Elvedâ yâ Ramazan!

Bugün Ramazan’ın son günü. Yarın büyük ihtimalle bayram. İslam alemi bu konuda da bir türlü ittifak edemeyip bir kısmı yarın belki bir kısmı da bir sonraki gün bayram yapacak.

Edebiyatımızın usta kalemi Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 100 yıl önce İkdam Gazetesi’nde Ramazan’ın son günlerindeki hissiyatını kaleme almıştı.

***

Elvedâ yâ Ramazan!

Ramazan gidiyor; Eski padişahlarımızdan birinin dediği gibi senenin on bir ayı hasreti çekilen bu kısa gufran devresi, bu sefer kimse farkına varmadan nihayete eriyor. Dün gece minarelerde ‘elveda’ sesleri duyuldu. O zaman anladım ki o mübarek ayın sonundayız.

Çocukluğumda ramazanın yirmisinden itibaren beni garip bir hüzün kaplardı. Oyunlarıma bir neşesizlik, çalışmalarıma bir isteksizlik gelirdi. Her sabah yatağımın içinden kalbimde bir derin acıyla uyanırdım ve kendi kendime “Bir gün daha gitti, bir gece daha gitti. Bu gün yirmi beşi, yarın yirmi altısı, öbür gün…” daha ziyade sayamazdım. Bu bana yakınımdan birinin öleceği günü hesap etmek gibi muzlim ve acayip görünürdü.

Vakıa bir zamanlar salih, abit Müslüman evlerinde ramazanın son günleri bir hastanın sekerât demleri kadar elemli idi. Herkeste sanki aile rüesasından biri ölüm döşeğine yatmış gibi bir his hasıl olurdu. Teneffüs edilen havada mukaddem bir yas kokusu sezilirdi. Ve camilere gidilip ağlanırdı. Oraları hüzün ile taşan gönüllerin alabildiğine boşandığı yerlerdi.

Hiç unutmam bir gün (Ramazan’ın sonlarına doğru idi) evimizin yakınında bir küçük camiye gitmiştik. Beyaz sakallı küçücük bir ihtiyar hoca vaaz ediyordu. Cemaat çok değildi. Fakat kürsünün etrafı pek samimi bir halka ile çevrilmişti. Vaizle dinleyenler adeta tatlı bir hasbihale dalmış gibiydiler.

Beyaz sakallı hoca diyordu ki: Ey din kardeşlerim! Ramazan-ı şerifin sonlarına eriyoruz. Mübarek ay bizi terk edip gidiyor. Fakat bana öyle geliyor ki, o bu yıl bizden küskün ve muğber, gücenmiş olarak ayrılıyor. Zira bu yıl geçen yıllardan daha çok günah işledik. Gelecek yıl günahlarımız daha ziyade artacak. Zira devirler değişiyor. Devirlerle beraber gönüllerde değişiyor. Git gide hepimizden Allah korkusu kalkıyor. Peygamberin emrine itaat azalıyor. Bir takım bidatler eski adetlerin yerini tutuyor. Ahkam-ı Kur’aniye yerine bir takım batıl kitaplara itikat ediliyor. Gençlerimizde ulü’l-emre itaat kalmadı. Büyüklerimizin kalbinde doğruluk ve samimiyetten, şefkat ve merhametten eser yoktur.

Ey din kardeşlerim, günahlarımız başımızdan aştı. Mübarek ayın huzur-ı Rab’de bizim için şefaate yüzü kalmadı. Vay halimize, vay halimize! Ve cemaatten bir ihtiyar başını iki elleri arasına almış hıçkırarak ağlıyordu. Diğerleri “Allah, Allah! Allah, Allah!” diyordu. Beni de uhrevi bir korku ile karışık derin bir hüzün istila etti ve içimden kendi kendime ahdettim ki ömrümün sonuna kadar Allah’ın emirlerine itaat edeceğim.

Fakat çocukluğumdaki ahdlerin birçoğu gibi bittabi bunu da tutmadım. Sıtmalı bir gençlik rüzgarı, devrin girdaplarıyla karışarak bende iyi, saf ve masum ne varsa aldı götürdü. Ben derken biliniz ki mensup olduğum neslin namına söz söylüyorum. Bu neslin hiçbir şeye itikadı yoktu ve ihtirası sonsuz idi. Mihver-i hareketi ya bir kin, ya bir arzu idi. Kalbi genişlemiş bir mideye benzerdi. Ne verseniz doymayacak gibi görünürdü. Fakat ilk lokmada tıkanır kalırdı. Kendinden önceki nesle karşı insafsız ve hakaret ediciydi. Babamız lakırdı söylerken kahkahalarla gülmeyi zekamızın bir hakkı zannederdik.

Ve henüz on sekiz yaşında iken validemize bir çocuk muamelesi ederdik. Dini hayata karşı lakaytlığı ise şerefli bir şey sanırdık. ‘Namaz kılmayı bilmiyoruz’ demeyi alimane bir söz, alenen oruç yemeyi kahramanane bir hareket ve büyük babamıza Voltaire’den bahsetmeyi bir ulüvv-i cenap telakki eylerdik. Validemizin bir kese içinde baş ucumuza astığı Kur’an-ı Kerim’i yerinden indirip ve kılıfından çıkarıp alelade kitapların arasına sokmayı en asri ve en asil ve en zarif hareketlerden sayardık. Yegane inandığımız, yegane hürmet ettiğimiz şey asırdı, asrın ilmi terakkiyatı idi. Birbirimizi ikide bir “Yirminci asırdayız! Düşününüz efendim yirminci asır!” derdik. Yirminci asır bizi aldattı ve ramazan ayları bizlere küstü. Şimdi ne yapmalı? Nereye gitmeli?

Dün gece odamın penceresinden minarelerdeki “elveda” seslerini dinlerken birdenbire çocukluğumun ramazan sonlarına doğru gönlümü kaplayan o eski hüznüne düştüm ve o küçük camideki beyaz sakallı hocanın sözlerini ve ondan sonra gençliğimin, gençliğimizin ilk devresini teşkil eden o kıymetsiz, o adi ve kaba yılları hatırladım.

Çocukluğumdaki son vaazı dinlediğim günden bu son ramazana kadar geçen zaman zarfında dünyaya ve ahirete layık ne yaptık, ne işledik? Diye kendi kendime sordum Arkamızda bıraktığımız bu uzun yolda şüpheden, tereddütten, yeis ve elemden, tatmin edilmemiş iştahlardan ve bir sürü küfür ve günahlardan başka ne var? Yüksek, asil ve ulvi sıfatlarına müstahak nasıl bir eser bıraktık? Bugüne kadar bütün ömrümüzün hulasa-i manası hep şür ve şüriş, yani şamata, hep fitne ve nifak değil midir?

Elveda ey ramazan, elveda! Asır bizi aldattı, sen bize küstün. Halimiz ne olacak? Nerede şifa, nerede gufran bulacağız? Bu yıl milyonlarca Müslümanın gözlerinden çeşmelerden akan sular gibi yaşlar boşanıyor. Senelerden beri çeşmelerden akan sular gibi milyonlarca Müslümanın damarlarından oluk oluk kanlar aktı. Bu yaşlar, bu kanlar günahlarımızı silmeye kafi gelir mi?

Yakup Kadri Karaosmanoğlu, 14 Haziran 1920 tarihli İkdam gazetesi

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin