Erdoğan da kim oluyor ki?

Yorum | Bülent Keneş | @bkenes

“Dünya bir imtihan yeridir.” Bakın söylemesi ne kadar da kolay. 

“Hayır da Allah’tan, şer de Allah’tan.” Nisa Suresi’nin 78. Ayeti’ni bilmeyenimiz, dahası buna (haşa) iman etmeyenimiz, inanmayanımız mı var?

Allah’a, meleklere, kitaplara, peygamberlere, ahirete ve kadere, yani hayrın ve şerrin yalnız Allah’tan geldiğine inanan biz değil miyiz? 

Ama siz de haklısınız… İmanın amentüsü sadece dillerimize pelesenk iken gözümüze pek kolay görünmüştü. Gözümüze kolay görünen bu inandıklarımızın esasında ne zor olduğunu ancak bugün inandıklarımızla sınanınca belki hakkıyla anlayabiliyoruz. 

SİZDEN ÖNCEKİLERİN BAŞINA GELENLER SİZİN BAŞINIZA GELMEDEN…

Hocaefendi, yine belki bugünlere hazırlamak için, onlarca yıl boyunca bulduğu her fırsatta “Sizden öncekilerin başına gelenler sizin başınıza gelmeden Cennet’e girebileceğinizi mi zannediyorsunuz?” sözünü tekrarlayıp duruyorken hangimiz bu sözün kaderi bir sürecin ifadesi olduğunun farkındaydık? Bu dehşet veren uyarıyı gündelik koşuşturmalar sırasında ayağımıza takılan çer çöpe, topuklarımıza batan küçük dikenlere yoranımız az mıydı?

Âli İmrân Suresi’nin 142. Ayeti’nde Allah-u Teâlâ’nın serahaten ifade ettiği “Yoksa siz, Allah Teâlâ sizden mücâhede edenleri ayırt etmedikçe ve sabredenleri belli buyurmadıkça cennete girivereceğinizi mi sanıverdiniz?” vaadini, mürailiğin şahı, şerirlerin en şeririnin eliyle başımıza türlü belalar açılmadan önce hakikaten idrak edebilmiş miydik?

Peki, farazi olarak bildiğimiz ve iman ettiğimizi zannettiğimiz bu uyarılara ne kadar kulak asabilmiştik? Bizzat Allah’ın (cc) önceden uyarısını yaptığı bu sınamalara, bu imtihanlara ne kadar hazırlıklıydık? Belalara karşı sabrımızın, dayanma gücümüzün imanımız kaviliğince olacağını teorik olarak biliyorduk da pratikteki durumumuzun ne olacağından hangimiz emindik?

Acaba Üstad’ın “hakikî imânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir” manifestosunu sadece çarpıcı bir edebi deyiş diye mi okuduk yıllar boyu, yoksa imanın en müşkül durumlarda bile sırtımızı güvenle dayayabileceğimiz çok sağlam bir tesanüd noktası olacağının bir müjdesi olarak mı? Ya da türlü eziyet ve çilelere karşı hazırlıklı olma babından sabır ve sebat mesleğinde varmamız gereken imani bir menzilin işaret taşı olarak mı gördük bu uyarıyı?

TEVEKKÜL SEBEPLERİ BÜTÜN BÜTÜN TERKETMEK DEĞİLDİR

Bugün yaşadıklarımız muvacehesinde dönüp tekrar baktığımızda şu paragrafta eksik ya da fazla olan bir şey var mı? Her kelimesi tam da yerli yerinde değil mi? 

“İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakikî imânı elde eden adam, kâinata meydan okuyabilir ve imânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikàtından kurtulabilir. “Tevekkeltü alallah” (Allah’a tevekkül ettim. / Hûd Sûresi: 56.) der, sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyrân eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlak’ın yed-i kudretine emânet eder, rahatla dünyadan geçer, berzahta istirahat eder, sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennete uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i sâfilîne çeker.

Demek, imân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni iktizâ eder.”

Üstad bunu der demesine ama hemen akabinde sabrın aktif olmasına dair hayati bir uyarıda bulunmayı da ihmal etmez. “Fakat, yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir. Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise, bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve neticeleri O’ndan bilmek ve O’na minnettar olmaktan ibârettir.”

Belki de ayne’l yakin tecrübe etmeden “Allah’a tevekkül edene Allah kâfidir” müjdesini idrak edebilmek imkansızdı. Bugün bu idraki edinebileceğimiz bir mücahede meydanındayız. Belki bu vesileyle aramızdan çokları “Onu bulan neyi kaybeder, Onu kaybeden neyi bulur?” sırrına da vasıl olur. Allahu alem…

BİZ SANIYORUZ Kİ ÂLEM İÇRE BİZE HİÇ YAR KALMADI

Hayatı boyunca başına her kulun kolay kolay tahammül edemeyeceği türlü belalar açılan, o adadan bu adaya sürgünden sürgüne yollanan Niyazi Mısri’de olduğu gibi, Onu bulanların dünya da, kainat da umurunda olmaz. Ondan başkasını zaten aramaz. Ondan başkasına zaten varmaz. Ona varınca da belki çıkar gümbür gümbür bir sedayla şöyle der: 

Ben sanırdım âlem içre bana hiç yâr kalmadı,

Ben beni terk eyledim bildim ki ağyâr kalmadı.

Cümle eşyâda görürdüm hâr var gülzâr yok,

Hep gülistân oldu âlem şimdi hiç hâr kalmadı.

Gece gündüz zâr u efgân eyleyüb inlerdi dil,

Bilmezem n’oldu kesildi âh ile zâr kalmadı.

Gitti kesret, geldi vahdet oldu halvet dost ile

Hep Hakk oldu cümle âlem çarşı pâzar kalmadı.

Dîn diyânet âdet ü şöhret kamu vardı yele,

Ey Niyâzî n’oldu sende kayd-ı dindâr kalmadı.

 

Zulüm örslerinde, işkence mengenelerinde pişerek kendi benliğinden soyunan ve o aşkınlıkla hakikatin tecellisini her yerde ve bir yönüyle de kendinde bulan Mısri’nin vardığı yer çile ehlinin Allah’tan gelen dertleri bile derman bilip Onun varlığına delil saydığı bir menzildir. 

Dermân aradım derdime

Derdim bana dermân imiş

Bürhân aradım aslıma

Aslım bana bürhân imiş

Sağ u solum gözler idim

Dost yüzünü görsem deyû

Ben taşrada arar idim

Ol cân içinde cân imiş

Öyle sanırdım ayrıyam

Dost gayrıdır ben gayrıyam

Benden görüp işiteni

Bildim ki ol cânân imiş.

 

KÜÇÜĞÜZ, AMA BELKİ DAHA OLGUNLAŞMADAN PİŞMEYE NAMZEDİZ

Tabii bir Mısri olmak kolay değil. Kendimizi aşmak da. Küçüğüz çünkü, hem de çok küçüğüz. İmtihanımızın sırrınca Allah’tan gelen belalara maşalık eden firavunlara, süfyanlara, şeddatlara ve harami despotlara takılmadan edemiyoruz? 

Belli ki çok hamız. Ama alçak zalimlerin sayesinde, bizi menzile taşıyamayacak amellerimizden ziyade niyetlerimizin serin gölgesine sığınıp, belki daha olgunlaşmadan pişmeye namzediz. Belki bunun için ve bunun sayesindedir ki şerri beşikteki bebeğe kadar ilişen alçaklık tarihinin şahı için rahatlıkla “Erdoğan da kim oluyor ki?” deyip meydan okuyabiliyoruz. 

Ümitsiz olmaya hiç gerek yok. Yeter ki, peşinde sürüklediği şaşkın ve sapkın güruh ile birlikte ebedi bitişini kendi elleriyle hazırlasın ve geride arkasına sığınabileceği hiçbir mazereti kalamsın diye Erdoğan’ın süfyani/şeytani istidadına alan açan ve açtığı o alanı umut edilir ki Cennetine alacağı halis kullarını seçmekte, yani “mücâhede edenleri ayırt etmekte ve sabredenleri belli buyurmakta”, imtihan sahasına çeviren Allah’a tevekkülümüzü kaim tutalım. Hayrı da şerri de Allah’tan bilip, kendisine adeta ilahi bir kudret atfeden aşağılık dinbaz müptezellere, zalimlik yoluyla elde etmiş olsalar dahi, hak etmedikleri payeler vermeyelim. 

Bu noktada, yıllar önce bir iftar sofrasında muhterem bir büyüğümden dinlediğim bir hikayeceği ilginize sunmak istiyorum. Hayra kullanabileceği imkanları, hadsiz zulüm, şer ve kötülükte kullanan Erdoğan ve avanelerinin yıllardır yapıp ettikleri alçaklıkları gözlerimizin önüne getirerek okuyalım isterseniz. 

“Ne istediler de vermedik!”le başlayıp “Bunlara su bile yok!” ile devam eden, “Rahmetimiz gazabımızı geçecek!” deme küstahlığını da aşarak insanlık dışı zulümleri anne karnındaki cenine, beşikteki bebeğe kadar ilişerek esfel-i safiline düşme pahasına işlediği zulümleriyle edinmeye çalıştığı o payeyi bile ona lütfetmeyelim. Yaşadığımız ağır zulümlerden dolayı belki hikmetlerini bugünden pek kestiremediğimiz tüm bu olup bitenlerin sadece Allah’ın işi olduğundan emin olalım. Ve ona göre sabrımızı kavi tutup imtihan dünyasındaki bu ağır imtihanımızdan yüzümüzün akıyla çıkmanın yoluna bakalım inşallah. 

HAK DOSTU MECZUBUN KÜSTAH AĞA’YA VERDİĞİ DERS

Hikayeciğimiz ise şöyle: 

Bir zamanlar zengin, zengin olduğu kadar da küstah bir ağa varmış. Bu ağa kendisine övgüler dizilmesi, yalakalık ve yardakçılık yapılması karşılığında çevresindekilere bahşişler, hediyeler verir, lütuflarda bulunurmuş. Ama gelin görün ki, köylerinden birinde insanlara uzak Allah’a yakın bir meczub da yaşıyormuş. Bu meczub ne Ağa’ya övgüler diziyor, ne de ondan herhangi bir şey istiyormuş. 

Bu duruma çok bozulan Ağa, onu da kendisini övenler ve karşılığında lütuf bekleyenler kafilesine katabilmek için bir şeyler yapması gerektiğini düşünmüş. Kahyasını çağırmış ve “Gidin getirin o meczubu, köşk ve çiftliğimden neyi beğenirse, ne isterse alabileceğini söyleyin!” diye emir vermiş.

Kahya, meczubu alıp getirmiş ve köşkten/çiftlikten ne isterse alabileceğini söylemiş.  

Meczub çevreye şöyle bir bakınmış, irili ufaklı, değerli değersiz her şeyi süzmüş, gözden geçirmiş ve nihayet doru bir atı gözüne kestirmiş. 

“Şu atı istiyorum.” demiş. 

Tabii meczubumuz bunu der demez de kahyayı bir telaştır almış. 

“Ama o Ağa’nın en sevdiği at. Ağa o atı sana dünyada vermez!” demiş.

Meczub ısrar etmiş: “Gidin Ağa’ya söyleyin, ya o atı alırım ya da hiçbir şey.”

Kahya çaresiz Ağa’ya gitmiş ve durumu bir bir anlatmış. Ağa, “Dünyada olmaz! En çok sevdiğim o atı asla vermem!” demiş. Ama meczubun bu duruma ne diyeceğini merak etmekten de kendini alamamış. “Bir takibe alın bakalım, meczub bu tavrımı nasıl karşılayacak, ne diyecek?” diyerek kahyasına emir vermiş.

Kahya ve adamları emri yerine getirmiş ve kendi kendine konuşmasıyla meşhur meczubu takibe almış. Meczub, çiftlikten ayrılırken beklendiği gibi yine kendi kendine konuşuyormuş ve “Ağa da kim oluyor? Sen (Allah) istesen o atı verirdi… Ağa da kim oluyor? Sen istesen o atı verirdi… Ağa da kim oluyor? Sen istesen o atı verirdi… …”  sözünü tekrarlayarak yürüyormuş.

Kahya gelmiş gördüklerini, duyduklarını Ağa’ya yine bir bir aktarmış. Ağa’nın elbette ki bu işe canı çok sıkılmış. “Nasıl olur da meczub atı vermeyenin de, verecek olanın da kendisi olduğunu anlamaz?” diye epey içerlemiş. Meczuba okkalı bir ders vermek gerektiğini düşünmüş.

Bu sefer, “Çağırın o meczubu ve istediği o atı verin.” diye emretmiş. Ama “Yine takibe alın ve bakın bakalım bu sefer neler söylüyor?” demeyi de ihmal etmemiş.

Kahya meczubu yeniden çağırmış ve Ağa’nın gözdesi o atı vermiş. Çiftlikten ayrılırken kahya ve adamları Ağa’nın emrettiği gibi meczubu yine takibe almışlar. İstediği atı alan meczub doğal olarak bu sefer sözlerini biraz değiştirmiş:

“Ağa da kim oluyor? Bak Sen istedin nasıl da tıpış tıpış atı verdi… Ağa da kim oluyor? Bak Sen istedin nasıl da tıpış tıpış atı verdi… Ağa da kim oluyor? Bak Sen istedin nasıl da tıpış tıpış atı verdi… …”

Ne dersiniz? Anlamak isteyene çok şeyler anlatmıyor mu bu hikayecik?

MEVLA, YILANIN ZEHRİNE DERMAN GİZLEMİŞ

Malumunuz velilikle, dahilikle delilik arasında ince bir çizgi olduğu gibi bir çeşit cezbe mesleği olan hakperest şairlikle Hak aşığı meczupluk arasında da belki ince bir çizgi vardır. Böyle bir cezbeyle olsa gerek Ozan Arif’in şu şiirini okumak da bu ifritten dönemde sanırım herkese iyi gelecektir.

Deli gönül isyan etme boşuna, 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et. 

Kul olanın her şey gelir başına, 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Düşün düşün hayal bitti düş bitti, 

Ağla ağla gözümdeki yaş bitti, 

‘Amentü’ ye iman ettim iş bitti, 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Her dara düştüğün yerde Allah’tan, 

Hakkında hayırı ver de Allah’tan 

Hayır da Allah’tan şer de Allah’tan 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Bazı zamanlarda bazı yerlerde, 

İnanırım derde derman derler de, 

Çünkü hayır varmış bazı şerlerde 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Mevla çekirdeğe orman gizlemiş, 

Tahıl tanesine harman gizlemiş, 

Yılanın zehrine derman gizlemiş, 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Gönül bizi bilmeyen var bilen var, 

Halimize ağlayan var gülen var, 

Bizden daha büyük derdi olan var, 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Kaç ülkü gülünün şimdi şu anda, 

Kellesi bekliyor yağlı urganda, 

Hiç olmazsa gel onlardan utan da, 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Gönül korkma; çok çok sürgün ölürsün 

Ne açıkta ne de düzde kalırsın, 

Bir mezarı nerde olsa bulursun, 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Felek zulüm ediyorsa koy etsin, 

Duy ARİF’i çile bitsin dert bitsin. 

‘Tevvekeltü taalallah’ de gitsin. 

Sabır eyle, Şükür eyle, Dua et.

 

Sabır, şükür ve dua ile…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

4 YORUMLAR

  1. Bülent bey biz dışarı çıkanlar da aynı sabirdan istifade edebilirler mi.bjz sığınma kampında yaşıyoruz ama tr kardeşlerimizi duyunca vijdan azabı çekiyoruz acaba onlari yanlizmi bıraktık diye.bazen geriye gidip birlikte çekmemiz gerekiyor diye pişmanlık duyuyoruz.her şey geçince kardeşlerimiz bize siz kactiniz biz cilenin siddetlisinicektik diye bizi af edebilirler mi.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin