Havâbil ve Habâil [Dr. Emin Aydın]

Bir buçuk yıl olmuş vatandan ayrılalı. Bir buçuk arpa boyu yol almamışım.

Beni durduran neydi? Hangi habâile (şeytanın kementleri) takılıp kaldım da bu kadar verimsiz, bu kadar sevimsiz, bu kadar atıl, bu kadar batıl geçti vaktim?

Maksadım, emaneten bana verilmiş bu köşeyi günah çıkarma kabinine döndürmek değil. Madem ‘arkamdan gelin’ diyecek bir iz bırakamadım, öyleyse ‘aman arkamdan gelmeyin, bu cadde çıkmaz sokak’ diyerek hizmet edebilirim davama. Bu yazıyı onun için yazdım. Uzundur, çünkü sarmal sarmal bulandığım habâil-i şeytan öyleydi: çözersin çözersin bitmez, kesersin kesersin gitmez… Ye’s batak değilmiş Akif’im! Batak çırpınanı durandan daha çabuk yutar; bu bir karabasandı ki çırpınmaya bile müsaade etmedi…

Belki herkesin dünyası benim gibi değil. Belki durulmamış duru yürekler, yorulmamış yüce kametler vardır okurlarımın arasında. Onlar ‘Yâ, iman zaafı böyle zamanda belli oluyormuş işte. Biz de adam sandıktı!’ diyerek okusunlar bu yazıyı.

DÜŞÜNMEDEN DERTLENMEK MÜMKÜN MÜ?

İlk yakalandığım kement, ‘Abiler bir çıkış yolu düşünüyordur,’ kemendi oldu. Bu kementten Bediüzzaman’dan öğrendiğim ‘Terkib-i mukaddematta tefviz tembelliktir,’ hükmüyle kurtuldum. Bir yıl sürdü. İzah edeyim. Biz bütün neticeyi Allah’tan bilen muvahhitleriz. Akıl yürütmelerde kurulan basit kıyasın sonucunu bile, yani büyük önermeyle küçük önermenin bir araya getirilmesi sonrasında ortaya çıkan neticenin beyinlerimizde hasıl olmasını bile Allah’tan biliriz biz. Üstadımız bu ifadesiyle diyor ki bir kıyasın öncüllerinin bir araya getirilmesini dahi Allah’tan bekleyen tembellik etmiştir ve neticeyi beklemeye de hakkı yoktur.

Gündelik yaşamda bunun karşılığı bir sonucun hasıl olmasının şartlarını bir araya getirmek bizden, o şartlara o neticeyi terettüp ettirmek Allah’tan… Şimdi soruyorum, her şeyi Kendisinden beklediğimiz Allah’a dahi bırakmamız caiz olmayan terkib-i mukaddematı, abilere bırakmak caiz olabilir mi? Dertlenme yükünü abilere bırakmak abilere zulüm değil mi? Düşünmeden dertlenmek mümkün mü?

GÜZERGÂH EMNİYETİ NEYDİ?

İkinci yakalandığım kement, “Sorun ortaya çıkmadan çözüm hazırlığı yapmak, yarının derdine bugünden üzülmek olur; sabır gücünü geleceğe dağıtma; gün doğmadan meş’ime-i şebden neler doğar” gibi sözler eşliğinde gelen savsaklama ve harekete geçmeyi geciktirme batağı oldu. Gecenin bağrından yepyeni şeylerin doğacağı doğrudur; ama bunların hep pozitif, yapıcı, ümit verici gelişmeler olacağını zannetmek yanlıştır.

Hizmetimiz kervanı yolda dizen ağabeylerin sırtında bugüne geldi; ama önlerinde güzergâh emniyetlerini sağlayan, atacakları her adımı yıllar öncesinden kurgulayan, takılacakları engelleri onlar farkında bile olmadan ortadan kaldıran bir Hocaefendileri vardı. Şimdi her birerlerimize, kaderin bizi savurduğu bu yaban topraklarında birer hocaefendi olmak, evlatlarımızın, gençlerimizin, eşlerimizin güzergâh emniyetlerini sağlamak düşmez miydi?

SEN TEK BAŞINA DEĞİLSİN Kİ!

Üçüncü yakalandığım ve hala kurtulamadığım kement “İmkanım yok, gücüm yok, enerjim yok, ben tek başıma ne yapabilirim ki” takıntısı oldu. Kabul ediyorum, bu kemende takıldığım gerçeği bile utanç verici. Başka bir şey değil, iman zaafı… Biz ‘acz, fakr ve perişaniyeti kuvvet olarak gören’ bir üstadın talebeleri değil miydik? Gücüm yok demek Gücü Her Şeye Yeten’e yönelmenin en güzel yolu değil miydi? ‘Rabbenâ innenâ mağlûbûn – Rabbimiz biz düştük, yenik düştük, yollara düştük, Senin kapına düştük’ diyerek çıkmamış mıydık dünya yollarına? (1990 ocağında, Rus tanklarının Azerbaycan’ı çiğnediği günlerde Hocaefendi’nin ‘gidin’ çağrısını yaptığı Şadırvan Vaazını hatırlayanlar neyden bahsettiğimi daha iyi anlayacaklardır.)

Biz bu Hizmet’i ‘mağlubuz Rabbimiz’ dediğimiz gün dünya sahnesine çıkardık. Tanklar altında ezildiğimiz gün, dağların ötesine gitmek iradesini gösterdiğimiz gündü… Evet, muhacir sen tek başına hiçbir şey yapamazsın. Ama zaten tek başına değilsin! Mevlan seninle, Hakikat-i Muhammediye seninle, Hamzalar seninle, Hazreti Fatihler seninle, Hacı Kemaller seninle… Sen, tek başına bir milletsin…

KAFAMI GEÇMİŞİN KUMLARINA GÖMDÜM
Dördüncü yakalandığım kement Cemaatin, veya Cemaatin bir kısmının, veya bir kısmının bazılarının yaptığını zannettiğim hatalarla meşgul olmak oldu. Şu veya bu hizmet ünitesindeki arkadaşların, abilerin, ablaların hatalarıyla meşgul oldu durdu kafam. Arada bir de kulaklarımda “Hatalardan ders almayacaksak bu sorgulamanın da anlamı yok, bu bile boş bir uğraş” sesi çınladı.

İflas etmiş bir işadamının yeni bir işe başlama iradesini gösterememesine benziyordu halim. Geçmişi, olması gerektiği üzere, geleceğin yol haritasını çizmek için değil, onunla uğraşmak, devekuşu misali kafamı geçmişin kumlarına gömmek için kullanıyordum. Neden sonra birisi, ‘Şeytanın talebeleri sizinle meşgul iken kendisinin sizi boş bırakacağını mı sandınız? Elbette zihinlerinize vesvese okları atacak, elbette sizi aslî davanızdan uzaklaştıracak, elbette kardeşi kardeşi, kardeşi ağabeye, ağabeyi ağabeylere düşürmek için binbir türlü oyun oynayacak…’ dedi. Uyandım… Utandım…
Beşincisi şimdi hapiste olan bir kişiyi ilgilendirdiği için, ismini versem belki rızası olmaz, vermesem belki üstüne alınıp kırılan sayısı daha da fazla olur diye yazılmadı…

KOŞUŞTURMA KARARLILIĞIMIZA NE OLDU?
Altıncı yakalandığım kement “Bu kutsal yükü biz taşıyamadık, bizden alındı, biz artık ölüp gitmesi gereken bir kuşağız, kenara çekilip dua etmeli, ahiretimizi kurtarmaya çalışmalıyız,” duygusu oldu. “E ne yaptın, Ahiretini kurtardın mı bari?” diye sormayın. Meğer biz, ancak başkalarını kurtarmak için koşuşturmak suretiyle kurtuluşumuza vabeste işler yapabiliyormuşuz. “Yaşatmak için yaşamak,” meselesi, “Yaşatma gayreti sayesinde yaşamak” boyutunu da içeriyormuş meğer. Yaşatma azim ve gayreti kaybolunca, yaşama azmi ve cehdi de kaçıyormuş…

Vazifelendirilmişlik şuuruyla, vazifelendirilmiş olma durumu arasında fark vardır. Birincisi, ortada kalmış her iş için, “Benim bu! Bu benim vazifem” deme civanmertliğidir. Kesbîdir. Kastîdir. İkincisi ise vehbîdir ki benim gibilerin iklimine uğramaz. Biz vazifeli değildik. Vazifeli olsaydık nasıl koşuşturacaktıysak öyle koşuşturmaya kararlıydık sadece. Bizden vazife alınmadı; kaybettiğimiz, o koşuşturma kararlılığıdır. Geri kazanılması gereken de odur… Hem koşuşturduğumuz şey ihzariyedir… Evrensel barışı tesis edecek bir kuşağın yetiştirilmesi… Tertib-i mukaddemat… Netice bize taallük etmez… Mukaddemata terettübü ise Hazret-i Muhricü’n-netâyicu mine’l-esbâb’ın (Sebeplerden Neticeleri Çıkaran Mevla’nın) o idraki pek müşkül hikmetine bakar…

Habâil bitmedi… Hâbilleri daha fazla yormamak için şimdilik kısa kestim…

Muhacirim! Sen de bu kementlerle uğraşıyorsan bil ki onların hiçbiri gerçek değil. Onların hükmü vesveseyle aynıdır. Onlarla uğraştıkça kalınlaşır, güçlenirler. Halbuki harici varlıkları yok. Zihnî varlıklardır. Zihnî varlıkları yok etmek ise onları yok bilmekle olur… Habâil-i şeytana takılma, şeytana mel‘abe (oyuncak) olma…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Hocam oncelikle Allah razı olsn… bi yandan adeta ruhumuzun derinliklerinde kalmış hizmet şuurumuzu canlandırıyorsunuz… ama bi yanında şimdi yapmış olduğumuz tembelligimizden gem vuruyorsunz…( dost acı söyler hesabı)
    Bunlar bi yana yazdıklarınız gerçekten ruhumuzu sahlandırıyor bir yandan cosarken diğer yandan huzunlenip çok doğru durum böyle diyorm… velhasıl güne sizinle başlamak güzel…
    hergün biseyler okumak için girdiğim sitenizde hergün yapmadığınızi görünce üzülüyorm daha çok yazmanız dileğiyle…
    hayırlı günlerde buluşmak duasıyla…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin