Edebiyatın yengeleri: Kimi çoğaltmış eşini, kimi tıkamış sanat üretimini

YORUM | M. NEDİM HAZAR 

Şair sarılır kalemine ve şu mısralar dökülür: “Eyvah! Ne yer, ne yâr kaldı/ Gönlüm dolu âh u zâr kaldı/ Şimdi buradaydı, gitti elden/ Gitti ebede gelip ezelden.” Şair-i azam Abdülhak Hamid’e bu içli satırları yazdıran eşi Fatma Hanım’dır. Kadın böyledir; çoğaltır sevdiğini… Abdülhak Hamid şanslıdır zira ona Makber’i yazdıran büyük bir kadın olduğu gibi, sonrasında evlendiği Lüsyen Hanım da tıkayan, azaltan değil çoğaltan biridir. “Ne şiirden, ne şöhrettendir, mutluluğum Servet’tendir!” satırlarındaki servet, yani zenginlik, pırlanta ya da klasik anlamda mücevherat değil Arif Nihat’ın (Asya) eşi Servet Hanım’dır… Bir de bahtsızlar vardır. Rahmetli Osman Yüksel gibi. Veciz olarak şöyle ifade eder: “Hayatımda iki İsmet’ten çektim; biri hürriyetimi, diğeri zürriyetimi aldı!” Dönemin siyasî lideri İnönü ve eşinden bahsetmektedir edip…

Necip Fazıl, Namık Kemal’in Niş Kadısı Mustafa Ragıp Efendi’nin kızı Nesime Hanımı anlatırken, “Evde varlığıyla yokluğu belli olmayan, hayalet gibiydi” der.

Ahmet Hakan: Neslihan Kısakürek Hanımefendi de kabuğu soyulmuş domates gibi  miydi?

Yazarlar ve kadınları… Kimi zaman tutkulu başlayıp hayal kırıklığıyla biten, kimi zaman ufacık bir saman aleviyle başlayıp koca bir yangına dönüşen sevdaların insanları. Bugün kimilerini varlıklarıyla yazarların büyüklüğüne vesile olan, kimilerini ise edebiyatın önündeki engel olarak hatırlarız. Nazım Hikmet’in uluslararası ün kazanmasına vesile olan bir kadındır; Namık Kemal’in torunu Nermin Hanım. Kemal’in kızı Feride de hem babasının hem kocasının sanat hayatına olumlu etki yapan isimlerindendir. Nazım ile Vera Tulyakova’nın aşkı ise bugün bile dillere destandır.

Nazım Hikmet ve Son Aşkı Vera

Vakti zamanında meşhur bir yazar vardır. Çukurova’nın bereketli topraklarında büyümüş, suyundan içmiş, hikâyelerinden dinlemiş. Bir gözü görmeyen bu yazarın çok sevdiği bir karısı vardır. Adı Thilda. Kocasının Türkiye’de büyük bir beğeniyle okunan kitaplarını yabancı dillere çevirirmiş Thilda. Dile kolay, tam 17 kitabı ana dili gibi bildiği İngilizce, Fransızca ve İspanyolcaya çevirerek, çok sevdiği bu adamın dünyada da tanınmasını sağlamıştır. Gün gelir, Thilda ölür. Ölürken bile sevdiği bu adam için bir fedakârlık daha yapar. Aslen Yahudi olmasına rağmen eşiyle yan yana yatabilmek için Müslüman mezarlığına gömülür. Bir masal değil anlatılan. Şubat ayında kaybettiğimiz Yaşar Kemal ve büyük aşkı Thilda’nın öyküsü… Thilda, edebiyat dünyasının en önemli ve özel ‘yengelerinden’ biriydi. Yazmanın doğuma benzer o sancılı süreçlerine bire bir tanık olan, hatta bu süreci yazardan daha sancılı geçiren, yazmak için bir odaya kapanan eşinin yüzünü günlerce görmeyen, yazılanları ilk okuyanlardan biri. Onlar ‘edebiyatın yengeleri’. Tarih bazılarını sorumsuzlukla, bazılarını duygusuzlukla suçladı. Onlardan daha fazla sabır beklendi, özveri görevleri kabul edildi. Kimileri hayatta, kimileri çoktan göçtü gitti öbür dünyaya.

Kronolojiyi başa saralım. Edebiyat dünyasının en çok konuşulan yengesinden, Kontes Sofya’dan başlayalım. 42 yıl evli kaldığı Sofya, ailevî sorumluluklardan kaçıp yazmaya sığınan Tolstoy’un, eli, ayağı, gözü, kulağı, eşi, yayıncısı, çocuklarının annesi ve daha birçok şeyiydi. Sahip olduğu tüm yetenekleri bir kenara bırakarak, eşi Tolstoy kitap yazarken, o 13 çocuğun bakımını üstlendi. Tolstoy’un yazdıklarını temize geçti, yetmedi kitaplarını basmak için bir yayınevi bile kurdu. Sofya Tolstoy, anılarında “42 yıl Lev’le birlikte yaşadım, hayatı paylaştım. Ama nasıl bir adam olduğunu hâlâ anlamış değilim,” der. İşte bu cümle, yazar eşlerine dair aslında çok temel bir problemi işaret ediyor. Çünkü onların bazıları eşleri tarafından yok sayıldı, bazıları ise evin sorumluluğunu tek başına yüklendi. Şikâyet edenler olduğu gibi, durumu kabul edenler de var. Aslına bakarsanız yazar eşi olmak da bir meslek, üstelik ziyadesiyle zorludur. Yazarların kaprisi, hezeyanı düşünülürse, okuyucular için bu kutsal görevi kabul etmiş kadınlar da diyebiliriz onlara. Yengelerin yazarlara katkısı büyük. Bunu Orhan Pamuk’un şu cümlelerinden anlamak mümkün: “22-30 yaş arası durmadan, günde 10 saat roman yazdım. Romanlarımı yayımlamıyorlardı. Çevrem de yavaş yavaş delirdiğime hükmediyor ve bunu bana inandırmaya çalışıyordu. Çünkü mimar, mühendis olacakken tahsili bıraktı. Roman diye bir şeyler yazıyor. Hatta onlar ödül de alıyor, fakat yayımlanmıyor. Sadece karım olacak kişi vardı yanımda. Onun dışında çok yalnız hissediyordum kendimi. Bu benim en sıkıntılı dönemimdir.” Pamuk, bu dönemi daha sonra boşanacağı eşinin desteğiyle aşıyor. Bunu da yer yer dile getiriyor.

Writers and their wives: Together in love, work and legacy - Russia Beyond

Buradan Ahmet ve Vildan Ümit çiftine geçelim. Ümit, kitaplarının ilk okuyucusunun eşi Vildan Hanım olduğunu her fırsatta dile getiriyor. 12 Eylül öncesi politik bir ortamda tanışıp, çeşitli zorluklardan geçtikten sonra evlenen çift, birçok zorluğu da birlikte göğüslemiş. Şimdilerde kitapları çok satılanlar listesinden düşmeyen Ümit’in yazma sürecinde çok eğlenceli olduğunu eşinden öğreniyoruz. Vildan Ümit, yazar eşi olmak meselesine farklı bir pencereden bakıyor. Bu yüzdendir ki bir röportajında “Kimliklerden öte ben Ahmet Ümit’in eşiyim. Bir yazarla evli olmakla, bir ayakkabı tamircisiyle evli olmak arasında bana göre bir fark yok,” cümlelerini kuruyor.

Lafta değil gerçekten her şeyi paylaşıyoruz

Yazar eşin şöhretiyle sınanan bir diğer kadın var sırada. İsmi Hülya Pala. İskender Pala’nın eşi. Hülya Hanım, Pala’nın ilk okurlarından. 28 Şubat sürecinde başörtülü olması nedeniyle eşi ordudan ihraç edilmişti. Hülya Hanım’a zor gelen, ne eşinin yazı için bir yere kapanması, ne de yazma süreci. O, İskender Pala’nın şöhretinden sınandığını söylüyor her seferinde.

Yengelerin hatıratlarına baktığınızda bolca hayal kırıklığı ve beklentilerle de karşılaşıyoruz. Mesela Peyami Safa’nın eşi Nebahat Safa’nın, “Peyami Bey, eserlerinin hiçbirinde beni anlatmadı.” der. Ne büyük bir hayal kırıklığı değil mi? Üstelik Nebahat Hanım onu tanıdıktan sonra en sevdiği yazar Halide Edip Adıvar’ı ikinci sıraya düşürdüğünü söylerken: “Peyami Bey’i tanıyana kadar en sevdiğim yazar Halide Edip’ti. Sonrasında hep onu sevdim. Ama hiçbir eserinde beni anlatmadığı için hep sitem ettim. O da gülüp geçti.” Nebahat Hanım yazı yazarken gürültüden pek hoşlanmayan, yalnızlık isteyen kocasının gece yazmasına da hiç ses etmemiş. Hatta evde sorumluluk almayan, bir çivi bile çakamayan Safa’nın yerine her işi severek yapmış.

A'dan Z'ye Peyami Safa - Cumartesi Sabah Haberleri

Türkçe yazılmış ilk psikolojik romanın yazarı olarak tanırız Mehmet Rauf’u. Eşini ise pek bilmeyiz. Muazzez Rauf da tıpkı Tolstoy’un eşi Sofya gibi. Evlendiklerinin on üçüncü gününde felç geçiren yazara bakan Muazzez Rauf, felçten dolayı sağ tarafını kullanamayan eşi  yazmaktan vazgeçmesin diye elinden ne geliyorsa yapar. Hatta Son Yıldız, Harabeler, Halâs, Kâbus yazılarını Rauf söyler, Muazzez Hanım kaleme alır. Fakat Muazzez Hanım’ın bu çabaları da fayda etmez, Rauf bir süre sonra hafızasını da kaybeder. Son günlerinde ise saçlarını yolacak derecede krize girer.

Peki, Refik Halit Karay, romanlarında kadınları nasıl bu kadar iyi anlatıyor dersiniz? Hiç düşündünüz mü, erkek yazarlar kadınlığa dair detaylara nasıl erişirler? Evlilerse eşleri sayesinde elbette. Nihal Karay da öyle işte. Kadınsal mevzularda danışman olur eşine. Bunun karşılığında Refik Halit ise eşi dışarıdaysa ona güzel ve leziz yemekler hazırlar. Yazar birçok hususta fikrini aldığı eşine en çok da kadın tabirlerinde danışır.

Aslında bütün bir yazı boyunca anlattıklarımızı Necip Fazıl’ın eşine dair yaptığı şu özeleştiri cümleleri özetliyor: “Söyle; acaba içinden ‘şu adamın zevcesi olacağıma bir bakkalın, bir kunduracının karısı olsaydım!’ gibi bir duygu geçiyor mu? Söyle; hiçbir günü öbürüne uymayan bu belalı, netameli adam senden af dilemeye muhtaç mı? Fakat çilekeş, mazlum, mütevekkil kadının asaletini biliyorum. O, bütün hayatı dalgalı bir ummanda ve kaptan köprüsünde geçen kocasından sahilde sessiz bir balıkçı kulübesine mahsus bir yaşayış istemez!” Bir başka itiraf da şair Cahit Zarifoğlu’ndan geliyor: “Bizi hoş görünüz / Sabırlı olunuz/ Çocukları dövmeyiniz/ Zinhar beddua etmeyiniz/ Sui zan değil hüsnü zan ediniz/ Ve acaba ikaz ettik ise hata mı ettik.”

Yaşar Kemal'i dünyaya tanıtan eşi: Tilda | Şalom Gazetesi

Tabii bir de pek anlayışlı olmayan bahtsız yengeler var. Kitapları, şiirleri, hatta romanın kahramanlarını kıskananların yanı sıra, kocasının ‘lüzumsuz’ işlerle uğraşıp, boş işler memurluğu ile evi ihmal ettiğini düşünenler… Ünlü şairler, ‘boş yere para harcamakla’ suçlanmış eşleri tarafından. Genel tabloya bakınca hiç evlenmeden bu hayattan ayrılan yazar ve şairleri anlıyor insan. Yahya Kemal Beyatlı, Behçet Kemal Çağlar, Fazıl Hüsnü Dağlarca gibi şairlerin neden evlenmedikleri şimdi daha iyi anlaşılıyor.

Şüphesiz büyük yazarların hayat arkadaşı olmak pek kolay değil. Onlarla evlenebilmek için de bir çile serüveni gerekiyor. Zor karar vermeleri, ilişkilerdeki tutarsızlıkları ve daha bir sürü şey… Fakat Sefiller’in yazarı Victor Hugo ile Adèle Foucher’ın hikâyesi biraz farklı. Nişanlıya Mektuplar kitabından öğreniyoruz Hugo ile Foucher’in çektikleri zorlukları.

Adele Hugo: The Tragic Affair of Victor Hugo's Daughter Originated Love  Fever Syndrome | Victor hugo, Adele, Victor

Victor’un annesi bu evliliği onaylamadığı için âşıklar Hugo’nun annesi öldükten 16 ay sonra evlenebiliyorlar. Fakat bu engelleme, hayırlı bir işe; Nişanlıya Mektuplar’ın doğumuna sebebiyet verir. Duygu yüklü, romantik bu mektuplar, Hugo’nun edebiyat tarihinde önemli sayılacak ilklerden biri olur. Hugo sonra Juliette’e tutulur. Çoğaltan bir kadındır Juliette. Tam elli yıl mutlak bir saadetle bağlanır Hugo’ya…

Merhum Cemil Meriç, Jurnal’in bir kısmını büyük isimler ve kadınlarına ayırır. Başta kendisi ve Lamia Hanım. Jurnal’i leziz kılan Lamia Hanım’a mektuplardır ve kendi eşinden pek bahsetmez Meriç. Samson ile Dalila’yı anlatır misal. Gücünü saçından alan bu dev adamın koynuna sokulan kadının saçlarını kesip, nasıl gözlerinin oyulmasına sebebiyet verdiğini aktarır iç kanatarak. Dante ile Beatrice’in öyküsü çarpıcıdır. Ve ille de egotizmin kurucusu Auguste Comte ile Clotilde. Meriç şöyle anlatıyor: “Auguste Comte 47 yaşındaydı, Clotilde 30. Comte’un rezil bir karısı vardı. Clotilde’i bir gecede okunan adi bir roman gibi kaldırıma fırlatmıştı kocası. Comte çirkindi, hastaydı, parasızdı. Birkaç defa tımarhaneye girip çıkmıştı. Clotilde kimdi? Bir kucak et, bir yığın kemik. Clotilde yalnız Comte için farklıydı, sonra Comte’un bütün şakirtleri için tanrı oldu. Comte’u seven herkesin tanrısıdır. Sevgi, mermeri Venüs’leştirir, dudaklarında kan dolaşır taşın ve kalbi çarpar.”

Cemil Meriç kimdir : Cemil Meriç Hayatı ve Nereli?

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin