meşru kılar.” 

Demek ki Karaman’a göre “zaruret” söz konusu olduğu sürece, “adım adım İslâm’a yürüyen Müslümanların”, dinen haram kabul edilen yol ve yöntemleri kullanmalarında bir sakınca yoktur. Önemli olan bu yolun neticeye götürüyor olmasıdır. Muhtemelen yukarıda zikrettiğimiz “yolsuzluk ve rüşvete fetva olarak algılanan” görüşlerinde de onun bu bakış açısının etkisi vardır.

Ne var ki buradaki zaruret kavramı, oldukça esnek, elastiki ve sübjektif bir kavramdır. Bu konuda objektif ve bağlayıcı bir kısım ölçüler konulamazsa, dinin bütün haramları zaruret gerekçesiyle meşrulaştırılabilir. Bir süre sonra da ortada ne din kalır ne de diyanet. Aynı şekilde “adım adım İslâm’a yürüme”nin nasıl olacağı ve bundan ne anlaşılması gerektiği de net ve açık değildir. Kimdir adım adım İslâm’a yürüyenler? Kimlerin adımlarının İslâm’a doğru, kimlerinkilerin ters istikamete doğru olduğundan nasıl emin olacağız? İslâm’a adım adım yürümenin meşru ve helâl hiçbir alternatifi kalmadı mı ki? 

Bu tür kapalı ve belirsiz ifadeler oldukça suiistimale açıktır. Bu mantıkla hareket eden bir parti “İslam’a hizmet etme” niyetiyle ortaya atılabilir ve mevcut şartların helal-haram hükümlerinin uygulanmasına müsait olmadığını ileri sürebilir. Sonrasında da zaruret gerekçesiyle dinin muamelatına ait bütün hükümlerini askıya alabilir veya her türlü günah ve haramı meşrulaştırabilir. 

Hele bir de kendisini İslam’ı temsil edecek tek alternatif olarak görüyor ve gösteriyorsa, nice şenaat ve denaetleri din namına irtikâp edebilir. Mesela ele geçirdiği devlet mekanizmasını elde tutma adına her şeyi göze alır. Rakip, muhalif veya düşman olarak gördüğü kimseleri gayriinsani, gayriahlaki ve kanunsuz bir kısım yöntemlerle diskalifiye eder. Kendisine biat etmeyenleri “asi” veya “bâgî” ilan ederek haklarından gelir. İktidarda kalabilmek ve dine hizmet edebilmek için çok paraya ihtiyaç duyulduğunu öne sürerek, işadamlarını haraca bağlar. Topladığı haraçları kamusal vicdanda aklayabilme adına da vakıf ve dernekleri kullanır. Tam olarak konuştuğumuz mesele de budur.

Sonuç

Bir İslâm fakihinin, bu tür konularda kapıyı biraz araladığında, bunun siyasiler tarafından ardına kadar açılacağını ve amacından saptırılabileceğini bilmesi gerekirdi. Verdiği fetvaların nerelerde kullanılacağını ve ne tür neticeler ortaya çıkaracağını baştan hesap etmesi beklenirdi. 

Karaman’ın AKP döneminde yazdığı bütün yazılara bütüncül bir nazarla bakıldığında, verdiği fetvalarla sürekli Erdoğan’ın önünü açtığı, sıkıştığı bütün noktalarda hemen imdadına koştuğu net olarak görülüyor. Nitekim bizzat kendisi de şöyle diyor: “Derin yapıların bütün silahlarını üzerine çevirdikleri bir Erdoğanımız var; duam onu ve namuslu çevresini Allah’ın koruması, tavsiyem ise milletini, mukaddesatını seven herkesin bu korumaya vasıta ve yardımcı olmasıdır.” (Yeni Şafak, 22 Aralık 2013)

Bir Müslümanın, haksız kazanç elde etmesi, kul hakkına girmesi, rüşvet alması, hırsızlık yapması, milletin malını hortumlaması, yolsuzluk yapması haramdır, günahtır. Fakat bütün bu haramların dinî bir motivasyonla irtikap edilmesi öncekiyle kıyası kabil olmayan çok daha büyük bir günahtır. Bu, dinin, siyasete payanda yapılması demektir. Ne hayır kurumlarına yönlendirme niyeti, ne zaruret iddiası, ne de dine hizmet etme maksadı, bir hükümetin sistematik bir yolsuzluk çarkı kurmasını veya komisyon ve rüşvet paralarıyla kendine bir havuz sistemi oluşturmasını meşru ve mubah hale getirmez. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Bu yaziyi okurken, hizmet insani olarak bu tur hata ve yanilgilara dusup dusmedigimiz, yukarida bahsedilen hatalari yapip yapmadigimiz aklima geldi, dusundum ve en az bir tanesine sahit oldugumu soylemek isterim.
    Insaat ruhsati alabilmek icin okul projesine yardim yapilmasi.
    Arkadas diyorki, sen bu okul projesine yardim etsen de etmesen de belediye senden bu parayi alacak. Sen en iyisi bu yardimi okula yap.
    Insaat uc ortak, bir ortak isteyerek yardim yaparken, diger iki ortak zorlama ile isleri cozulsun diye yardim yapiyor.
    Benim anladigim kadariyla bu bagis veya yardim, yukarida bahsi gecen isteksiz bagisa giriyor.

    Kismi olarak olay detayi verdim ki, ne genelleme yapip butun hizmeti veya okullari veya belediyleri zan altinda birakip cok buyuk bir vebale girmeyeyim. Ancak her konuda oldugu gibi bu konuda da once nefsimizi uyaralim, kendimizi cek edelim. Hatalarimiz varsa duzeltelim, tekrar etmeyelim. Sahsen bir daha boyle birseye girmem, girilmesine da musaade etmem.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin