Diktatörün filozofları!

YORUM | M. NEDİM HAZAR

Herhangi bir faşist diktatörlük incelendiğinde sadece tepedeki ismin karizması, gücü ve tutkuları değil, çevresine toplayabildiği isimlerin gücü de ele alınıp incelenmelidir. Zira kötülük tek başına hiçbir zaman muvaffak olamamış, her daim belli bir sinerjiyi toplamayı başararak halkı etkilemiştir. Hitler dönemine baktığımız zaman öjenik ve aşırı milliyetçi olan Baeumler, Krieck, Schmitt ve Heidegger gibi filozoflar Nazi propagandasının yayılmasına katkıda bulunmalarının yanı sıra, bu kârlı işbirliğinin meyvelerini toplayarak Almanya’nın önde gelen üniversitelerinde prestijli makamlara gelmişlerdir.

Tıp fakültesinde başarılı bir öğrenci olan Yvonne Sherratt, üniversiteye başladığı yılın ilk derslerinden birinde, hocasının sorduğu şu soru üzerine ikileme düşer: İnsan vücuduna dair hayat kurtarabilecek ama Nazi Almanya’sında Yahudiler üzerinde yapılan deneylerden elde edilmiş bilgiler öğretilmeli midir?

Soru, yıllarca aklını kurcalamaya devam eder, sonra da hayatını tamamen değiştirir. Tıp fakültesinden ayrılır ve ders programlarında etik ikilemlere yer veren felsefe bölümüne kaydolur. Felsefe bölümünde hayatın büyük bilmecelerini ele alan önemli kişilerin çalışmalarını öğrenirken, özellikle Alman felsefe geleneğinin çok zengin ve heyecan verici olduğunu keşfeder. Keşfettiği bir diğer şey ise, bu felsefecilerden bazılarının hırslı Naziler olduğu, bazılarının da Nazi felsefesinin temelini oluştururken verdikleri katkıdır. Oluşturulacak olan devasa ateşe odun taşıyan bu isimleri bilmeden bir dönemi tanımlamak mümkün değildir..

BU YAZIYI YOUTUBE’TA İZLEYEBİLİRSİNİZ ⤵️

Pek çok bilim insanına göre felsefe Alman kültürünün simgelerinden biridir. Bu nedenledir ki, Felsefecilerin Almanya’da toplumsal itibarları oldukça yüksektir. Öne sürdükleri düşünceler, yaptıkları ve davranışları Almanların fikir dünyası üzerinde inanılmaz bir etkiye sahiptirler. Bu düşüncenin altında felsefecilerin soyut düşüncelere gömülerek fildişi kulelerinde yaşadıkları, bencil ve sıradan sorunların ötesine geçtikleri inancı yatmaktadır.

Peki nedir bu zehirli yolun temel motivasyonu. Bu kişilerin her zaman çıkarcı dürtülerinin önüne geçtikleri söylenebilir mi?

Sherratt bu sorunun cevabını aramak üzere yazdığı Hitler’in Filozofları’nda soykırım öncesinde, sırasında ve sonrasında Hitler’in çevresinde yer alan düşünürlerin yaklaşımlarını inceler.

Üç ana küme tespit eder…

Yaptıkları etkinin farkında olmayanlar vardır, işbirlikçiler vardır, Hitler’e muhalif kişiler vardır. Bu kişilerin tümü Alman kültürüne son derece yerleşik bir gelenekten gelmektedir. Kant’tan Nietzsche’ye, Alfred Baeumler’den Martin Heidegger’e, Hannah Arendt’ten Walter Benjamin’e varana kadar bütün filozoflar bu düşünceleri tartışmışlardır. Bunlardan birçoğunun hayatı iç içe geçmiştir; birbirlerinin öğrencileri, hocaları, iş arkadaşları, dostları, hatta sevgilileri olmuşlardır.

Şüphesiz her diktatör gibi Hitler’in dünyayı yönetmek gibi bir hayali vardı ve bunu yalnızca silah zoruyla değil, aynı zamanda zihinsel baskı kurarak başarmak istiyordu. Kendini bir “filozof-lider” olarak gören Hitler, şaşırtıcı biçimde, döneminin birçok aydınının desteğini de almıştı.

Yvonne Sherratt, Hitler’in Filozofları isimli kitabında, Hitler’in filozoflarla olan ilişkilerini irdeleyerek, Almanya’nın fikir âleminin kalbindeki zulmü, hırsı, şiddeti ve ihaneti su yüzüne çıkarmayı başarıyor. Uluslararası arşivleri tarayan Sherratt, 1920’li yıllarda bile Hitler’in, aralarında Kant, Nietzsche ve Darwin gibi isimlerin de bulunduğu geçmişin asil düşünürlerini nasıl bayağılaştırdığına dair kanıtları gözler önüne seriyor.

1930’lu yıllara damgasını vurmuş Martin Heidegger, Carl Schmitt ve daha birçok filozofun Nazi rejimine saygınlık kazandırmak adına nasıl canla başla çalışıp katliamlara göz yumduğunu, Theodor Adorno, Hannah Arendt gibi diğer filozofların ise anavatanlarından kaçarak başka ülkelerde göçmen olarak yaşamak zorunda kaldığını anlatan Sherratt, Yahudi-Alman kültürünün tarihi mabedi yok edilirken dünyanın dört bir yanına dağılan bu isimlerin kaderlerine de yer veriyor.

Hitler’in Filozofları’nda ilk bölüm Hitler’in kendisine ayrılmış. Sherratt’a göre Hitler felsefeyi kendine bir hak gibi görmüş ve konuya dair egoist yaklaşımı, kendisinin de büyük bir düşünür olduğu sanrısına kapılmasına yol açmış, fikirlerini dile getirdiği Kavgam adlı kitabını bu bağlamda yazmıştır. Hitler Kavgam’da kaba bir üslupla da olsa, Kant ve Schopenhauer gibi Alman geleneğinin fikir babalarından alıntılar yapmıştır. Nietzsche’ye duyduğu hayranlıktan sık sık bahsetmiştir. Darwin’in eserlerine de oldukça düşkün olduğu anlaşılmaktadır. Ayrıca Alman felsefesinde Yahudi düşmanlığına dair akımlar bulmuş ve projesini meşru kılmak için ırk, güç ve savaşa dair fikirlerinden yararlanmıştır.

Kitabın ikinci bölümü Hitler’i etkilediği tahmin edilen Kant, Nietzsche ve Darwin’in hayatlarına ayrılmış. Fikir dünyaları son derece zengin, kendileri de birer deha olan bu insanları Hitler için çekici kılan nedir?

Almanya’nın geçmişinde yer alan filozofların, Hitler onların mirasını kullanırken yapabilecekleri bir şey yoktur ama aynı şeyi Nazi Almanya’sında yaşamış kişiler için söylemek mümkün değildir.

Dolayısıyla Sherratt üçüncü bölümü, işbirlikçi olarak adlandırdığı, Nazilere saygınlık kazandırma yarışına giren bu hırslı kişilere ayırmıştır. Hıristiyan, öjenik ve aşırı milliyetçi olan Baeumler, Krieck, Schmitt ve Heidegger gibi filozoflar Nazi propagandasının yayılmasına katkıda bulunmalarının yanı sıra, bu kârlı işbirliğinin meyvelerini toplayarak Almanya’nın önde gelen üniversitelerinde prestijli makamlara gelmişlerdir. Bu kişiler aslında kimdir, geçmişleri, hayat hikâyeleri nasıldır ve neden ırkçılık ve savaş yandaşlığı yapmışlardır? Nazi anayasasını hazırlayan ve Hitler’in kanun yapıcısı olarak ün ve servet kazanan Carl Schmitt’in hayatını dördüncü bölümde; Hitler tarzı ulusalcılığı doğrulayan, otoriteye duyduğu hayranlıkla Nazi iktidarı arasında bir ayrım yapmayan Heidegger’i beşinci bölümde irdeliyor Sherratt.

Ve hazin bir son bölüm…

Hepsi kariyerlerini kaybetmiş, toplama kampına alınmış, sürgüne gönderilmiş veya öldürülmüş Yahudi kurbanlar ve muhalif düşünürler kitabın altıncı bölümünde yer alıyor. Bunlardan biri, hayatı trajik biçimde sonlanan Walter Benjamin için özel bir bölüm oluşturulmuş. Hayatının büyük bir bölümünü mülteci olarak geçiren Adorno’nun bu politikalardan nasıl etkilendiğinin, Hitler iktidarındaki toplumda bir Yahudi olmanın çalışmalarını nasıl şekillendirdiğin peşine düşmüş.

Sherratt, kitabı yazmasına vesile olan ikilemin hâlâ karşısında durduğunu, soykırımı asla kınamamış Heidegger gibi filozofların hâlâ var olduğunu, sözlerinin içeriğine bakmadan bu filozofların kitaplarının ve öğretilerinin yeni nesillere aktarılmasının ne derece doğru olduğunu, ancak bu kişilerin de birer insan olduklarını, art niyetlilerin tuzaklarına her an düşebileceklerini hatırlatıyor kitabında…

Osman Can, Atilla Yayla, Etyen Mahçupyan gibi isimleri her okuduğumda bu mesele nedense aklıma gelir durur.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

1 YORUM

  1. Güzel bir inceleme yazısı. Nefes aldık. Yazının bütününden bağımsız ve yazıdaki vurgunuzun başka olduğunu da not düşerek, bir türk hastalığının hemen yerde ansızın hortladığını söylemek istedim; Türkiye’yi muassır medeniyetlerle mukayese sanrısı. Bu saydığınız büyük Türk filozofları Yozgat entelijansiyasına hitap ederken Heidegger her yerde Heidegger olduğunu unutmamız lazım. Türkiye’nin ligi Sisi’li veya Mübarek’li Mısır veya Saddam’lı Irak veya Mugabe’li Zimbabwedir. Franco İspanyası bile değildir. Türkiye, İran, Kuzey Afrika, Orta Asya Devletleri içinde yer alır. Hangi konu olursa olsun gelişmiş batı ülkeleriyle kıyaslayınca bir yavanlık ortaya çıkıyor.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin