Bir Selam Tevhid Kudüs Ordusu kaç Michael Flynn eder?

Yorum | Bülent Keneş

Başta ABD olmak üzere dünya kamuoyu bugünlerde iki önemli soruşturmayı ve davayı konuşuyor. Bunlardan birini hiç şüphesiz ki İranlı işadamı Reza Zarrab’ın Erdoğan’ın hükümet üyelerine, bürokratlarına ve aile fertlerine verdiği rüşvet karşılığı Türkiye üzerinden ABD’nin İran yaptırımlarını delme faaliyetleri oluşturuyor. Diğeri ise, Beyaz Saray eski Ulusal Güvenlik Danışmanı emekli General Michael Flynn’in, Rusya ve bir miktar da Erdoğan rejimi lehine ABD sistemine içeriden nüfuz etme faaliyetlerine dair yürütülen soruşturma…

Flynn soruşturması, şeffaflık ve hesap verebilirliği önceleyen, milli çıkarlarını önemseyen demokratik bir hukuk devletinin, bir hasım devletin içişlerine nüfuz ederek politikalarını örtülü yollardan manüple etme çabalarına karşı nasıl bir tepki vermesi gerektiğine dair iyi bir örnek oluşturuyor.  ABD’deki müesses nizam bugünlerde Flynn’ın ve Flynn ile iş tutanların anasından emdikleri sütü, tabiri caizse, burunlarından getiriyor.

Malumunuz, ABD’de Hizmet Hareketi’ne yönelik karalama kampanyaları yürütülmesi ve Fethullah Gülen Hocaefendi’nin illegal yollardan kaçırılmasına yönelik komplo girişimine Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ve Erdoğan’ın damadı olma kontenjanından Enerji Bakanlığı yapan Berat Albayrak’la birlikte Perinçekçi işadamı Ekim Alptekin ve Ergenekon’un önemli figürlerinden Nedim Şener ile emekli general İsmail Hakkı Pekin’in de adları karışmıştı.

FLYNN SORUŞTURMASI HAYSİYETLİ BİR REJİM NASIL OLURMUŞ GÖSTERDİ

Gırtlağına kadar battığı zaaflarından yakalanan Erdoğan üzerinden Türkiye’nin Rus eksenine doğru nasıl iteklendiğine dair önemli ipuçları sağlaması da beklenen Flynn soruşturması, yabancı bir devletin şu ya da bu şekilde bir başka devletin kurumlarına sızmasına, iç siyasetine, güvenlik stratejilerine ve dış politikasına örtülü bir şekilde etki etme çabalarına karşı o devletin nasıl tepki vermesi gerektiğine dair etkili bir örnek oluşturuyor.

Rus ve Türk hükümetlerinden elde ettiği muhtemel çıkar karşılığında ABD devletini ve kamuoyunu yönlendirici faaliyetlerde bulunan Flynn, hakkındaki somut dellilerin ortalığa saçılması üzerine giriştiği itiraf pazarlığında Türk hükümeti için çalıştığını kabul etmek zorunda kalmıştı. Kamuoyuna açıklanan mahkeme belgelerinde, Flynn’ın sözde danışmanlık hizmeti karşılığında Ekim Alptekin’le 530 bin dolarlık bir sözleşmeyi “Türk hükümetinin denetimi ve yönlendirmesiyle” imzaladığı görülmekteydi.

Ayrıca, Flynn’in Türk yetkililerle (Çavuşoğlu ve Albayrak), Fethullah Gülen’in kaçırılarak Türkiye’ye götürülmesi için görüşmeler yaptığı da ortaya çıkmıştı. Bu kirli operasyon karşılığında 15 milyon doları bulan bir meblağ üzerinden pazarlık yaptığı da öne sürülmüştü. Flynn, bu iddiaları kabul etmese de Rusya’nın ABD’deki son başkanlık seçimlerine müdahale edip etmediğini soruşturmak üzere Nisan ayında özel yetkili savcı olarak atanan FBI eski Başkanı Robert Mueller, çoktan bu iddiaların peşine düşmüştü.

Mueller, Rusya’nın ABD başkanlık seçimlerine müdahale iddialarıyla birlikte Trump’ın kampanya ekibiyle Rusya arasındaki muhtemel bağlantıları araştırıyor. FBI soruşturması yüzünden Flynn, Trump tarafından atandığı Ulusal Güvenlik Danışmanlığı görevini ancak 24 gün sürdürebilmiş ve bu skandal yüzünden istifa etmeye zorlanmıştı.

YOLU KESİŞEN HERKES BUGÜN FLYNN’LE ARASINA MESAFE KOYUYOR

Emekliliğinden önce etkili bir general olan ve Obama Yönetimi sırasında Savunma İstihbarat Kurumu Direktörlüğü de yapan Flynn’a yönelik soruşturmaların halka halka genişleyerek Trump Yönetimi’ni sarsacak boyutlara ulaşabileceği konuşuluyor bugünlerde. Şöyle ya da böyle yolu Flynn’la kesişmiş olanların kendisiyle arasına mesafe koyabilmek için çırpınıp durmaları bu değerlendirmeleri güçlendiriyor. Bu isimlerden ilki, CIA eski direktörü James Woolsey olmuştu, bir diğerini ise Donald Trump’ın bizatihi kendisi oluşturuyor. Trump’ın dünyayı ayağa kaldıran Kudüs çıkışı da büyük ölçüde Flynn dosyasındaki sıkışmışlıktan kurtulmak amacıyla gündemi değiştirme çabası olarak görülüyor.

Flynn’a yönelik soruşturmanın ciddiyeti, Türkiye’de Flynn vakası ile mukayese edilemeyecek ölçekteki bir vehamete ve skandala karşılık gelen Selam Tevhid Kudüs Ordusu soruşturması sonrasında yaşananların ne büyük bir rezalet olduğunu çok daha iyi anlamamıza imkan veriyor. Flynn, Rusya ve Türk yönetimlerinin nüfuz ajanlığı teşebbüsünden dolayı ciddi bir soruşturma ile karşı karşıya bulunurken, MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın ve Erdoğan’ın yakın çevresinin bir parçası olduğuna dair somut kanıtlara dayalı iddiaların havada uçuştuğu Selam Tevhid dosyası kapatılmakla bırakılmamış, hukuk çerçevesinde yürüyen bu soruşturmada rolü olan ne kadar polis, savcı ve hakim varsa 4 yıla yakın bir zamandır hapishanelerde çürütülmüştür.

Bugün dönüp baktığımızda İran’ın yurtdışında faaliyet göstermek üzere ‘Devrim Muhafızları’ bünyesinde oluşturduğu ‘Kudüs Ordusu’nun bir uzantısı olan Selam Tevhid Örgütü vasıtasıyla Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ne sızma çabalarına karşı soruşturma açan yargı ve güvenlik birimleri bir konuda yanıldıkları görülmektedir. O da şudur ki, Türk emniyet teşkilatı ve yargısının Selam Tevhid Örgütü’e yönelik hamlesi başladığında, bu örgüt devlete sızma çabalarını çoktan geride bırakmış, ideolojik zihniyet ve eylem bakımından devletin bizatihi kendisini önemli ölçüde Selam Tevhid Örgütü haline getirmeyi başarmıştı. Ne demek istediğimizi daha iyi anlamak isteyen, Erdoğan ve başında bulunduğu şer şebekesinin bu soruşturmayı yürütenlere karşı nasıl bir kin ve intikam hissiyle hareket ettiğine yeniden ve daha yakından bakabilir.

SELAM TEVHİD SKANDALI FLYNN SKANDALINDAN KAT BE KAT BÜYÜK

Hükümete, devlete, polise ve istihbaratın en tepesine kadar nüfuz edebilen Selam Tevhid skandalının neden Flynn skandalından kat be kat daha ciddi bir skandala işaret ettiğini yazının kalan kısmında kısaca özetlemeye çalışayım.

Malumunuz, 1979 yılında gerçekleşen İran Devrimi, tıpkı 1789 Fransız Devrimi, 1917 Bolşevik Devrimi gibi evrensel bir devrim olma iddiasında idi. Böylesine abartılı bir anlayışla hareket eden İranlı devrimciler, doğal olarak, başka ülkelerde de Radikal İslamcı devrimlerinin ve teokratik rejimlerinin model alınarak tekrarlanması arzusunu taşıyorlardı.

Devrim sonrası kurduğu teokratik rejimin temel hedeflerini saptayan Humeyni, kurduğu bu rejimi taa en başından diğer İslam ülkelerine ihraç etmeyi amaçlamıştı. Humeyni’nin devrimci rejiminin belli başlı milli hedeflerinden biri haline gelen bu politika çerçevesinde İran devrimi ve rejimi, o dönemde baskıcı bir laiklik anlayışını benimseyen Türkiye başta olmak üzere, diğer İslam ülkelerine ihraç edilmeye çalışılmıştı.

Devrim ve rejim ihracı, ağırlıklı olarak basın-yayın, propaganda ve kültürel faaliyetler kılıfı altında gerçekleşse de, şiddeti yol olarak benimsemiş yıkıcı ve bölücü radikal terör örgütlerinin kurulmasını ya da halihazırda var olan bu tür örgütlerin desteklenmesini de kendisine bir yöntem olarak seçmişti. Bu bağlamda Endonezya’dan Filipinler’e, Körfez ülkelerinden Kuzey Afrika’ya uzanan çok geniş bir coğrafyada bazı muhalif hareketlerin yanı sıra radikal İslamcı terör örgütlerinin desteklenmesi yoluna gidilmişti.

İran’ın oldum olası bölgesel bir rakip ve ideolojik bir hasım olarak gördüğü Türkiye Cumhuriyeti, Humeyni rejiminin bu devrim ve rejim ihracı çabalarından payını en fazla alan ülkelerden biri olmuştu. Radikal İslamcı terör örgütü Hizbullah ve konjonktürel ihtiyaçları çerçevesinde desteklediği terör örgütü PKK başta olmak üzere birçok terör örgütü ya da yıkıcı radikal İslamcı grup, Türkiye’deki rejimi yıkma ve buralara kendi rejimini ihraç etme politikası çerçevesinde Tahran tarafından desteklenmiştir. İran’ın bu konuda ne kadar yol aldığını 1990’ların ikinci yarısında İran’ın İstanbul Konsolosluğu’nda verilen bir iftar yemeğinde, bugün millilik ve yerlilikte mangalda kül bırakmayan AKP milletvekili ve Erdoğan fedaisi Mehmet Metiner’in iftar için Ankara’dan gelmiş olan dönemin İran Büyükelçisi Muhammed Reza Bageri’ye mide bulandırıcı yaltaklanmaları sayesinde bizzat tanıklık etmiştim.

DEVRİM VE REJİM İHRACI İRAN REJİMİ’NİN ‘KIZIL ELMA’SI

İran’ın bu tür destekleri ağırlıklı olarak gayr-i resmi devrimci kuruluşlar üzerinden yürütülmesine rağmen, ‘Kudüs Ordusu’ gibi belirli bir alenilik içerisinde hareket edenlere de rastlanmıştır. Heyecanlı bir devrimci ütopyacılığın etkisi altında Türkiye’ye yönelik yürütülen faaliyetlerin ana taktiği ise, radikal İslamcı grupları kullanarak siyasi cinayetler işlemek, bombalı saldırılar düzenleyerek toplumda bir kaos ortamı oluşturmak ve bu ortamdan yararlanarak mevcut anayasal düzeni silah zoru ile değiştirip İran rejimine benzer bir teokratik devlet kurmaktı. İran’ın devrimden henüz birkaç yıl sonra bu yöndeki faaliyelerini iyice somutlaştırdığı ve bu amaç doğrultusunda ciddi yol aldığı bilinmektedir. 1985 yılına gelindiğinde bu sistematik çabaların devrimci örgütsel yayınlar ve zemin kazanan terör faaliyetleri şeklinde kendisini gösterdiği görülmektedir.

Türk Emniyeti’nin resmi kayıtlarına göre, Hizbullah ve benzeri radikal terör örgütlerinin yanı sıra Selam Tevhid Kudüs Ordusu yapılanmasının da ilk izlerine bu yıllarda rastlanmıştır. Buna göre, önce başka isimler altında çıkan dergiler ve daha sonra Selam gazetesi çevresinde oluşturulan ilişkiler ağı üzerinden yapılandırılan “Selam Tevhid Kudüs Ordusu”, Türkiye toprakları üzerinde İran benzeri bir teokratik devlet kurma hedefini sürdürmüştür. Örgütün bu amacı Ankara Devlet Güvenlik Mahkemesi başsavcısı tarafından hazırlanan 1999/648 hazırlık 2000/158 Esas no, 2000/111 sayılı iddianamede kanıtlarıyla gözler önüne serilmiştir.

Gazeteci Uğur Mumcu, Prof. Dr. Ahmet Taner Kışlalı, Prof. Dr. Bahriye Üçok, Prof. Dr. Muammer Aksoy gibi laik/Kemalist kimlikleriyle bilinen simlere ve bazı diplomatlar başta olmak üzere en az 18 kişiye yönelik suikaste adı karışan Selam Tevhid Kudüs Ordusu’nun bir terör örgütü olduğu ise en üst yargı makamları tarafından onaylanarak tescil edilmiştir. 2000 yılında yapılan Umut Operasyonu’yla hücreleri çökertilen örgüt hakkında Yargıtay 2002, 2006 ve 2013 yıllarında aldığı kararlarla bu yapının şüphe götürmez bir şekilde terör örgütü olduğunu onamıştır. Yani bugünün Başbakan Yardımcısı, dönemin Adalet Bakanı Bekir Bozdağ’ın dediği gibi bu terör ve casusluk örgütü ‘Girerken selam vermişler, çıkarken vermemişler’ diye sulandırılabilecek basitlikte bir örgüt değildir. Öyle olmadığı için de Bozdağ ve benzerlerinin bu tehlikeli örgütü sulandırma motivasyonunun kaynağı çok ciddi bir merak konusudur.

İRAN’IN İHTİYACI DEĞİŞİNCE SELAM TEVHİD’İN FAALİYETLERİ DE DEĞİŞTİ

Malum olduğu üzere zaman ilerledikçe devrimci heyecanı küllenen, ülkenin pratik ve pragmatik gerekçelerle uluslararası topluma yeniden dönme ihtiyacıyla muhataplarını açıktan rahatsız etmemeye daha fazla hassasiyet gösteren İran rejimi, devrimin ilk yıllarında neredeyse açıktan yürüttüğü rejim ve devrim ihracı faaliyetlerinde hız kesmiştir. Bununla birlikte İran rejimi, bu amaçla örgütlediği yapıları hemen tasfiye etme yoluna da gitmemiştir. Tam tersine bu örgütleri ve yapılanmaları başka amaçlar için kullanır hale gelmiştir. Bu amaçların başında ise, hiç şüphesiz ki, İran lehine casusluk faaliyetlerinde bulunmak ve hedef devletin başta güvenlik politikaları olmak üzere karar alma süreçlerine nüfuz etmek gelmiştir.

Hatırlanacağı üzere post-modern askeri darbe süreci olarak bilinen 28 Şubat 1997’de alınan anti-demokratik MGK kararlarını tetikleyen eylem Ankara’nın Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen tartışmalı Kudüs Gecesi’dir. Dönemin İran Büyükelçisi Bageri’nin de katılarak kışkırtıcı bir konuşma yaptığı Kudüs Gecesi’nin organizasyonunda bu örgütün izlerine rastlamak ise şaşırtıcı olmamıştır. İşte bu örgütün 2002’den bu yana AKP’li çevreler içerisindeki bağlantılarını kullanarak devletin derinliklerine ulaştıkları, MİT başta olmak üzere en hassas devlet kurumlarının en tepelerine kadar sızdıkları ve bu yolla İran lehine casusluk faaliyetlerine hız vermekle kalmayıp, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni içeriden ele geçirdikleri anlaşılmaktadır.

17/25 Aralık 2013 yolsuzluk ve rüşvet skandalından sonra yaşanan gelişmelerden anlaşılabildiği kadarıyla emniyet birimlerinin ve adli mercilerin hukuk çerçevesinde ve tamamen yetki ve sorumlulukları dahilinde yürüttükleri soruşturmalarla bu örgütün erişimini, çapını ve etkinliğini anlamaya çalıştıkları ve bu konuda somut ve çok önemli kanıtlara ulaştıkları görülmüştür.

SELAM TEVHİD’E SORUŞTURMA ‘HÜKÜMET’E DARBE’YE NASIL DÖNÜŞTÜ?

Ancak, tıpkı hükümet üyelerinin 17/25 Aralık 2013’te rüşvet alırken, yolsuzluk ve hırsızlık yaparken suçüstü yakalanma skandalında olduğu gibi, Erdoğan hükümeti bu soruşturmayı öğrendiğinde de çok büyük bir paniğe kapılmış, vatana ihanet unsurlarının takibiyle elde edilmiş somut hukuki kanıtlarla dolu olduğundan şüphelendikleri bu soruşturmayı derhal kapattırmıştır. Darmadağın ettiği yargı sistemi üzerinden bu soruşturmayı sadece kapatmakla kalmamış, Selam Tevhid Kudüs Ordusu’nun casusluk faaliyetlerine dair yürütülen soruşturma sürecini de ters yüz etmiştir. Hukuk çerçevesinde yürütülen bu soruşturmalarda yer alan savcıları, hakimleri ve polisleri bir proje şeklinde oluşturduğu mahkemeler sayesinde tutuklatarak hepsini “hükümete darbe” yapmakla suçlamıştır. İran lehine casusluk yaptıkları hukuki takipler ve somut kanıtlarla ispatlanan etkin isimlerin hukuk çerçevesinde soruşturulmasının neden “hükümete darbe” olacağı sorusu ise hala havadadır.

Erdoğan’ın yakın çevresinden bazı kişilerin ve hükümetin önemli isimlerinin de adının karıştığı Selam Tevhid Kudüs Ordusu soruşturması, medya imkanları kullanılarak yapılan “7000 kişi yasadışı şekilde dinlenildi” gibi sistematik yalan kampanyalarıyla sulandırılmış ve bahsi edilen proje mahkemeler kullanılarak bu soruşturmada adı geçen sanıklar sadece koruma altına alınmakla kalmamış, dava suçluları soruşturanların soruşturulduğu bir davaya dönüştürülerek ters yüz edilmiştir.

Tıpkı 17/25 Aralık 2013 yolsuzluk soruşturmasında, GDO’lu pirinç kaçakçılığı soruşturmasında, BM’nin uluslararası terörü destekleyenler listesinde yer aldığı dönemde Erdoğan’ın himayesinde Türkiye’ye defalarca gelen Yasin el-Kadı soruşturmasında, Suriye’deki radikal örgütlere yasadışı silah taşıyan MİT tırları soruşturmasında, el-Kaide bağlantılı Tahşiyeciler Grubu’na yönelik yürütülen soruşturmada, Türkiye’deki el-Kaide ve IŞİD bağlantılı diğer gruplara yönelik yürütülen pek çok soruşturmada olduğu gibi Selam Tevhid Kudüs Ordusu’na yönelik soruşturmada görev alan savcılar, hakimler ve polislerin yanı sıra bu konuda yazılar ve haberler kaleme alan Gültekin Avcı gibi gazeteciler de “hükümete karşı darbe yapmak”la suçlanmış, tutuklanmış ve hapse atılmışlardır.

İRAN’IN TÜRKİYE’YE NÜFUZE HUMEYNİ’NİN HAYALLERİNİ BİLE AŞTI

Ne olduğuna kısaca değindiğim “Selam Tevhid Kudüs Ordusu”nun Türkiye’deki faaliyetlerini soruşturdukları için tutuklanarak hapse atılan emniyet mensupları neredeyse 4 yıldır hapiste tutuluyor. İranlı casuslar, onların hükümet ve devlet içerisindeki üst düzey bağlantıları ise halen ellerini kollarını sallayarak serbestçe dolaşıyor ve üstüne bir de millilik ve yerlilik hamaseti yapıyor.

İslamofaşist Erdoğan rejimi sayesinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti bugün, belki Humeyni’nin bile hayal edemeyeceği ölçüde, İranlaşma sürecini tamamlamış bulunuyor. Hem de en katı laikçi, Avrasyacı ve Kemalist çevrelerin ve dinamiklerin bilinçli ya da bilinçsiz işbirlikleri ve destekleri sayesinde.

Bir mukayese çıpası olarak değerlendirebileceğimiz ABD’deki Flynn soruşturması Türkiye’nin içinde bulunduğu zavallı ve hazin hali tüm çıplaklığıyla gözler önüne seriyor. Rusya’nın Flynn ve adamları üzerinden ABD siyasal sistemine nüfuz etme çabasına karşı tüm Amerika ayağa kalkarken, tüm devlet mekanizması ve 80 milyonluk nüfusuyla Türkiye en kritik kurumlarını ele geçirmiş İran rejiminin önüne boylu boyunca yatmış bulunuyor.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin