Süreççi geldi hanım!

Yorum | Naci Karadağ

Aslında teori ile pratik arasında açılan makastan dolayı kelime tam olarak karşılamıyor ama angaje olmanın üst kimlikleri izah etmeye yeterli olduğu bir çağda ve coğrafyada yaşıyoruz.

Lügatler Angajman’ı; “yükümlülük altına girme, taahhüt etme, toplumsal, siyasal bir eylemin içinde yer alma ve ona bağlanma” olarak tanımlıyor ve ne yazık ki kelime pratiğini tam olarak ifade etmeye yetmiyor bu tanım.

Hemen izah etmeye çalışayım…

Toplumu oluşturan bireylerin kendi kimliklerini bir düşünce, ideoloji ya da başka bir mefkûre uğruna herhangi bir kategorizasyon gözetmeksizin mücadeleye adaması durumu.

Tahmin edileceği üzere marazi bir durum maalesef.

Şu anda ülkede yaşanan sıkıntıların en önemli sebeplerinden de biri olduğuna inanmaktayım.

Bir dönem devleti en büyük “tağut” olarak tanımlayanların şimdi kendilerini devlet olarak görmeleri gibi. Dolayısıyla bu kişi ve zihniyeti eleştirdiğiniz an devleti eleştirmiş sayılıyorsunuz.

Elbette yerinde durmuyor bu zihniyetin temel anlayışı. Acayip bir işgal edici yönü var. Devleti eleştirince muhalif olmakla kalmıyorsunuz, hain oluveriyorsunuz bir şekilde. İhanet içinde oluyorsunuz kişileri eleştirerek. Çünkü bizzat Erdoğan’ın ifade ettiği gibi, şahsının hedef alınması bir devletin, milletin, hatta dinin hedef alınması anlamına geliyor!

Giriş faslını uzatarak ağdalı bir akademik yazıya dönüştürme niyetinde değilim şüphesiz.

Her vasat kendi yan alan ve sektörünü oluşturuyor bir şekilde. İşin fıtratında bu var çünkü.

Örneğin bir karayolunda trafik olursa, kalıcılığıyla doğru orantılı olarak yan sektörü hemen oluşuveriyor.

Köprü trafiğinde ortaya çıkan işportacıları düşünün.

Bu insanlar trafikten önce, o yaşa kadar ne iş yapmış, neyle uğraşmış, kendileri ve ailelerini nasıl geçindirmişler gibi cevabı gizemli bir soruyla karşı karşıya kalırız.

Gişelerin hemen önünde elinde Çin malı “şarz” kablosuyla ortaya çıkan bu insanlar bu işten ekmek yediklerini gördükleri anda, meseleyi kendi çaplarında kurumsallaştırırlar da…

Örneğin yeni işportacılara yer vermek istemezler. Kendi yakınlarına imkan sağlayıp, orayı kapatmak, o habitatta hüküm sürmek isterler.

17-25 süreciyle başlayan cinnet döneminden sonra bir tür kalıcı süreç oluştu.

Aslında kalıcılıkla sürecin aynı cümlede kullanılması bir başlı başına bir paradoks, ancak pratik tam da böyle bir şey.

Tayyip Erdoğan’ın Ergenekon ile yaptığı ortaklaşa eylem planı tüm iç karartıcılığıyla devam eden, bir süreç başladı ve devam ediyor.

Açıkçası, epey acılı, sancılı ve travmatik neticeleri olan bir sürecin tam ortasındayız.

Hayatlar paramparça ediliyor, canlar kaybediliyor, insanlar acı çekiyor.

Basit bir acı ya da haksızlığa uğramak durumu değil bu. Artık kitlesel bir kırımı aşıp, sosyal bir soykırım ebadına çoktan ulaşmış durumda.

Bir taraf başka vaatlerde ele geçirdiği iktidarı kendi saltanatına dönüştürmek uğruna gözü karartmışken, diğer taraf yok olmakla yüz yüze.

Kurdun dişine kan değmesi durumu bu. Bir kere kanın tadını aldıktan sonra, artık önemsemiyor zulmün uygulayıcı tarafı. Çünkü artış önemli bir eşik aşılmış oluyor.

Bu nedenle Recep Erdoğan başta kendi ailesi olmak üzere, bir kısım kişileri bu kirli iktidar oyununun içine çoktan çekmiş durumda.

Türkiye için yeni bir durum gibi görünebilir ama insanlık için öyle değil elbette.

Bununla mücadele etme yöntemleri var…

Fakat, oluşan ek alan insanları yüzünden buna fırsat bulamıyoruz ne yazık ki.

Her yanımız yara bere içinde kan tükürürken, elindeki örgü şişiyle ikide bir sizi iğneleyen, canını yakan, zaten akan kanınıza ek olarak kan akıtan bir organizma hayal edin.

Siz, elinde devasa bir (devlet) kılıçla üzerinize hücum eden gözü dönmüşleri nasıl savuşturabileceğinizin derdine düşmüş, her yanınızdan şerha şerha kanlar akarken, kulağınızın dibinde birilerinin sürekli olarak “bik bik bik” ederek etinize paslı iğneler saplamaya çalıştığını düşünün.

Elindeki ucuz pelüş bebeği kaktırarak evine ekmek götüren işportacıya ne kadar tahammül edebilirsiniz ki?

Şöyle düşünün; büyük bir deprem yaşamışsınız. Yakınlarınızın pek çoğu enkaz altında. Kimileri çoktan ölmüş, kimileri inliyor, yardım istiyor. Siz onlar yetişmeye, el uzatmaya çabalarken birileri hemen yanınızda dikilip, “ama siz de betondan çaldınız, binayı çürük yaptınız” bilmem ne diye sallıyor da sallıyor.

Söylediklerinin içinde elbette haklı olduğu kısımlar vardır. Ve muhakkak ki böylesi büyük bir felaketin sebep bileşenlerinden sizinle ilgili olan fasıl hiç de küçümsenecek ya da göz ardı edilecek gibi olmayabilir.

Ama kardeşim, can derdindesiniz can!

Tufeyli gibi sürekli vızıldayarak etrafınızda gezinenlerin, bırakınız ellerini taşın altına koymayı,  “ya kardeş tamam haklı olabilirsin ama hele dur şu yaralılarımızı kurtaralım, ölülerimizi çıkaralım, defnedelim, yasımızı tutalım” demenize de tahammül edemiyorlar.

Çünkü hemen yanlarında tam simetrileri olan; “aslında bina yıkılmadı, bakın kolonlarımız sağlam, tekrar onaralım, işte görüyorsunuz bu kadar büyük deprem bile bize bir şey yapamadı”cılar var.

Bir tarafta, “aynaya bakıncı”lar ile, öteki yanda “acımadıki”ciler!

Al birini vur ötekine anlayacağınız.

Biri binayla ilgileniyor, diğeri enkaz altındakileri suçlamakla meşgul. Birbirleriyle uğraşmak da işlerine gelmiyor… Olan size oluyor, 24 saat beyninizi kemirip duruyorlar:

Özeleştiri yap, şeffaflaş bilmem ne.

Ötekisi de, zihniniz berrak değil, davaya olan inancınız test ediliyor filan…

Yahu can çekişiyoruz, ölüyoruz da!…

Hele bir durun, bir kalabalık etmeyin, bir nefes aldırın…

Yok…

Bu işten ekmek yemeyi meslek haline getirdikleri için vazgeçmiyorlar. Sizin yaralarınız, yarınlarınızdan daha önemli onlar için, oraya dayamışlar geçim kaplarını, beslenmeye çalışıyorlar.

Düşünsenize, gün geçmiyor ki bir katledilme, zulmedilme, masumların perişan edilme haberi gelmesin.

Hapishanede yaşanan zulümler canınızı yakıyor, siz ne yapalım, ne edelim diye iki büklümsünüz. Canhıraş sağa sola koşturuyorsunuz, eliniz kolunuz zaten kırılmış. Halinize bakmadan, başkasına yetişme derdindesiniz. Denizin dibinden ciğerlerine yosun dolmuş bebek cesedi çıkarılıyor anasına sarılmış olarak. Siz sabaha kadar gözyaşları içinde iki büklüm uyuyamıyorsunuz.

Sabah telefonunuzu açıp “Allahım ne olur bu gün bir felaket haberi görmeyelim” duası ederken karşınıza, “Efendim cemaatin niye sanatçısı yok? Bir Ahmet kaya niye yetiştiremiyorlar?” gibi abuklamalarla karşılaşıyorsunuz.

Eğer bilinçli yapsalar çok daha ağırını yazardım emin olun ama az çok biliyorum, bilinçlilikten değil yetersizlikten kaynaklandığını çok iyi görüyor ve biliyorum; zira Eminönü üst geçicindeki işportacı uzmanlığıyla pazarlıyorlar fikriyatlarını.

Oturup bunlara cevap yazmanız da nafile. Çünkü yarın, “peki öyle dedin ama bu niye böyle”ye geçecekler.

Bakınız profesyonel süreççi bunlar, oradan ekmek buluyorlar, zira oradan besleniyorlar.

Çok basit bir test aşaması var bu işin.

Bu meş’um süreç yaşanmadan önce bu isimlerin hangisini duymuştunuz?

Bakıyorsunuz kerli ferli kocaman adamlar bunlar. Ergen değiller, yeni yetme değiller. En küçüğü 40 yaşında filan.

Eh bunlar ana karnında 35 sene durmadıklarına göre bu süreçten önce de bir yerlerde olmaları lazımdı değil mi?

Ama yoklar… Çünkü trafik yoktu ki tezgâhlarını kapıp koşsunlar köprü gişelerine.

Şimdi bu süreççi beyfendilere, “kardeşim ne saçmalıyorsun” zaten başımıza ne geldiyse her işin “bizcesi”sini yapma saçmalığından dolayı geldi.

Cemaatin şarkıcısı olur mu?

Şöyle izah edeyim:

Fenerbahçe’nin yazarı olmaz, Fenerbahçeli yazar olur belki…

O da her yazdığına şüpheyle yaklaşılmasına sebep olur.

Bir şeyin bizcesi, sizcesi, iktidarcası, şucusu, bucusu olmaz, olmamalı… Oluyorsa yanlıştır. Böyle bir beklentiye girmek de saçmalıktır.

Siyasal İslamcıların en büyük sıkıntısı da budur. Her şeyi İslam’a yamama çabası bir süre sonra kendi lümpenliğini din olarak algılatıyor…

Sanattan anlamaz sanat üretimiyle ilgili fikir yürütür, siyasetten anlamaz siyaset üretir, gazetecilikte lise mektep seviyesindedir ahkam kesersiniz, vesaire…

Sonra da, yaptığınız besteyi Facetime’de büyüğünüze dinleterek meşrulaşmaya, oradan ekmek yemeye çabalıyorsunuz.

Ahmet Kaya olacağım derken şebelek olup çıkıyorsunuz maalesef.

Hz. Osman Efendimiz’i sırf eleştirmek için yaşayan bir güruh var asr-ı saadetten hemen sonra.

Sırf canını sıkmak amacıyla, herkesin içinde biri şöyle soruyor:

“Ya Osman, Peygamber Efendimiz (SAV) zamanında bu kadar fitne, fesat yoktu. Senin zamanında fitne kaynıyor. Nedendir?”

Hayâ abidesi Hz. Osman (RA)’ın cevabı aslında bizim süreççilere kapak olacak cinsten:

“Efendimizin etrafında bizler vardık, bizim etrafımızda ise sizler varsınız.. Muhtemelen bundandır!”

Mesele çok su götürür ama kimseyi rencide etmek niyetinde olmadığımız için bitirelim.

Diyeceğim budur…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

6 YORUMLAR

  1. Yazinin bazi bolumlerine katilmak ile birlikte genel itibariyle yazida `denge` kacmis bence.
    Elestiri yapan bazi kisileri gruplama, otekilestirme ve toptan karalama kendini hissettiriyor yazida.
    Bahsedilen kisileri ve yaptiklarini ben de tasvip etmiyorum ama yaklasim tarzimiz bu olmamali bence. Yanlis gorduklerimizi, sebepleri ile birlikte belirtmeliyiz.
    Bu tur farkli yaklasimlara, goruslere,kisilere.. saygili olmak, katilmasak bile elestirirken dengeli bir uslup kullanmak onemli bence.

  2. Nezaket dışı, aşağılayıcı bu yazıyı yazmakta, yazıyı yayınlamakta birçok kardeşimize hakarettir, zulümdür.
    Hizmet dünyanın bir çok yerinde devam ediyor be bir kısım aynı hatalı davranışlarımızla maalesef.
    Belki çok az bir kısmı işgüzarlık yapma durumunda olsa bile ekserisi çözüm adına fikir ve eylemler ortaya koyarken, çıkıp birilerinin (hemde kim olduğu belirsiz) bu insanları töhmet altında bırakması çok inciticidir, ayıptır.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin