Firavun’un sihirbazları [Kemal Ay]

Kıssayı biliyorsunuz: Bir sepetin içinde, bebekken, Firavun’un sarayına gelen Musa (as), Allah tarafından, yaşadığı ülkenin liderini doğru yola çağırmakla görevlendirilir. Yıllar yılı o sarayda Firavun’la beraber yaşayan, ondan izzet ve ikram gören, belki o zamana kadar toplum içindeki pozisyonunu Firavun’a ‘borçlu’ olan Musa (as), bir süre sonra, “Orada dur bakalım! Bu yaptıkların yanlış!” diyecektir.

Peygamberlerin günahsızlığı meselesine binaen, Hz. Musa’nın sarayda günaha girecek şekilde bir nimete el uzatmadığını düşünmek, inananların üzerine farzdır. Ancak muhtemelen Firavun ve saray halkı, Musa (as) kendilerine Allah’ın mesajıyla geldiğinde, “Şuna bak! Sanki dün bizimle birlikte, bu şan ve şöhretin içinde, bu nimetlerin arasında değildi!” diye düşünmüşlerdir. Biraz daha ileri gidenler, “Ne diye böyle yapıyor? Firavun’dan bir şey istese, o da hemen verir. Yoksa Firavun’un yerinde gözü mü var?” diye iç geçirmiştir muhtemelen.

Fakat her ne olduysa olmuş, birbirlerini iyi tanıdığını varsayabileceğimiz Firavun ile Hz. Musa, karşı karşıya gelmiş.

Mucizeye karşı sihir

Kuran’dan öğreniyoruz ki Allah, kulu Musa’yı (as) Firavun’a gönderirken, ‘yed-i beyzâ’ (koynuna sokup çıkardığı elinin gözleri alacak kadar parlaması, ki Firavun ona bakamaz) ve (sihirbazların hünerlerine karşılık) asa mucizeleriyle donatır. Bununla beraber, Firavun’la konuşurken de ‘kavli leyyîn’ (yumuşak, kalbe tesirli söz) ile konuşmasını salık verir. Buradaki ‘kalbe tesirli söz’ aynı zamanda Musa (as) ile Firavun’un birbirlerinin kalplerine hitap edebilecek kadar ‘yakın’ olduklarını da ima eder.

Ancak Firavun, bütün bu sözlere ve mucizelere aldırış etmeyecektir. Fuzulî’nin şiirinde dediği gibi, “kılmaz dil-i Fir’avn’ı münevver yed-i beyzâ” (Nurlar saçan o el, Firavun’un kalbini aydınlatmaz). Öyle ki, Musa’nın (as) karşısına sihirbazlarını çıkartmayı tercih eder ve peygamber mucizeleri ile illüzyonu kıyaslamaya kalkar. Zira, Musa’nın (as) mucizelerini ve sözlerini, onların halk üzerindeki ikna edici etkisini de bir çeşit ‘sihir’ gibi görmektedir.

Sihirbazlar kimlerdir?

Bazı yorumcular, Firavun döneminin sihirbazlarını, devrin âlimleri olarak görmüşler. Yani Firavun’un sarayında oturan bir çeşit ‘ruhban’ sınıfı. Eğer “Din, halkların afyonudur” diye inanıyorsanız, Firavun’un halkı ‘uyutmak için’ uydurduğu bir çeşit ‘sunî din’ diyebilirsiniz buna.

Ancak sihirbazların sihrinin ne işe yarıyor olabileceğini biraz düşünürseniz, farklı bir sonuca ulaşmak da mümkün. Sihirbazlar, ‘uydurulmuş dinlerde’ olduğu kadar bile ‘derinlikli’ bir söyleme sahip değiller. Tek yaptıkları insanları hayrete düşürüp oyalanmalarını sağlamak. Onların ağzını açık bırakıp düşünmelerini engellemek. İngilizce tabirle, onları ‘amuse’ (avuntu, oyalama maksatlı eğlendirme) etmek.

Bu ‘amuse’ fiili, Amerika’da televizyonun icadından ve yaygınlaşmasından sonra sıklıkla kullanılırdı. ‘Aptal kutu’nun, insanları aptallaştırarak robotlaştırdığı, onları eğlendirirken bir yandan da avuttuğu düşünülürdü.

Propaganda ve sihir

Buradan hareketle, Firavun’un sihirbazlarının her şeyden çok ‘propaganda gücü’ne karşılık geldiğini düşünebiliriz rahatlıkla. Tıpkı gazete, TV, sinema gibi medya araçlarıyla günümüzde uygulanan propaganda gibi, Firavun zamanında da sihirbazlar aracılığıyla bir çeşit propaganda yapılmış.

Ayetlerden anlıyoruz ki, bu sihirbazlar, halkta hem şaşkınlık, hem de korku/dehşet uyandırıyor (Araf, 116). Hatta, Hz. Musa’nın karşısında sihir gösterisi yaptıklarında, yüce peygamber ‘içinde bir korku hissediyor’ (Taha, 67). Dahası, Firavun sihirbazlarına ‘galip gelmeleri durumunda’ elmukarrabîn (en yakınlardan) olma sözü veriyor (Şuara, 42).

Güce yakın olma, güçlünün ‘ailesinden biri gibi’ hissedilme, güçlüyle ‘aynı fotoğraf karesine girme’ bugün de pek çokları için mükafatların en büyüğü.

Modern zamanlarda propaganda

Firavun’un ‘sihir’ vasıtasıyla halkı üzerinde bırakmaya çalıştığı etki, ondan sonraki baskıcı, otoriter liderlerde de, benzer vasıtalarla elde edilmeye çalışılmış hep. Öyle ki ‘propaganda’ kavramının, milattan önce 500’lü yıllarda bile tartışıldığını biliyoruz. Mısır’daki kazılarda, Firavunların yalanlara başvurdukları ortaya çıkıyor.

Ancak iletişim teknolojileri geliştikçe, propagandanın gücü de artıyor. Modern dönemler bunun gözlemlenebilmesi için laboratuar niteliğinde. Mesela Almanya’da Hitler’in halkı üzerinde büyük bir etki uyandırabilmesini açıklamak isteyen tarihçiler, sıklıkla radyonun o yıllarda her eve girmesini ve Hitler’in radyo konuşmalarını çok iyi kullanmasını örnek verirler.

Yakın zamanda Kuzey Kore’deki parti kongresini izlemek üzere ülkeye giden İngiliz BBC’den bir gazeteci, propaganda filmlerinde sürekli olarak Kuzey Kore’nin ne kadar güçlü bir devlet olduğunun vurgulandığını gözlemlemişti. Gazeteciye göre bunun sebebi, devletin gücünü gören halkın daha büyük bir sadakat besleyeceğine olan inançtı.

Öyle olmadığını bile bile çoğu kez…

Gerçekten de tarih boyunca milletler propagandayı kabullenmeye çok teşne olmuşlar. Güç, bir şekilde, insanların başını döndürmüş. En gelişmişinden en iptidaî olanına toplumlar, bir ‘sihirbazlık numarası’ (propaganda) görünce, genelde ona inanmışlar.

İki sihirbazın amansız rekabetini anlatan The Prestige (2006) filminde, numaraların başarısının sırrı olan ona inanma ihtiyacını şöyle tasvir etmişti anlatıcı: “Şimdi sırrı arıyorsunuz. Fakat onu bulamayacaksınız çünkü elbette gerçekten bakmıyorsunuz. Onu gerçekten de bulmak istemezsiniz. Aldanmak istersiniz.” Toplumların bu amansız propagandalar karşısındaki tavrı, ‘aldanma isteği’ ile açıklanabilecek durumda.

Sihir, en basit tanımıyla, ‘gerçekten öyle olmayan bir şeyi, öyleymiş gibi göstermek’ olarak düşünüldüğünde, propagandanın ve medyanın benzerliği daha iyi anlaşılıyor sanırım. Eğer medya araçlarıyla, yani sihirbazların ipleri ve bastonlarıyla, doğru yere bastırırsanız, bir köprüyü yok olmuş gibi gösterebileceğiniz gibi, bir köprüyü hayat-memat meselesi gibi de gösterebilirsiniz.

Sihirbazların uydurduklarını yiyip bitirmek

Nihayet, Musa (as) sihirbazların karşısında ‘bir an korku hissetse’ de, kendisini teyit eden ilahî mucize, (birçok mealde ittifakla çevrildiği üzere) ‘sihirbazların uydurduklarını’ yiyip bitirmektedir. Bu fasıl, sihirbazların uydurduklarının Asa-yı Musa olmadığında ne kadar tesirli olduklarını anlatması bakımından da manidar. Zira, ancak Asa-yı Musa bahis mevzu olduğunda sihirbazlar işkenceyi ve ölümü göze alıp ‘Musa’nın ve Harun’un Rabbine’ iman edebilirler.

Bir başka deyişle, Şair Sırrî’nin dediği gibidir durum: “Çeşm-i Fir‘avn-ı hasedkâra yine göstereyim / Göreler tâ ne imiş mu‘ciz-i Mûsâ-yı sühan / Biricik sâid-i endîşeyi teşmîr edeyim / Eyleyem yine hüveydâ yed-i beyzâyı sühan” (Hasetçi Firavun’un gözlerine yine göstereyim / Görsünler neymiş Musa’nın sözünün mucizesi / Yükselen biricik korkuyu bastırayım / Yine yed-i beyzâyı apaçık, konuşulan eyleyeyim).

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin