Elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfür nedir? [Abdullah Salih Güven]

Elfaz-ı küfür ve ef’al-i küfür nedir? Küfür lügat manası itibariyle bir nimete karşı nankörlük etmek ve gizlemek demektir. Istılahta ise bir insanın kendi irade ve ihtiyarıyla iman ve imana ait hakikatleri tekzip etmek ya da onları alaya almak, hakaret etmek, haramı helal, helalı haram kabul etmektir. Elfaz-ı küfür de, küfrün tanımı içine giren hususların dillendirildiği kelime ve cümlelere verilen isimdir.

Lafız kelimesinin çoğulu olan “elfaz” ve küfür” kelimelerini sözlük manasından hareketle sunduğumuz bu çerçeve, kavramın ıstılahi manasında aynı ölçüde net ve berrak değildir. Neden? Çünkü bu defa karşımızda sadece kelimeler değil, etten-kemikten müteşekkil bir insan vardır. İnsanın bütün söz ve davranışları da anlamlandırılmaya muhtaçtır. Söz gelimi; elfaz-ı küfür kategorisine giren sözü sarf eden insan, o sözün ne anlama geldiğini biliyor mu? Bilerek mi söyledi yoksa cehaletinden mi? İnkâr ve hakaret kastı var mıydı? İlerleyen satırlarda buna geriye döneceğiz; çünkü meselenin en önemli boyutunu oluşturan, hükme mesned teşkil edecek ana noktalardan biri burasıdır. Kısa bir not: Burada elfazın yanına ef’ali de eklemek lazım. Ef’al’de fiil kelimesinin çoğulu olup küfre nispet edilen eylemler demektir ki zaten litaretürde bu iki kavram birlikte kullanılır.

ELFAZ-I KÜFÜR VE TEKFİR MESELESİ

Elfaz-ı küfür’ün bir diğer önemli yanı küfre nispet meselesidir. Tahmin edeceğiniz üzere burada üçüncü şahıslar devreye girmektedir. Bu cümleye, elfaz-ı küfrü söyleyen,  ef’al’i küfrü işleyen kişinin küfre nispet edilmesi; “sen bu sözünle veya eyleminle kâfir oldun” hükmünün verilmesi şeklinde açıklık kazandırabiliriz. Bunun literatürdeki adı ise ‘tekfir’dir. Tekfir üçüncü şahısların bir kişiyi kafirlikle itham etmesi demektir ve erken dönemlerden itibaren İslam’ın hem siyasi hem itikadi hem de fıkıh tarihinin ana konularından biridir. Bunları tek tek ele alacağız ama yeri gelmişken meselenin en can alıcı yanına işaret edelim. O da konunun Peygamber Efendimiz (sas) tarafından dile getirilmiş olmasıdır. Şöyle buyurur Allah Resulü (sas): “Kim kardeşine kâfir derse, ikisinden biri mutlaka kâfir olmuştur. Eğer itham edilen kâfir değilse, küfür itham edene döner.” (Buhârî, Edeb, 73; Müslim, Îmân, 26)

Bu hadisi merkeze koyarak bakarsanız, meselenin aslında alabildiğine ciddi olduğunu görürüz. Zira konuyu ferdi olarak ele alırsak tekfir eden ve tekfire sebebiyet veren eylemi işleyen olmak üzere en az iki kişinin, toplumsal açıdan ele alırsak küçük veya büyük bir toplumun ya da o toplum içinde yine küçük ya da büyük grupların dünya ve ukba hayatını ilgilendiren bir konu vardır karşımızda. Fakat belki de en son söylenmesi gerekli olan sözü şimdi söyleyelim; maalesef bu mesele İslam tarihi boyunca -tabii ki istisnalar hariç- aynı ciddiyette ele alınmamış, hadisi duyduğu zaman yüzlerce adım geri adım atması gereken Müslümanlar tarafından ‘tekfir’ ayağa düşürülmüş, ‘ağzı olan konuşur’ deyiminde yerini bulduğu üzere ‘tekfir’ ağızlarda sakız gibi çiğnenerek konuşulmuş; özellikle siyasi çalkantıların baskın olduğu belli dönemlerde gündelik hayatın bir parçası haline gelmiştir. Ne insanın duyduğu an ürpermesi gereken bu Peygamber beyanı, ne de ulemanın uzun uzadıya yaptığı izahlar, açıklamalar manzarayı değiştirmeye yetmemiştir. Ulemanın “ehli kıble tekfir edilmez” diye bir kaide şeklinde dile getirdikleri hüküm de vecize olarak duvar levhalarımızı süsleyen bir kelam-ı kibara dönüşmüştür.

‘YAZIKLAR OLSUN BİZE’

İnsan işte tam da burada yazıklar olsun bize demekten kendini alamıyor. Elimizde Kur’an gibi bir beyan, Hz. Peygamber (sas) gibi bir rehber varken, yukarıda ifade ettiğim gibi hem de çok erken dönemlerden itibaren yaşadığımız bu savrulmayı insan hazm edemiyor. Bugün yaşadığımız şeyler de aslında bu savrulmanın bir uzantısı ve günümüze yansımasından başka bir şey değildir. M. Akif’ten ilhamen söyleyeyim; tarihin tekerrürüdür; çünkü Müslümanlar olarak bizler o tarihten ders almamışızdır. Gereken dersi gerektiği ölçüde almış olsaydık, tarih ihtimal bu şekliyle tekerrür etmezdi. Mensubu olarak övüneceğimiz tarihin altın sayfalarının destanlaştırılıp, yüzümüzü yere baktıracak sayfalarının üzerini kapatma çaba ve zihniyetinin bunda büyük rolü olduğunu düşünüyorum. Her neyse…

Aslında ‘tarihin tekerrürü’ tabiri, meseleyi tarihi vecheden ele almak için iyi bir girizgâh oldu. Dışarıdan sathi bir nazarla bakıldığında elfaz-ı küfür itikadî bir mesele ya da kelam ilminin konusu gibi. İslam tarihi ve İlahiyat alanındaki okumalarım bu tespitin bütünüyle yanlış olmasa da bütünüyle doğru olduğunu söylemiyor. Çünkü teorik düzlemde konu kelam ilminin sahasına girse de, insan beyanı ve davranışı, bunların arka planında bir zihniyet ve hepsinden önemlisi bu zihniyetin oluşumuna yani sözlerin/eylemlerin ortaya çıkışına sebebiyet veren müşahhas hadiseler var. Ne acıdır ki, o hadiselerin hemen hepsi de siyaset ile irtibatlı. Bir başka tabirle elfaz-ı küfrün de, tekfirin de, itikadî mezheplerin zuhurunun da hatta büyük çoğunluğu itibariyle kelamın ilgi alanına giren konuların da temelinde siyaset var.

Devam edeceğiz…

 

Bu söz elfaz-ı küfür mü? [Abdullah Salih Güven]

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin