25. Cüz’ün hatırlattıkları!

YORUM | Prof. Dr. MUHİTTİN AKGÜL

Kur’ân-ı Kerim, okunması, anlaşılması, yaşanması ve yaşanılanın başkalarıyla paylaşılması için gönderilmiştir. Şüphesiz ki Allah Resûlü de Kur’ân’la ilgili iletişimini, bu dört aşamada gerçekleştirmiştir. Kur’ân’ın anlaşılmadan ve yaşanmadan sâdece lafız olarak okunması, biraz da reçetelerin okunup ilacın alınmamasına benzer.  

Sahabilerin pek çoğu Kur’ân hâfızı değildi. Onların bir kısmı, ezberlediği bölümdeki prensipleri tam yaşamadan, saygısızlık olur inancıyla diğerlerini ezberlemeye bile geçmezdi. Hatta bazen yeni Müslüman olanlar, kısa süre sonra çıkan bir savaşta şehid olur, ezberledikleri veya öğrendikleri birkaç Kur’an âyeti ile dünyadan ayrılırlardı. Ama onlar yine de sahabi idi. Kısacası Kur’ân’ı okumaktan asıl maksat, onun anlaşılması ve hayatın yaşanılan ilkeleri arasında yerini almasıydı.   

Günümüzde özellikle de Müslümanların yaşadığı memleketlerde, Kur’ân’ı ezberleyen milyonlar var; yüzünden okuyan milyarlar var. Maalesef sadece lafzi bir okuma olduğu, anlamı ve özellikle de yaşanması çoğu kez göz ardı edildiğinden, bu kadar fazla okunan Kur’ân’ın günlük hayatımızda ne izi; ne kendisi, ne de onun üstümüze sinen kokusu vardır. Çünkü kilit vurulmuştur anlaması gereken kalplere. Mil çekilmiştir görmesi gereken gözlere. Ve tıkaç tıkanmıştır duyması gereken kulaklara.

Nitekim bu türden kimseleri Allah Resûlü (s.a.s.) bunu: “Doğu tarafından bir takım insanlar ortaya çıkacaklar; onlar Kur’ân-ı Kerim’i okuyacaklar, fakat Kur’an-ı Kerim onların gırtlaklarından aşağı geçmeyecektir. Onlar, okun av hayvanını delip çıktığı gibi dinden çıkacaklar, ok bir daha kirişine dönmediği gibi, onlar da artık bir daha dine dönemeyeceklerdir. (Buhari, Tevhid 57) beyanıyla hatırlatmaktadır.   

“Neden 25. Cüzü ele aldınız?” denecek olursa, hayatta asla tesadüf yoktur. Basın-Yayın organlarında da yayınlandığı üzere, AKP’li Cumhurbaşkanının, birkaç gün önce Ramazan Ayı mukâbelesinde 25. cüze geldiği belirtilmiş, sesi de görüntüsüyle beraber yayınlanmıştı. Biz de acaba bu cüzün içeriği nedir? diye merak ettik ve bu cüzü ele alarak analiz etmek istedik. 

Bu cüzde dört sûre bulunmaktadır. Bunlar sırasıyla ŞÛRÂ, ZUHRUF, DUHAN ve CÂSİYE sûreleridir ki, hayatımızın değişik alanlarıyla ilgili oldukça önemli prensipleri içermektedir. Aynı zamanda bu sûreler arasında, oldukça yakın bir anlam ilişki de vardır. Zira Şûra Sûresi’nde, âdil ve esaslı, danışmaya ve çoğulculuğa yönelik bir idare şekli; Zuhruf Sûresi’nde, iktidar olmanın, muktedirlerin önüne açtığı dünyevi imkânlar, servetler, altın ve saraylar; Duhan Sûresi’nde, şûra esasına dayanmadan tek başına verilen isabetsiz kararlar neticesinde düşülen tehlikeli gidiş, servet ve mala bağlanmaktan dolayı Duhan’ın (Duman) ıstırabına maruz kalma ve Câsiye Sûresi’nde de, hayatı bu doğrultuda geçiren kişilerin, âhiretteki acınası halleri ve diz çöküşleri ele alınmaktadır.

Bunlardan Şûrâ Sûresi,  adından da anlaşıldığı üzere istişareyi, en küçük birimden en geniş devlet idaresine varıncaya kadar, yürütme işinin, bir kişinin dayatmasıyla değil, çoğulculukla, danışma ve istişareyle yapılmasını vurgular. Birim genişledikçe, istişarenin önemi de o oranda genişler ve artar. Kur’ân’da istişare, aynı sözcük kullanılarak sadece iki yerde geçer. Bunlardan birisi de işte adı da aynı sözcükten alınan bu Sûre’dir.

Şûrânın, aslında günümüzde ideal olarak kabul edilen gerçek demokrasiyle de bir anlam yakınlığı vardır. Kişinin değil, kişilerin katılımı, tekilin değil, gerçek çoğun ve çoğulculuğun kararı, tepeden emirler değil, emirlerle ilgili uzman görüşlerinin hesaba katılması ve tekin hevâ hevesine göre değil, çoğulculuğun sağduyusuna havâle etmekle alınan kararlar, istişareyi ifade eder. 

İstişare oldukça önemlidir. Zira başkasını ilgilendiren konularda tekin kararı, diğerlerine haksızlık olur. İlgililere sormadan bireysel alınan kararlarda çıkar vardır; kendini onlardan üstün görme vardır ve bu ağır sorumluluğu hiçe sayıp, kendi üzerine alma vardır. Gereksiz özgüvenden kaynaklanan bir kibir ve en önemlisi de bu kibrin altında gizli zulüm vardır. Vahiyle müeyyed olan Hz. Peygamber’in (s.a.s.), hem de en hassas zaman ve zeminlerde ashabıyla, hatta eşleriyle istişare etmesi, istişarenin önemini anlatma açısından, bizler için yeterli bir belgedir. 

Şûrâ Sûresi, meydana geleceğinde hiçbir kuşkunun olmadığı büyük buluşma günü olan Mahşerden de haber verir. Bu buluşma manzarasının çok müthiş olduğunu, herkesin dünyada yaptıklarının hesabını vermek için toplanacağını hatırlatır. Buna inanan bir mü’min, başkasına zulmedemez; hakkını yiyemez, algılarla ötekileştiremez, iftira atamaz, hürriyetini kısıtlayamaz, şan ve şerefiyle oynayamaz ve hele tuzaklar hiç kuramaz. 

Yüce Yaratıcı, dünyadaki insanları din, kültür, ren, ırk düşünce açılarından tek tip yaratmamıştır. Bunun içindir ki, benzeri farklılıklardan dolayı toplumu ayrıma tabi tutma, kamplara ayırma, birbirine düşman etme, Kur’ân’ın kesinlikle onaylamadığı bir davranış biçimidir. Zâlimin, hiçbir koruyucusu olmayacaktır. Hased, kıskançlık ve ihtiras, her açıdan çirkin mi çirkin bir davranıştır. Allah Teâla, zulüm konusunda genellikle mühlet verir, hemen cezalandırmaz. Mühlet zamanı ise çoğunlukla zulmedenleri aldatır. Başlarına bir şey gelmeyince doğru yaptıkları zannına kapılır ve zulümlerine zulüm katarlar. 

Hangi durumda olunursa olunsun, her zaman hakka vurgu yapılması, haklının yanında olunması, hakkın yerden kaldırılması gerekir. Doğruluğun peşinde olma ve adaletten ayrılmama, temel ahlak düsturudur.

Kur’ân’ın indirilmesindeki temel espri, adalet ve hakkın tecelli ettirilmesidir. Bu olmadıktan sonra Kur’ân, okuyana bir şey kazandırmamış demektir. Kaçılması mümkün olmayan büyük bir duruşma günü olacak, zulmedenler orada yaptıklarından köşe bucak kaçacaklardır. Başkaları görmese de yaptıklarımızı mutlaka Allah görür; bilir ve haberdardır.

Sûre’nin verdiği diğer bir mesaj, başımıza gelen herhangi bir olumsuzluğun sorumluluğunu, öncelikle kendimizde kabul etmeliyiz. Mesela bir idareciysek, milletin karşı karşıya kaldığı sıkıntılardan, âfetlerden, kıtlıklardan ve hastalıklardan, en başta kendimizi sorumlu tutmalıyız. Bunların, kendi kusurlarımızdan ve günahlarımızdan kaynaklandığına inanmalıyız. Nitekim Hz. Ömer (r.a.) da böyle yapmıştı. Dönemindeki bir kıtlıkta: “Medine’nin en fakir insanı ne yiyip içiyor ve nasıl geçiniyorsa, benim hayat standardım da öyle olmalıdır” demiş; insanların çoğunluğunun zeytinyağına ekmek banarak beslenmeye çalıştığını öğrenince, kendisi de hep öyle yapmıştır. Aynı zamanda o dönemde alınan kararlara da harfiyyen uyarak, kıtlık devam ettiği sürece, et ve balık gibi lezzetli bir yemeği ağzına koymamış, kıtlığı da kendinden bilerek: “Allahım! Benim günahlarım yüzünden ümmet-i Muhammed’i açlıkla helâk etme!..” şeklinde dua etmiştir. 

İdeal ve kâmil bir mü’min, kötülüklerden kaçınan, kızdığında öfkesini yutan, başkalarının kusurlarını örten kimsedir. Bir kimse, şayet herhangi bir haksızlığa uğramışsa, ancak uğradığı kadarını telafi edebilir. Fazlasına kaçması, ucu bucağı bilinmez sayısız zulme dalması mümkün değildir. Affetmek bir erdemdir. Zulmedenleri asla Allah sevmez. İnsanlara zulmedenleri ve ülkelerde başkalarının hukukuna saldıranları, gayet acı bir azap beklemektedir.

Sabır ve kusurları affetmek, büyüklük emaresidir. Kusurlar karşısında fevri hareket etmek, sağa sola sataşmak, bağırıp çağırmak ise küçüklük belirtisidir. Yaptıkları büyük-küçük zulümler sebebiyle zâlimler, âhirette sürekli bir azap içinde kalacaklardır. 

İnsanlar saraylarda da yaşasa, çoklukla, güçle, iktidarla, lüks ve debdebeyle değil, ebediyete götürdükleriyle övünmelidirler. Zira dünyadaki imkânları ne kadar geniş olursa olsun zulmedenler, sadece dünya için ve dünyalıklar içinde yaşayanlar, âhirette kaçıp sığınacak bir delik bulamayacaklardır. Bu kimseler, yaptıkları kötülükleri inkâr edemeyecek, kimlik değiştiremeyecek, hesap ortamından da kaçıp kaybolamayacaklar, dünyada yaptıklarının hesabını tek tek vermek zorunda kalacaklardır. 

Bu cüzdeki diğer Sûre ZUHRUF’tur. Zuhruf; altın ve mücevher demektir. Sûre’de değer ve kıymet bilmeyen müsriflere, haddi aşan, kendi kendisini tüketen, nimetleri saçıp savuran, haktan uzaklaşmada aşırı giden böylece kendisine yazık eden kimselere seslenilir. Allah, inkâr edenlerin evlerinin tavanlarını ve yürüyecekleri merdivenleri, evlerinin kapılarını, üzerine kurulacakları koltukları hep gümüşten yapmaya, altın ve mücevhere boğmaya muktedirdir. Ancak bütün bunlar, dünya hayatının geçici metaıdır. Allah’ın hükümlerine karşı gelinmekten kaçınılmalıdır. Burada evlerin, sarayların ve altın varaklı süslemelerle dolu bir hayatın, bir küfür sıfatı olduğuna da dolaylı bir işaret vardır.  

Sûre’de aynı zamanda şu önemli konuya vurgu yapılır: Kur’ân’ı anlamayan, emir ve yasaklarını yaşamayan kişilerin arkadaşları şeytandır. Şeytanlar ise onları yoldan çıkarır; yoldan çıkmasına rağmen böyle biri kendisini doğru yolda zanneder. Bir türlü yolun doğrusunu bulamaz. Çünkü sağında solunda, önünde arkasında kendisini şeytan gibi yanlışa sürükleyen fetvacılar, yağcılar, dalkavuklar, dünya beklentisi içinde olanlar ve makam mevki peşinde koşanlar vardır. Bu kişiler, gittikleri yolun yanlışlığını ancak âhirette anlayabilirler. Ancak o zaman da iş işten çoktan geçmiş, özür günü de artık çoktan elden kaçmıştır.

Sûre’de özellikle Firavun ve doyumsuzluğuna da dikkat çekilir. Cenab-ı Hakk malla mülkle, servet ve güçle böbürlenenlere genelde azgın ve sapkın Firavun’u örnek verir. Ondan ders alınmasını öğütler. Firavun, bütün ülkeyi kendisine ait görüyordu. Herkesi kendisinin kulu ve kölesi kabul ediyordu. Diğer insanları hep aşağılıyor, farklı lakaplarla kamplara bölüyor ve küçük görüyordu. Nitekim bütün yönetim kendi elinde tutuyor; kendisini, akan nehirlerin ve kanalların gerçek sahibi görüyordu. Zaten genellikle dikta yönetimleri de hukuku çiğnerler. Çevrelerine toplanan menfaatçi dalkavuklarla oligarşi kurarlar. Doğruyu söyleyen, erdemli kişileri, gayr-ı meşru yöntemlerle sustururlar. Onların bu baskıları karşısında pısırıklaşan halk da, bu baskıyla artık hakkı göremez ve duyamaz hâle gelir. Böylece bâtıl hakka, hak da bâtıla dönüşür. Bir anlam ifade etmeyen çoğunluk, zâlimin arkasına takılarak artık sürü halinde yol almaya çalışır; her türlü zulme ve ahlaksızlığa boyun eğer ve ses çıkarmazlar.

25. Cüz’ün diğer Sûresi Duhan’dır. Buradaki “duman” iki türlü tefsir edilmiştir: a-Kureyş Hz Peygamber’e (s.a.s.) isyanda ileri gidince, Hz. Yusuf (a.s.) zamanındaki gibi kıtlığa maruz kalmaları için beddua eder. Akabinde öyle bir kıtlık olur ki, köpek leşlerini bile yiyecek hale gelirler. Peygamberimize gelip bunun kaldırılması için dua etmesini istirham ederler. Allah Resûlü de dua eder. Cenab-ı Hakk da kıtlığı kaldırdıktan sonra, müşrikler şükür yerine tekrar inkârlarına dönerler. b-Farklı bir yorum olarak da  Duhan, kıyamet kopmadan önce semâdan gelecek bir duman olup, kâfirlerin kulaklarına girecek, başları dönecek, mümin ise nezle olacak kadar bir derecede etkilenecektir. 

Bu Sûre’de, insanların ölümle geride neler bıraktıklarına işaret edilerek, fanilikler tasvir edilir. Bağların, bahçelerin, pınarların, çiftliklerin, güzel güzel konakların, sarayların, yazlık-kışlık villaların, bitmeyecek zannedilen makamların, içinde zevk-safâ sürülen nimetlerin bir gün mutlaka sona ereceğine dikkat çekilir. Yeniden Firavun hatırlatılır. Onun en önde gelen özelliklerinden olan haddini aşma, sınırlarını ve yetkilerini delme, bütün yetkileri tek elde toplamak istemesi, büyüklük taslaması ve zorbalık yapmasına atıfta bulunulur. İlahi mahkemede, ne danışmanların, ne yardımcıların, ne emre âmâde hizmetçilerin, ne kurulan özel silahlı birliklerin, ne güvenilen evlatların ve ne de damatların hiç mi hiç faydalarının dokunmayacağı vurgulanır. 

Yine Sûre’de son derece acıklı bir azap çeşidi olan Zakkum Ağacı hatırlatılır. Zakkum Ağacı, kendisini başkalarından üstün görenleri ve her türlü günaha batmışları bekleyen bir azap ağacıdır. Bu ağacın meyveleri, Cehennem’de günahkârların gıdası olacaktır. Bu gıda alındıktan sonra, bu kişiler karınlarında, erimiş madenin veya kaynar suyun kaynaması gibi ıstırap çekeceklerdir. Bu ağaç, cehennemin derinliklerinde gelişir; meyveleri şeytanların başına benzer. Zalim ve günahkârlar, Cehennemin ortasına sürüklenerek zakkum ağacından yerler. Kaynar sular başlarından aşağı dökülür. Zâlimler bu meyveleri yemeye ve karınlarını da doldurmaya mecbur kalırlar. Arkasından da kaynar mı kaynar bir su içerek azap üstüne azap görürler.

Ve 25. Cüz’ün son Sûresi Câsiye’dir. Câsiye, diz çökme demektir. Âhirette Cehennem kükreyerek mahşer yerine getirildiğinde, herkes korkusundan diz çökecek ve bu halde Cenâb-ı Hakk’a yalvaracaktır. 

Sûre’de yalanı, sahtekârlığı ve günahı, fıtratının ayrılmaz bir parçası haline getirenlerin acınası durumlarına ve başlarına gelecek azaba işaret edilir. Buna göre demek ki önemli olan Kur’ân’ı sadece okumak ve işitmek değil, okunanın anlaşılıp hayatta yaşanması ve uygulanır hale gelmesidir. Bu sûreleri okuduğu halde, bir insanın hayatında hâlâ yalan, sahtekârlık veya farklı günahlar söz konusu ise, Cehennem’deki acı azap böyle kimseleri beklemektedir. Ayrıca âyetlerle alay edenler, Bakara makara diyenler ödüllendiriliyorsa, baş tacı yapılıyor ve büyükelçi olarak atanıyorsa, bu da âyete göre bir çelişkidir. Bu türden insanlara, ne dünyanın, ne sahte dostların ve ne de koruyucuların herhangi bir faydası olacaktır.

Kur’ân’ın asıl gâyesi, yaşanan bir kitap olması, hayatı aydınlatması ve hayatın her alanında ölçü olmasıdır. Bu ilahi ölçülere rağmen, kendi hevâ ve hevesini ilah edinen, bilgisi olduğu halde Allah’ın kendisini şaşırtıp, kulağını ve kalbini mühürlediği, gözlerine de perde çektiği kimselerin vay haline! Hakkı görmemekte ve azgınlıkta ısrar etmeleri sebebiyle Allah’ın şaşırttığı bu kimseleri, artık kim yola getirebilir ki? 

Ve Sûre’nin sonunda, hayatımızın kayıt altına alınan kitabıyla karşı karşıya kalacağımız an hatırlatılır. Söz, davranış, hatta planlarımızın, satır satır, harf harf kaydedilip, önümüze apaçık bir kitap olarak açılacağı yaman bir hesap günüdür o gün! 

Kur’ân, içinde hayatı aydınlatan ilahi ilkeleri barındırır; bu ilkeler, âhiretle ilgili olmakla beraber, öncelikle dünya hayatımızı düzene sokar. Dünya hayatını onun aydınlığında götürmeyen kimselerin de zaten âhirette alacakları bir nasipleri yoktur. Kur’ân, mü’minlerin hayat kitabıdır. Yaşandığı ölçüde hayat bulur. Aksine ölü ruhlara ve kendisini sadece lafzen okuyup, anlamına ve derinliklerine inmeyenlere, okuma sevabının dışında vereceği pek de bir şey yoktur. 

25. cüzün gölgesinde bir hayat dileklerimle.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin