Şark despotizmi, İlk Meclis ve Hüseyin Avni Bey

YORUM | Dr. YÜKSEL NİZAMOĞLU

Tarık Buğra genellikle “Osmancık” ve “Küçük Ağa” romanlarıyla tanınır. Ancak Buğra aynı zamanda Millî Mücadele yıllarının Ankara’sını ve İlk Mecliste yaşananları aktardığı “Firavun İmanı” adlı bir eser de kaleme almıştır. 

“Firavun İmanı” romanının kahramanları arasında M. Akif (Ersoy), Hüseyin Avni (Ulaş) ve Hasan Basri (Çantay) gibi gerçek kişiler yer alır. Bu kişiler Millî Mücadele’nin başarıya ulaşması için Anadolu’yu adım adım dolaşıp halkın İstiklal Harbi’ne katılmaya davet ederler. 

Bu faaliyetlerinin yanında yeni rejimin “otoriter” bir karakter almasına karşı çıkarlar.  Muhalefetlerinin bedelini de zaferin kazanılmasında büyük rolleri olmasına rağmen tasfiye edilerek öderler.  

İlk TBMM

Yeni Türk devletinin kuruluşunun en önemli aşaması Ankara’da Meclisin açılması oldu. Erzurum ve Sivas Kongrelerinde, Vahdeddin tarafından kapatılan Osmanlı Mebuslar Meclisi’nin yeniden açılması çağrısı önemli bir yer tutmuştu. İstanbul Hükümetinin onayıyla yapılan seçimler sonucunda da Mebuslar Meclisi toplanmış ve en önemli icraat olarak da Misak-ı Milli’yi kabul etmişti. 

Bunun üzerine İtilaf devletleri İstanbul’u işgal ederek Meclisi dağıttılar. Bu gelişme, Ankara’da bulunan Heyet-i Temsiliye başkanı M. Kemal Paşa’nın “milli iradeyi temsil edecek” bir meclisin toplanması için çağrıda bulunması ve bu amaçla seçim yapılmasıyla sonuçlandı. 

İlk Meclisin üyelerinin bir kısmı bu seçimlerle belirlenen üyelerdi. Diğer kısmı Mebuslar Meclisi’nin kapatılması sonucunda İstanbul’dan kaçıp Ankara’ya gelen milletvekilleri oluşturuyordu. İngilizler tarafından sürgüne gönderilen bazı mebuslar da Malta’dan döndükten sonra TBMM’de yer aldılar. 

Dualarla Açılan Meclis

İlk Meclis Ankara’da 23 Nisan 1920 Cuma günü Kur’an-ı Kerim okunarak ve dua edilerek açıldı. Meclisin açılışı özellikle cuma gününe tesadüf ettirilmişti. Millî Mücadele kazanılana kadar dini vurgular hep ön planda olacak, Padişah-Halife’ye karşı bir söylem geliştirilmeyecek hatta İstiklal Harbi’nin amaçlarından birisinin de Padişah-Halife’nin kurtarılması olduğu söylemi kullanılacaktır. 

İlk Meclis farklı meslek, düşünce ve gruplardan oluşmakta, “çok sesli” bir karakter taşımaktaydı. Meclisin yüzde 34,2’si bürokratlardan, yüzde 24’ü serbest meslek sahiplerinden, yüzde 13,2’si askerlerden, yüzde 12,7’si yerel yöneticilerden, yüzde 8,6’sı din adamlarından, yüzde 4’ü doktor ve eczacılardan, yüzde 1,2’si aşiret reislerinden, yüzde 1’i teknik elemanlardan meydana gelmişti. yüzde 39,4’ü yükseköğretim ve yüzde 22’si de medrese mezunu olan mebusların yarıdan fazlası Fransızca, Arapça ve Farsça ağırlıklı olmak üzere bir yabancı dil bilmekteydi.

Meclisin çoğunluğunu İttihatçı gelenekten gelen mebuslar oluştursa da mandacılığı savunan Yunus Nadi, İsmail Fazıl Paşa, Kara Vasıf, Bekir Sami gibi isimler ve daha önce farklı fırkalarda bulunmuş kişiler yer aldığı gibi Osmanlıcı, İslamcı, Türkçü, Bolşevik fikirleri savunan mebuslar da bulunuyordu. 

Bu farklılıklar zamanla gruplaşmaya dönüştü. Meclis başkanı M. Kemal’in önderliğinde Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Grubu meclisin çoğunluğunu oluştururken ayrıca Tesanüt, İstiklal, Halk Zümresi gibi gruplar faaliyet gösterdiler. 

En önemli muhalefet grubunu ise üyeleri arasında Hüseyin Avni, Mehmet Akif, Ziya Hurşit, Ali Şükrü gibi isimlerin yer aldığı “İkinci Grup” oluşturmaktaydı. İlk TBMM, farklı görüşlerin çok rahat dile getirildiği, çok ağır eleştirilerin yapılabildiği bir meclisti.  

Meclis farklı yapısına rağmen olağanüstü şartların etkisiyle bütünleşmiş ve yurdu düşman işgalinden, saltanatı ve hilafeti de İtilaf devletleri baskısından kurtarmayı temel amaç olarak ilan etmişti. 

Ankara o dönemde küçük bir “bozkır” kasabasıydı. Meclis gaz lambasıyla aydınlatılmakta, saç sobayla ısıtılmakta, mebusların çoğu aldıkları maaşların yarıdan fazlasını iade etmekteydi. Mebusların kalabilecekleri otel ve yemek yiyebilecekleri lokanta bile yoktu. Mebuslar çevredeki okullardan getirilen sıralarda oturmakta, komisyon toplantılarında ise masa olarak gaz tenekeleri kullanılmaktaydı. 

Hüseyin Avni Bey  

İlk Meclisin en önemli özelliği “Hâkimiyet, bilâ kayd-ı şart milletindir” ilkesiyle hareket ederek bütün yetkileri kendisinde toplamasıydı.  Kanunlar meclisten çıkıyor, yürütme yetkisi bakanları teker teker meclis tarafından onaylanan “Meclis Hükümeti” tarafından kullanılıyordu. 

Kütahya-Eskişehir Muharebelerinin kaybedilmesi üzerine Başkumandanlık Kanunu çıkarılmış ve meclisin yetkileri M. Kemal’e devredilmişti. Bu kanun üç ay için geçerli olsa da daha sonraki otoriterleşmenin habercisi gibiydi. Nitekim daha sonra süresiz hale getirildi. 

Meclisin muhalif kanadını oluşturan “İkinci Grup” otoriterleşmeye karşı çıkmakta ve özellikle Erzurum mebusu Hüseyin Avni Bey bu girişimlere çok sert eleştiriler getirmekteydi. 

Hüseyin Avni Bey, İstanbul’da hukuk tahsili yapmış, Kafkas cephesinde savaşmış, son Meclis-i Mebusan’a seçilmiş, Erzurum ve Sivas kongrelerinde yer almıştı.  Otoriter yönetimlere olan karşıtlığı ve mücadeleci kişiliği, Hüseyin Avni Bey’i ilk mecliste muhalefetin temsilcisi durumuna getirmiş ve ilk mecliste en çok söz alan kişi olmuştur. 

Hüseyin Avni Bey’in eleştirileri 5 Ağustos 1921 tarihli Başkumandanlık Kanunu ile yoğunlaştı. Ona göre meclisin bütün yetkilerinin tek kişiye yani M. Kemal’e verilmesi yanlıştı. Ayrıca “engizisyon mahkemeleri” olarak nitelediği İstiklal Mahkemelerinin hukuksuz kararlarına karşı çıkmakta ve hukuk kurallarının geçerli olduğu mahkemelerin kurulması gerektiğini savunmaktaydı.  

Hüseyin Avni’ye göre inkılâbın kalıcı olabilmesi, “kabadayı usuller” yerine “fikirle” mümkündü. Aksi takdirde ülke “yarın gene müstebit bir sultanın esiri” olacaktı. Kendi ifadesiyle daha önce “İslâm kılığına bürünerek saraylara girmiş, kendi yaldızlı üniformalarıyla milletin arasına girerek tahakküm edip keyif ve zevklerini yapan adamlar” milleti uçurumlara sürüklemişti. 

Ona göre halkın iradesini yansıtan “yasama” yani meclis, her zaman yürütmenin üstündeydi. İlk Mecliste “halk egemenliği ve meclis üstünlüğü temelli” bir demokrasi kahramanı olarak öne çıkan Hüseyin Avni Bey, “iki dereceli seçim” yerine de halkın doğrudan milletvekillerini seçtiği “tek dereceli seçim” istemekteydi. 

Zafer ve Tasfiye 

Tarık Buğra söz ettiğimiz romanının sonunda Birinci Dünya Savaşı’nda asker, İstiklal Harbinde de siyasetçi olarak mücadele eden Hüseyin Avni’nin içine düştüğü durumu yansıtır.  Zafer sonrasında başlangıçta Millî Mücadele’ye inanmayan ve şahsi menfaat peşinde koşan birçok kişi “Firavun İmanı” gibi son anda iktidar gemisine atlayarak kendilerine çok iyi yerler bulmuşlardır. Buna karşılık Akiflerin, Hasan Basrilerin ve Hüseyin Avnilerin kaderinde tasfiye olmak, peşlerine polis takılmak hatta yargılanmak vardır. Roman sonundaysa iyice yalnızlaşan Hüseyin Avni intihar aşamasına gelecek ve ancak cephede iki ayağını kaybetmiş eski bir askerini ve “onun yaşama azmini” görünce yeniden hayata tutunacaktır. 

Gerçekte de zaferin kazanılması sonrasında sıra Millî Mücadele’nin kazanılmasında önemli roller oynasalar da “muhaliflerin” tasfiyesine gelmişti. M. Akif ve Hasan Basri beyler gibi Hüseyin Avni Bey de ilk Meclisin yenilenme kararıyla tasfiye edildi. Bu süreçte M. Akif Mısır’a gitmek zorunda kalacak ve “zorunlu sürgünü” 1936’ya kadar devam edecektir. Hasan Basri Bey de memleketi Balıkesir’e dönecek ve siyasetle ilişkisini kesecektir. 

Hüseyin Avni ise pes etmedi ve Terakkiperver Fırka’ya dahil olarak İstanbul örgütünün kurucuları arasında yer aldı. Ancak Şeyh Sait İsyanı sonrasında parti kapatıldı ve “bütün muhalifler” gibi o da İzmir Suikastı davasında yargılandı. Mahkemede beraat etse de ömrünün sonuna kadar polis tarafından takip edildi. 1935 seçimlerinde Erzurum’dan bağımsız aday olmak istediyse de devrin iktidarı tarafından engellendi. 

Şark Despotizmi

Muhaliflerin tasfiye edildiği bu yıllar Türkiye’de tek parti iktidarının kurumsallaştığı bir dönemdi. Hüseyin Avni endişelerinde haklı çıkmış ve “genç Türkiye” en ufak eleştirilere tahammül edilmeyen bir tek parti rejimine dönüşmüştü. 1946’da çok partili hayata geçilse de ülke, bir türlü gerçek bir demokratik yapıya kavuşamadı. 

Bugünse seçimlerle gelen bir iktidar eliyle zaten yetersiz olan demokratik kazanımlar birer birer elden çıktığı gibi “milli iradeyi temsil etmesi gereken” Meclis sadece “göstermelik” olarak faaliyet gösteriyor.

Nurettin Topçu, Hüseyin Avni Bey için “en büyük korkusu şark despotizminin yeniden hortlamasıydı” ifadesini kullanmaktaydı. Bugün Türkiye’de seçimler yapılsa ve meclis olsa da “şark despotizmi” yeniden hortluyor. 

Hüseyin Avni’nin hayatının özeti olarak “Evet ben muhalifim ama neye muhalifim? Kanunsuzluğa, hukuksuzluğa ve diktatörlüğe muhalifim” sözü gösterilebilir. Ne yazık ki 21. yüzyıl Türkiye’sinde bu sözlerle demokrasiyi savunacak Hüseyin Avni’ler de çıkmıyor. 

Kaynaklar

İ. Çolak, “H. Avni Ulaş ve Birinci Mecliste Demokrasi Mücadelesi”, Liberal Düşünce, 1997, S. 7; A. Demirel, “Hüseyin Avni Ulaş”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, C. 7; A. Cihan, Türk Millî Mücadele Dönemi Aydın Halk İlişkisine Bir Örnek: Hasan Basri Çantay, BÜ SBE Yüksek Lisans Tezi, Balıkesir, 2014; N. Ay, Hüseyin Avni Bey’in Hayatı ve Siyasi Faaliyetleri, TÜ SBE Yüksek Lisans Tezi, Edirne, 2018; İ. Güneş, “TBMM”, TDV İA, C. 41; T. Buğra, Firavun İmanı, İstanbul, Ötüken, 1989. 

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin