Hak aramada sorumluluk ve mücadele (Bediüzzaman’ın Yolu)

YORUM | AZİZ KÂMİL CAN

Günümüz dünyası, zalimlerin zulmü altında inleyen insanların çığlıklarıyla anılır hale gelmiştir. Doymak bilmeyen ve saltanatlarını çeşitli haksızlıklar ve hukuksuzluklar üzerinden inşa edip ebedileştirmek isteyen zalimler, tehlike gördükleri her unsuru yok etmeye kilitlenmişlerdir. Bu karanlık ruhlar, hedeflerine varmak için de her yolu mubah kabul etmişlerdir. Din, millet, hatta yola birlikte çıktıkları ile sevgi, yardımlaşma, şefkat gibi duygular dahil her şey onlar için amaçlarına giden yolda bir araçtır. Onlar sadece ebedi yaşama ve konumlarını koruma derdindeler.

Tarih bu habis ruhların örnekleriyle doludur. Öte yandan bu ruhlara karşı da âdette etrafa nur saçmak için özel görevlendirilen kişiler de hep var olmuş ve onların bu zalimlere karşı ortaya koyduğu mücadelelerle insanlık hayat bulmuştur.

Bu kişilerin manevi bir sorumluluk anlayışıyla, pes etmeden, haksızlığa karşı yaptıkları mücadeleler sonraki nesillere de bir örnek, bir yol ve hayat kaynağı olmuştur.

Şüphesiz bu örnek şahsiyetlerin başında Bediüzzaman gelmektedir. Bugünün çilekeşlerinin, O’nun hayatı boyunca ortaya koyduğu sarsılmaz ümit ve mücadelesini örnek almaları, hedeflerinde şaşmamalarını sağlayacaktır.

Çağın temsilcisi Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri’nin hayatı çile ve mücadelelerle doludur. Kendisine reva görülen akıl almaz zulümler, hukuk dışı ve tamamen keyfi muameleler sayılamayacak kadar çoktur.

Üstad Hazretlerinin çektiği sıkıntı ve maruz kaldığı zulmün ne kadar dayanılmaz hale geldiğini onun şu sözlerinden anlayabiliriz: “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin imanını kurtarmak yolunda dünyamı da feda ettim, âhiretimi de. Seksen küsur senelik bütün hayatımda dünya zevki namına birşey bilmiyorum. Bütün ömrüm harp meydanlarında, esaret zindanlarında, yahut memleket hapishanelerinde, memleket mahkemelerinde geçti. Çekmediğim cefa, görmediğim eza kalmadı. Divan-ı harplerde bir câni gibi muamele gördüm; bir serseri gibi memleket memleket sürgüne yollandım. Memleket zindanlarında aylarca ihtilâttan men edildim. Defalarca zehirlendim. Türlü türlü hakaretlere mâruz kaldım. Zaman oldu ki, hayattan bin defa ziyade ölümü tercih ettim. Eğer dinim intihardan beni men etmeseydi, belki bugün Said topraklar altında çürümüş gitmişti. (Tarihçe-i Hayat/Isparta Hayatı/Tahliller-Eşref Edip).

Peki, bu şiddetli zulüm ve baskı karşısında Üstad ve Talebeleri nasıl bir hak ve hukuk mücadelesi vermiştir? Eserlerini baştan sona, inceden inceye okuyun. Hiçbir mektupta, hiçbir satır arasında silahtan, silahlı direnişten bahsedildiğini göremezsiniz. Silahlı bir örgüt kurarak, devleti ele geçirme ve zalimlere haddini bildirme gibi tehlikeli bir yola talebelerini hiçbir zaman teşvik etmemiş, hatta böyle düşüncelerin karşısında olmuştur. “Mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, âsâyişi muhafaza etmek içindir.” (Emirdağ Lahikası-II/Söz BasımYayın/151.Mektub) diyerek, dâhilde çatışmaya kapıları sıkı sıkıya kapatmıştır.

Yine eserlerini tetkik edin. Devletin bir takım mevki ve makamlarını ele geçirerek, devletin kılcallarına nüfuz ederek, söz sahibi olmak gibi bir plan ve projeye de asla rastlayamazsınız.

Bediüzzaman’ın geliştirdiği mücadele tarzının adı: Müspet harekettir. Müspet hareket, pasiflik, pısırıklık, korkaklık, sindirilmişlik demek değildir. Bediüzzaman, birebir model olarak bize müspet hareketin ne demek olduğunu ve nasıl uygulanacağını göstermiştir. Bediüzzaman, kanun namına kanunsuzluk eden, hak, hukuk tanımadan, gözü dönmüş bir vaziyette saldıran ‘ifsad komitesi’ne karşı silahlı mücadele yolunu seçmemiş, devleti ele geçirmeye çalışmamış, hatta onlara beddua dahi etmemiştir. Bediüzzaman, bedduayı dahi menfi hareket olarak görmüştür. Fakat hiçbir kaide ve kural tanımayan bir kısım adamlardan oluşan, gizli ve dehşetli komite karşısında ‘dava’sından da zerre miktar geri adım atmamıştır.

Bediüzzaman’ın literatüründeki müspet hareketin içinde pasif değil, aktif direniş mevcuttur. Hedefine giderken önüne çıkarılan hiçbir engele takılmama, hatta onlarla meşgul dahi olmama vardır.

Bediüzzaman’ı ve fikirlerini yok etmek isteyenler, onu Barla’ya sürgün ettiler. Ne olur ne olmaz diye, burada da rahat bırakmadılar. Adeta nefes almasına izin vermediler. Ama O; “Aziz, sıddık, gayyûr kardeşim,…hayrul umuri ahmezuha (İşlerin hayırlı olanı zor olanıdır.) sırrınca, azîm hayırların müşkülâtı çok oluyor. Müşkülât çoğaldıkça ehl-i himmet fütur değil, gayret ve sebatını ziyadeleştirir. İnşaallah siz de öyle metîn ve sebatkârlardansınız” (Barla Lahikası/ Söz Basım Yayın/255.Mektub) diyerek, şevk ve gayretle, kelime kelime, satır satır hak ve hakikati neşretmeye devam etmiştir.

Bediüzzaman’ın izzetini rencide etmeye çalışarak, onu öfkelendirmeye ve menfi harekete sevk etmeye çalışanların planı tutmamıştır. Onlar zulmün dozunu artırdıkça Bediüzzaman da iman hakikatlerini neşretme konusunda gayrete gelmiştir. “Ben eskiden beri tahakküme ve terzile karşı boyun eğmemişim. Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım, birçok hadiselerle sabit olmuş… Fakat bu otuz senedir müsbet hareket etmek, menfî hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye karışmamak hakikati için, bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rıza ile mukabele ettim. Cercis Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muharebelerinde çok cefa çekenler gibi, sabır ve rıza ile karşıladım.

Evet, meselâ seksen bir hatâsını mahkemede ispat ettiğim bir müdde-i umumînin yanlış iddiaları ile aleyhimizdeki kararına karşı, beddua dahi etmedim. Çünkü asıl mesele bu zamanın cihad-ı mânevîsidir.” (Emirdağ Lahikası-II/Söz Basım Yayın/151.Mektub) diyen Bediüzzaman, korku ve ümitsizliğe kapılmadan, kendi yolunda, kendi projelerini hayata geçirmek için cesurca yürümüştür.

Bediüzzaman, hukuku eğip bükenlere karşı, hukukun içinde kalarak zorlu bir mücadeleyi başarmıştır. Böylece, onun unutulmaya ve ölüme terk edildiği bu diyarda, kıyamete kadar yaşayacak bir iman hizmetinin temelleri atılmıştır.

O hakkını sadece hukuki merciler nezdinde değil hükümet nezdinde de dile getirmiş, bu kapsamda çeşitli dilekçeler yazmıştır. Eskişehir Mahkemesinin vermiş olduğu bir yıllık hapis cezasını temyiz ettikten sonra ayrıca idari birimlere de dilekçeler göndermiştir (Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yayınları, 2013, s.319). Dilekçe yazma gerekçesini şu şekilde açıklamıştır:

“Mahkeme-i Temyizden (Yargıtay) davamızı nakz (bozmak) yerine tasdik geldiği takdirde, Heyet-i Vekile’ye (Bakanlar Kurulu) ve hem Meclis-i Meb’usan’a, hem Dahiliye Vekaleti’ne (İçişleri Bakanlığı) ve hem Adliye Nezareti’ne vermek üzere, davamızı tashih (düzeltme) münasebetiyle yazılmış bir layihadır (dilekçe, talep yazısı). Eğer bu haklı derdimi ve ehemmiyetli hakkımı bu mercilere dinlettiremezsem, bu hayata veda etmek bana vacip olur. Çünkü, sükûtumla şahsi bir hakkımla beraber, binler muhterem hukuk zayi olur.”

Bedizzaman, dilekçesinin ilk iki paragrafında da şu düşünce ve isteklerini dile getirmiştir:

“Ey ehl-i hall ve akd! Dünyada emsali nadir bulunan bir haksızlığa giriftar edildim. Bu haksızlığa karşı sükut etmek, hakka karşı bir hürmetsizlik olduğundan, bilmecburiye gayet ehemmiyetli bir hakikatı faş etmeye mecburum. Diyorum ki:

Ya benim idamımı ve yüz bir sene cezaya istilzam edecek kusurumu kanun dairesinde gösteriniz… veyahut bütün bütün divane olduğumu isbat edininiz… veyahut benim ve risalelerimin ve dostlarımın tam serbestiyemizi verip, zarar ve ziyanımızı müsebbiplerinden alınız…”

Öte yandan Bediüzzaman herhangi bir kişi ve kurumdan uğramış olduğu şahsi zulüm nedeniyle talepte bulunmayı da tezellül (kendini alçaltma) olarak kabul etmiş ve şöyle söylemiştir:

“Haksızlığı hak iddia edenlere karşı hak dâvâ etmek ve onlara müracaat etmek, bir haksızlıktır, hakka karşı bir hürmetsizliktir. (Mektubat/On Altıncı Mektub/On Altıncı Mektubun Zeyli; Tarihçe-i Hayat, Şahdamar Yayınları, s. 342).”

Böylece Bediüzzaman, şahsına yapılan keyfi ve gayr-i hukuki muameleler nedeniyle, davacı olmamış, zalimlerin adaletine tenezzül etmemiştir. Ama ne zaman ki, Risale-i Nurlara zarar verilmiş, o elmas kıymetindeki eserler elinden alınmış, o zaman daha fazla sabır göstermeyerek, hakkını aramıştır. Barla Lahikası’nda bu manada hak arama ve savcılığa müracaat etmenin bir örneği vardır. Barla Lahikası’nın sonlarındaki Isparta Cumhuriyet Savcılığı’na yazdığı şikayet dilekçesine konu olay, özetle şu şekilde olmuştur:

Bediüzzaman, Kurban Bayramından kısa bir süre sonra, 4 Nisan 1935 tarihinde kırlarda gezmek üzere evinden çıkar. Hemen emniyet memurlarınca takibe alınır. Kır gezisinden dönüşünde evine giren emniyet mensupları her tarafı ararlar. Ev sahibi Şükrü Efendi’nin emaneti olan bir kısım eşyaların yazılı olduğu liste dahil, evde ne var ne yoksa alırlar. Bu aramalardan sonra Bediüzzaman, önce emniyet, sonra Isparta Cumhuriyet Savcılığı ve Sorgu Hakimliği tarafından sorgulanır.

Bediüzzaman’ın evinde yapılan arama ve eşyalara el konması işlemi, tamamıyla kanunsuzdur. Çünkü, evde arama yapılmasına izin veren bir mahkeme kararı yoktur. Eşyalara el konmasını haklı kılacak hiçbir yasal dayanak bulunmamaktadır. İşte bu nedenle, Bediüzzaman Hazretleri, Isparta Cumhuriyet Savcılığı’na öyle bir şikayet dilekçesi yazar ki, yazılan dilekçe, hak arama ve kanunsuzluğa karşı mücadele adına o dönemde eşine az rastlanır hukuk manzumesidir. Her satırı bir hukuk dersidir. Şikayet dilekçesinde sadece hukuk dersi verilmez, aynı zamanda el konulan eserlerin maddi ve manevi kıymetleri tek tek anlatılmak suretiyle, nazarlar Risale-i Nur Eserlerine çekilir;

“Isparta Cumhuriyet Müdde-i Umumîliğine

Dokuz senedir, beni bu memlekette sebepsiz olarak ikamete memur ettiler (İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi Madde 13-“Herkesin bir devletin toprakları üzerinde serbestçe dolaşma ve oturma hakkı vardır.” Bu hak daha sonra 1961 Anayasası ve 1982 Anayasasına girmiştir) Hariçle ihtilâttan men olduğum için (Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi 8. 10. md) çalışamadım, perişan bu gurbette kimsesiz kaldım. (İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi Madde 23 “Her şahsın çalışmaya, işini serbestçe seçmeye, âdil ve elverişli çalışma şartlarına ve işsizlikten korunmaya hakkı vardır.”Ekonomik, Sosyal ve Kültürel Haklara İlişkin Uluslararası Sözleşme’nin 6.Maddesi “…Devletler, herkesin serbestçe seçtiği ya da kabul ettiği bir işte çalışarak hayatını kazanma fırsatı veren çalışma hakkını tanırlar ve bu hakkın korunması için gerekli tedbirleri alırlar.”)

On üç seneden beri, beni bu vilâyette tanıyanların tasdikleri tahtında, siyasetle hiçbir cihetle alâkam kalmadığına delilim şudur ki:

On üç seneden beri bir gazeteyi okumadığımı ve dinlemediğimi, sekiz sene oturduğum Barla halkıyla işhad ediyorum. On üç sene, bu zamanda siyasetin lisanı olan gazeteyi dinlemeyen, işitmeyen, istemeyen bir adamın siyasetle alâkası olmadığı ve sekiz aydan beri merkez-i vilâyette bütün buradaki benimle temas edenlerin şehadetleriyle, siyasete taallûk eden hiçbir meseleye temas etmediğimi gösterebilirim. ( Said Nursi, mevcut tek parti yönetimine karşı muhalefet etmek ve siyasi faaliyette bulunmakla suçlanmıştır. Said Nursi ise, böyle bir faaliyetinin olmadığını ispatlamak zorunda kalmıştır. Halbuki ulusal ve uluslar arası yasa ve sözleşmelerde, bağımsız olarak veya bir siyasi parti içinde siyasi faaliyette bulunmak, en tabi insan hakları arasında sayılmıştır.)

Bu halimle beraber, bu senenin Kurban Bayramında, fıtraten sohbetten hoşlanmadığım için, hiç kimseyi kabul etmediğimi gösterir bir-iki satırlık yazıyla kapımda yazdığım ve hiçbir kimse de gelmediği halde, bu mübarek bayramın dört gününde bir polis bulundurulmak suretiyle, benim gibi garip, ihtiyar, hastalıklı bir adama şüphe isnat ederek, tarassut ettirmek ve hareket-i şahsiyemi bilâsebep taht-ı nezarette bulundurmakla verilen tazyik ve sıkıntı kâfi gelmiyormuş gibi (Her demokratik hukuk devletinde fertlere, maddî ve manevî varlıklarını istedikleri gibi geliştirip şekillendirebilecekleri hür bir hayat alanı tanınır. Kötü muamele yasaklanır. Anayasa (AY) m. 17, 20, 21 ve 22 de, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi (İHEB) m. 12 ve İnsan Hakları Avrupa Sözleşmesi (İHAS) m.3, 8 de, fertlerin devletin müdahalelerinden korunmuş hür bir alana sahip bulundukları açıkça ifade edilmiştir.) bu senenin Nisan’ının dördüncü günü, kış münasebetiyle ve mütemadiyen harekâtımın takip ve tarassut edilmesinden dolayı harice çıkmadığımdan sıkılmıştım.

İşte o günü, altı aylık ızdırabımı tahfif etmek ve biraz teneffüs ve rahatsızlığımı izale etmek için, havanın güzelliğinden istifade ederek gezmeye gitmiştim. Avdetimle, bir komiserle iki polis ikamet ettiğim evimin kapısında ve bir komiserle iki polis de bahçenin dışarısında bulunuyorlardı. İçeriye girdim, komiser ve iki polis beni takip ettiler. Odama çıktım, onlar da arkamda idiler. Benimle beraber girdiler, taharriye başladılar.( Halbuki kimsenin konutuna dokunulamayacağı, usulüne göre verilmiş hâkim kararı olmadıkça, kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; kimsenin konutuna girilemeyeceği, arama yapılamayacağı ve buradaki eşyaya el konulamayacağı bütün hukuk devletlerinde garanti altına alınmışken, 1930’lu yılların sözde hukuk devletinde bu insani haklar ayaklar altındadır.).

Dokuz seneden beri ihtilâttan bilâsebep men edildiğimden, mesleğim itibarıyla Kur’ân ve imanla hasr-ı iştigal etmiştim. Ve onun neticesi olarak yazdırdığım eserlerimi, …ve daha bilmediğim hususî ve şahsî ve imanî evraklarımı ve risalelerimi tekrar iade etmek üzere, o taharri neticesinde alıp götürdüler.

Bu taharriyatta o kadar ileri gidildi ki, altı ay evvel oturduğum köşkten şimdiki oturduğum köşke nakledince, sandalye, şişe, demir ve sair eşyaya ait listeye varıncaya kadar aldılar ve el’an da iade edilmedi.

Dokuz seneden beri bu memlekette ve bu kadar dostlarımla temas ettiğim halde, şimdiye kadar hiçbir cürüm bana isnat edilmedi ve hiçbir vukuatım da olmadı ve hayatımda dâî-i şüphe hiçbir emare vücut bulmadı. Ve menfîliğimde, sebepsiz ve ancak ihtiyat ve tevehhüm yüzünden olmakla inziva ettiğim bir mağaradan çıkartılarak menfîlerle birlikte nefyedildim. Bu müddet zarfında siyasetle ve dünyayla alâkam olmadığına, bu memleketteki dokuz senelik tarz-ı hayatımın şehadetiyle beraber, risalelerimde gerek emniyet dairesi ve gerekse hükûmet dairesi dâî-i şüphe birşey bulamadıklarıdır. Eğer bir cürmüm varsa, dokuz seneden beri mütemadiyen dikkat ettikleri halde cürmümü görmeyen veya gösteremeyenler, şimdi göstermeye mecburdurlar.

Şu kitap zayiatımdan lâakal şahsî iki bin lira zararım var. Çünkü, bunların hiçbirisinin başka bir nüshasını bende bırakmadılar. Vaktiyle tab etmek için, yalnız İşârâtü’l-İ’câz tefsirine iki yüz elli lira verdim. Arabî mecmuası üç yüz lira. Ve Yirmi Dokuzuncu Söz ve On Dokuzuncu Sözlerde o sırr-ı azîme hiçbir âlim ve hiçbir edip yoktur ki, ‘Bin lira kıymetindedir’ demesin.

Ve bir de, on üç sene evvel hükûmet Darü’l-Hikmette yüz lira maaş alacak kadar iş görebilecek bir adam nazarıyla bana bakmış, ayda yüz lira maaş vermiş. Bu sekiz senede beni, yarım saat bir köy olan İlâma’ya iki defadan fazla gitmeye müsaade edilmeyecek derecede ihtilât ve gezmekten men edildiğim gibi, bir vâridâtım, bir malım olmamakla beraber, o köyde benim gibi bir adam çalışacak iş bulamadığımdan ve kimsenin birşeyini de kabul etmemek, bir meslek-i hayatım olduğundan, çektiğim perişaniyet ve zarar ve ziyanın takdirini müddeiumumîliğe havale ederek, ya kitaplarımın hepsinin iadesini veyahut bu husustaki zarar ve ziyanımın müsebbiplerinden tazminini dâvâ ediyorum…

Dokuz senedir dünyevî hayatıma gelen her türlü işkencelere tahammül edip sabrettim, sükût ettim. Fakat dünyalarına karışmadığım halde, böyle hayat-ı uhreviyeme suikast suretindeki taarruz karşısında sabrım tükendi. Hakkımı aramak için ikame-i dâvâya mecbur oldum.”( Barla Lahikası/Söz Basım Yayın/280.Mektub).

Bediüzzman’ın bu dilekçesinden de görüldüğü gibi usulüne uygun hak aramanın bütün şekilleri ortaya konulmuştur. Üstad, burada her şeyi kanıtlayıp açıklamaktadır. Hiçbir boşluk bırakmamıştır. Tazminat talebinde bulunurken bile bu durumu rakamsal olarak kanıtlamıştır.

Ancak, Isparta Cumhuriyet Savcılığı, Bediüzzaman tarafından verilen bu şikayet dilekçesini maalesef, işleme dahi koymamıştır. Şikayet konusu ve şikayet edilenler hakkında hiçbir tahkikat yapılmamıştır. Aksine, bu şikayet dilekçesinden sonra tümüyle haksız ve gerçek dışı bir suçlama ile Bediüzzaman Hazretleri tutuklanarak Isparta Cezaevine konulmuştur. Böylece kanunlar da hukuk da adalet de defalarca ayaklar altında çiğnenmiştir.

Buna rağmen Bediüzzaman’ın tüm mahkemelerdeki savunmaları incelendiğinde hep müspet olduğu, son mercie kadar hakkını aktif sabırla kullandığı, hatta sadece hukuki yolları değil, aynı zamanda idari yolları da takip ettiği, yine dilekçe hakkı kapsamında yaşanan haksızlık noktasında Meclise, Hükümete, İçişleri ve Adalet Bakanlığına da bilgi verdiği görülmektedir.

Bediüzzaman savunmalarında, uluslararası ehli vukuf heyetinin risaleleri incelemesi (Tarihçe-i Hayat, s. 493), savunması için yeni harflere uygun daktilo sağlanması, iddianame okunması için yeterli zaman verilmesi gibi taleplerde bulunmuş, avukat tutacak parası olmadığını belirtmiş ve böylece uluslararası sözleşmelere çok sonraları konu olan temel hakları savunmasında kullanmıştır (Tarihçe-i Hayat, s. 507).

Sonuç olarak, devletin bütün imkanlarını elinde bulunduranlar ve bu imkanları Bediüzzaman’ı ezmek için kullanan nice devletlülerin bugün isimleri dahi hatırlanmıyor. Kimilerinin isimleri caddelerden, meydanlardan silinirken, kimileri de bugün lanetle ve nefretle anılıyor. Ama Bediüzzaman, bütün maddi imkansızlıklara rağmen, Barla’dan bütün dünyaya sesini duyurmayı başarmıştır. Milyonlarca talebesi hakaik-ı iman ve Kur’an’ı neşretmeye devam etmektedir. Bu Bediüzzamanca hizmet metodunun zaferidir.

Bugünün Çilekeşi de aynı yolu takip etmektedir. Zulüm altında inleyen bu zamanın hizmet kahramanlarına da düşen aktif sabırla, pes etmeden, yese düşmeden Yolun önceki Yolcularının izinden ilerlemeleridir.

Bu çilekeşler, bir yandan haklı davalarını tüm dünyaya duyuruma diğer yandan da kendilerine yapılan zulümlere karşı tüm hukuksal çarelere başvurma cehdi içine girmelidirler. Bugün hukuk olmasa da yarın olacağı kesindir. Çünkü Adet-i İlahi hep böyle olmuştur.

Ulusal ve uluslararası tüm hukuk yolları tüketilmelidir ki, yarın hukuk geri geldiğinde, neden zamanında hukuk yolları tüketilmedi gibi bir sorunla karşılaşılmasın. Bu ümit, inanılan yolun gereğidir. İradenin hakkı yese düşmeden aktif bir mücadele ile verilmelidir. Ancak bu şekilde tarih, hukuk ve Allah karşısında mahcubiyetten kurtulur. Yaşanan haksızlığa karşı haklı hukuksal mücadeleyi yürütmek bir vecibedir. Bıkmadan, usanmadan, yılmadan, ümitsizliğe düşmeden, tek kişi bile kalınsa “Hak”kın hatırı için medya, iş ve sosyal hayatında, hukuk ve diplomasi gibi gerekli tüm alanlarda hak mücadelesine devam edilmelidir.

Bu mücadele yapılmadığı zaman manevi sorumluluğun doğacağı muhakkaktır. Peygamber Efendimiz (S.A.S) haksızlığa karşı susanı dilsiz şeytan ilan etmiş, Bediüzzaman Hazretleri de “Zulme razı olmak dahi zulümdür” diyerek, meselenin ciddiyetini ortaya koymuştur. Unutulmamalıdır ki, sebeplere bağlı olarak kainatı yaratan Cenabı Hak, yardımını da ancak sebeplerin halkından sonra gönderir. Peygamber mucizeleri bile araçlara bağlı olmuştur. Hz. Musa (S.A.S) denizi yararken asasını, Efendimiz (S.A.S) mübarek vücudunu ortadan kaldırmaya gelenlere görünmeden uzaklaşmak için Yasin suresini okuyarak bir avuç toprağı kullanmıştır. Bu zulmün son bulması için de her mağdur kendine uygun aracı veya çareyi sonuna kadar kullanmalıdır.

Üstad’ın şu sözleri bu konu üzerinde daha çok söz israfına gerek bıraktırmayacaktır:

“Aç canavara karşı tahabbüb, merhametini değil, iştihasını açar. Hem de diş ve tırnağının kirasını da ister…” (Mektubat, s. 456).

“Benim fıtratım, zillet ve hakarete tahammül etmez. İzzet ve şehamet-i İslâmiye beni bu halde bulunmaktan şiddetle men eder. Böyle bir vaziyete düşünce, karşımda kim olursa olsun, isterse en zalim bir cebbar, en hunhar bir düşman kumandanı olsa, tezellül etmem. Zulmünü, hunharlığını onun suratına çarparım. Beni zindana atar, yahut idam sehpasına götürür; hiç ehemmiyeti yoktur. Nitekim öyle oldu. Bunların hepsini gördüm. Birkaç dakika daha o hunhar kumandanın kalbi, vicdanı zulümkârlığa dayanabilseydi, Said bugün asılmış ve mâsumlar zümresine iltihak etmiş olacaktı.

İşte benim bütün hayatım böyle zahmet ve meşakkatle, felâket ve musibetle geçti. Cemiyetin imanı, saadet ve selâmeti yolunda nefsimi, dünyamı feda ettim. Helâl olsun. Onlara beddua bile etmiyorum. Çünkü, bu sayede Risale-i Nur, hiç olmazsa birkaç yüz bin, yahut birkaç milyon kişinin-adedini de bilmiyorum ya, öyle diyorlar. Afyon Savcısı beş yüz bin demişti. Belki daha ziyade-imanını kurtarmaya vesile oldu. Ölmekle yalnız kendimi kurtaracaktım; fakat hayatta kalıp da zahmet ve meşakkatlere tahammül ile bu kadar imanın kurtulmasına hizmet ettim. Allah’a bin kere hamd olsun.

Sonra, ben cemiyetin iman selâmeti yolunda âhiretimi de feda ettim. Gözümde ne Cennet sevdası var, ne Cehennem korkusu. Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin imanı namına bir Said değil, bin Said feda olsun. Kur’ân’ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa, Cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin imanını selâmette görürsem, Cehennemin alevleri içinde yanmaya razıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül-gülistan olur…” (Tarihçe-i Hayat/Isparta Hayatı/Tahliller-Eşref Edip).

Ruhun Şad Olsun Üstadım.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin