Abdullah Gül konuşsun mu, konuşmasın mı? [Haber-Analiz: Kemal Ay]

Her seçim döneminde Ankara kulisleri hareketlenir. Birbiriyle alakasız onlarca senaryo dolaşıma girer. Hemen hepsi de, “Şu kişiden duymasam, vallahi anlatmazdım” gibi ikna edici cümlelerle, belli başlı Ankara gazetecilerinin köşelerinde yazılır. Bu senaryolardan hangisinin gerçekleri yansıttığı, hangisinin ortam yoklaması olduğu, hangisinin hayalleri ifade ettiğini anlamak için seçim sonuçlarını beklemeniz gerekir. Ama bu türlü kulis gazetecilerinin ekmeği, seçimden sonra kimsenin geriye dönüp bakmamasından çıkar. O yüzden doğrularla hayalleri katıp karıştırmaktan çekinmezler.

Referandum yaklaştıkça, bu Ankara kulisi kazanı yine kaynıyor. Duymuşsunuzdur, MİT Başkanı Hakan Fidan güya Katar’da, Gülen Cemaati’ne mensup bazı kimselerle ‘pazarlıklar’ yürütüyormuş. Böyle bir şeyin gerçekten var olduğunu düşünelim, acaba ne konuşuluyordur? ‘Pazarlıklar’ Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın ‘insafa gelmesinden’ mi, yoksa Cemaat’in “Biz ettik, siz etmeyin?” (daha ne edilecekse) demesinden mi kaynaklanıyordur? Tabi bu türlü acayip kulisleri ‘destekleyen’ hadiseler de aranınca hemen bulunuyor. Mesela Emre Uslu’nun çıkıp “Evet’i destekliyorum” demesi (üstelik sıraladığı sebepler itibariyle çok da ‘uzlaşmacı’ görünmüyor)… Emre Uslu sanki Cemaat’in merkez karar alma yönetim kurulu (böyle bir şey de yok ama olsun) üyesiymiş gibi.

Bu tip söylentilerin, ‘kafa karıştırmak’ için çıkarıldığını herhalde anlamışsınızdır. Bir benzeri de, AKP ile PKK arasında ‘seçim anlaşmaları’ haberleri. 2010 referandumunda ‘boykot’ kararı veren PKK’ya yakın Kürt siyasî hareketi, yüzde 58 oy alınmasında önemli bir etken olmuştu (en az ‘Yetmez Ama Evet’ kadar etkiliydi bu karar ama üzerinde pek durulmadı). 7 Haziran 2015 seçimlerine HDP’nin parti olarak girme kararı ise, Erdoğan’ın hayallerini suya düşürdü. Şimdi de yine, Kürtlerin ‘boykot’ edeceği, PKK ile anlaşıldığı ‘kulisleri’ paylaşılarak bir taşla iki kuş vuruluyor: Bir, muhalif mahalleler birbirinden sürekli şüphe duyuyor, dayanışamıyor, iki, seçmende bir bozgun havası oluşturuluyor.

‘ŞEYTAN AZAPTA GEREK’ OYUNU

Aslında bu taktik, AKP’nin (Erdoğan ve ekibi) alternatifsizleşme, tekleşme ve iktidarı hep elinde tutma adına kurguladığı ‘şeytan azapta gerek’ oyununun bir parçası. Bir yandan iktidar alternatifi olabilecek, merkez seçmenin peşinden gidebileceği ‘mahalle içi’ adaylar etkisizleştirildi. Numan Kurtulmuş, Süleyman Soylu bilinen en iyi örnekler (bu isimler de herhalde Erdoğan sonrasına dair hesaplar yapıyor). Ardından parti içindeki muhalefet ihtimalini yok etmek için Erdoğan bazı isimleri bizzat hedef aldı. Abdullah Gül ve Bülent Arınç gibi isimler, sadece Erdoğan’a yakın medyada değil, bizzat Erdoğan’ın kendi kelimeleriyle ‘mahkûm’ edildiler. Çünkü bu iki isim, daha önce Refah/Fazilet geleneğini yarıp yeni bir oluşuma gitmeyi ‘bilen’ isimlerdi, tehlikeliydi.

Bu noktada Abdullah Gül ve Bülent Arınç’ın siyaseten yapabileceği fazla hamle yok. Sonuçta ‘oy alabilecekleri kitle’ yine Erdoğan’a oy verenler. Erdoğan’a rağmen oradan oy alma ihtimalleri neredeyse sıfır. En fazla ‘bölücü’ olabilirler ki, bu da rakip Erdoğan’ın eline “Bunlar Müslümanların iktidarını bölmek istiyorlar!” gibi argümanlar verecek. (Benzer bir sıkışma HDP’nin politikalarında görülebilir. Ne kadar ‘demokratik’ olursa olsun, HDP’nin oy aldığı kitlede PKK’nın etkisi daha fazla. O sebeple PKK ile HDP arasındaki bir gerilimde, HDP hep kaybeden taraf olacaktır.)

Haliyle Abdullah Gül de, Bülent Arınç da, bir ara haftalık yazılarıyla kendi internet sitesinde arz-ı endam eden Hüseyin Çelik de, ‘muhalif saflara geçtiği düşünülen’ Ali Babacan da, hamlesiz kalmış durumda. AKP’nin işlediği bunca kabahat, suç sonrasında muhaliflerin karşısına çıkıp “Bize oy verin” deme lüksleri yok. Erdoğan bunu bildiği için de, en acımasız hamleleri bu isimlere karşı yapıyor. Ahmet Davutoğlu’na reva görülen muamele herkesin malumu. Boğaza nazır bir yalıda yazıldığı iddia edilen saçma sapan bir metinle, görevinden edildi. Bu saatten sonra Davutoğlu’nu kim ciddiye alır da, siyaseten onun üzerine yatırım yapar? (Ankara kulisi ama yine de bu ihtimalleri diri tutmak istiyor çünkü rahatsızlığı belirgin bir kesim var ve bunlar bazı isimlerin arkasına saklanıyor şimdilik.)

Ama işte oyun tam da burada, kendini belli ediyor. ‘Şeytan azapta gerek’ oyununun amacı, bütün bu alternatif figürleri, mahalle-içi ya da parti-içi muhalefeti ‘başını kaldıramaz hâle’ getirmek. 7 Haziran’dan sonra bu işte daha da ustalaşan Erdoğan, seçim hezimetinden sonraki ilk buluşmasını Deniz Baykal’la gerçekleştirerek, CHP’yi karıştırmış, ardından belli ki Tuğrul Türkeş mesajıyla Bahçeli’ye ulaşarak MHP’yi işlemez hale getirmişti. Erdoğan’ın ‘uzlaşma’ biçimi, kendi çıkarlarına göre şekillendiği için, bu ‘uzlaşma’yı uygulayamayacağı gruplara ise, doğrudan saldırıyı tercih etti.

MÜKEMMEL, BAZEN İYİNİN DÜŞMANIDIR

Çoğu zaman istiyoruz ki, geçmişiyle, bütün söylemleriyle pîr-ü pâk olsun doğruyu söyleyenler. Belki en ideali de o. Ancak insan, hele ki hemen her adımı kayıt altında olan günümüzde, hatalarıyla, eksikleriyle, yanlışlarıyla alabildiğine göz önünde. Geçen hafta Abdullah Gül çıkıp akademisyen kıyımına ses çıkarmış mesela. Hemen aklımıza, ister istemez, Erdoğan’ın her çıkardığı yasayı onaylaması, belki Gezi’nin, 17-25 Aralık’ın hemen ertesinde onu durdurabilecekken bunu yapmaması geliyor. Haklı olarak, “E bu gidişatın buralara geleceği belliydi” diyoruz.

Öte taraftan, muhalifler sürekli birbiriyle kavgalı. Arada çok haklı kırgınlıklar var. Solcularla liberaller arasında kırgınlığın ötesinde ideolojik bir ‘kan davası’ mevcut. Durup durup ‘Yetmez Ama Evet’ hatırlatılıyor. CHP bir türlü HDP’ye sahip çıkamıyor mesela, “Adımız terörle anılır” diye. Hoş, bu şekilde de anılıyor. Cemaat’e yönelik ortak bir nefret var, AKP gitse yerine muhalifler gelse, Cemaat açısından pek bir şey değişmeyecekmiş (belki ülke olarak biraz nefes alınır ama Cemaat’e yapılanlar devam eder) gibi görünüyor bazen. Bunlara bir de, çeşitli mahallelerin öne çıkan figürlerinin kişisel ‘nefretlerini’, ‘anlaşmazlıklarını’ filan ekleyin.

Eğer bir mucize beklemiyorsanız ve eldeki imkânlarla, sebeplerle düşünerek bir çıkış arıyorsanız, muhtemelen Abdullah Gül gibi isimlerin daha çok konuşmasını istersiniz. Olumlu mesajlara odaklanıp, olumsuzlukları geride bırakmanın yolunu ararsınız. Göçük altında kalmış bir madenci gibi, koyu kopkoyu bir karanlığın içinden, önce ufukta küçük bir ışık huzmesi görerek çıkabilirsiniz. ‘Cesaret bulaşıcıdır’ derler, bugün Abdullah Gül çıkıp konuşur, yarın İrfan Değirmenci gibi ekran yüzlerinin sayısı artar, bir sonraki parti içinden birileri “Yeter artık!” der. Belki referandumdan güçlü bir “Hayır!” çıkar ve bu cesarete gelenlerin sayısı artar…

Deprem, iç savaş, ekonomik kriz gibi ‘kesin çözümler’ değil bunlar tabi, o sebeple belki hoşunuza gitmeyebilir ama ışık varsa, çoğaltmaktan yana olmak gerekir diye düşünüyorum.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin