İslam’da barış mı esastır?

Yorum | Ahmet Kurucan

Fransa’daki 300 imzalı Kur’an’da gayri müslimlere yönelik şiddet içeren ayetler kaldırılsın bildirisinden hareketle cihad ayetlerini merkeze koyarak bir değerlendirme yapıyorduk. Geçen haftaki yazımızda “İslam’da uluslararası ilişkide savaş esastır” görüşünü savunanların söz konusu ayetleri nasıl tasnif ettiğini ve nasıl yorumladığını yazmıştık. Şimdi sıra ‘İslam’da uluslararası ilişkilerde esas olan barıştır’ diyenlerin bu ayetlere nasıl baktığını görelim.

Öncelikle barış veya savaş salt dini bir mesele olmadığı gibi ne savaş ne de barış sırf dini nedenlerle hayata taşınmaz. Aksi bir yaklaşım insanın fıtratına, hayatın tabii akışına aykırıdır. Yalnız bu demek değildir ki savaşın ya da barışın dini sebepleri yoktur! Hayır, olabilir ve vardır. Tarih de bunun şahididir.  İlla Kur’an’dan delil arayanlara da Mümtehine süresi 8.ayetinde “Dininizden ötürü sizinle savaşmayan, sizi yerinizden, yurdunuzdan etmeyen kafirlere gelince…” cümlesinin mefhum-u muhalifini sunabilirim. Kur’an’ın bu ayetinden yaptığımız çıkarımla da tarihen sabit hadiselerle de biliyoruz ki nüzul sürecinde sırf din farklılığından dolayı Müslümanlarla savaşanlar vardı, şimdi veya gelecekte de olabilir. Ama bütüncül bir bakış bize din farklılığının savaşlarda her zaman hâkim unsur ve ana neden olmadığını söylemekte. Siyasi, iktisadi, askeri vb. sebepler nispetler perspektifinden bakılıp oranlamaya tabii tutulduğunda savaş sebebi olarak din farklılığından daha büyük ölçüde rol oynamıştır. Kaldı ki uluslararası ilişkiden söz ediyor ve adı üzerinde savaştan bahsediyoruz. Uluslararası ilişki de ve onun son seçenek veya istenmeyen bir formu savaş da siyasetin alanı içine girer. Onun için bir kez daha tekrar edeyim, savaşın nedenleri arasında din farklılığı olabilir ama savaşın siyasi bir mesele olduğunun baştan kabullenilmesi lazım. Nitekim Efendimizin gerçekleştirdiği savaşlarda onun peygamberlik değil devlet başkanlığı sıfatı öndedir. Gerek bu sebeplerle inen ayetlerin gerek savaş öncesi, savaş esnası ve savaş sonrası vermiş olduğu kararların bağlayıcılığı konusunda dünkü ve bugünkü ulemanın yapmış ve yapmakta olduğu yorumlar bunu açıkça ortaya koymaktadır.

“Barış esastır” diyenler cihad ayetlerinin her birisi için nüzul sebepleri, nüzul zamanlaması/sıralaması ve bağlam bilgisi/nüzul ortamı/arka plan şartları içinde açıklama getiriyor ve diğerleri gibi sadece nüzul zamanlamasından hareketle “Fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş.” (2/193) ayetiyle önceki ayetlerin hepsi mensuhtur demiyorlar. Bu bakış açısı farklılığı zaten siyah-beyaz nispetinden birbirine zıt olan iki sonucun ana nedenini oluşturuyor.

Bunu ispat sadedinde “savaş esastır” diyenlerin beş safha içinde kullandıkları ayetlerde barış esastır diyenler nasıl yorumladığına bakmamız lazım.

1.safhada Mekke’nin erken dönemlerinde kafirlerin azılı ve amansız düşmanlıklarından dolayı İslam’a ve Müslümanlara karşı almış oldukları cephe, buna karşılık Müslümanların fiziki karşılık verecek, mücadeleye girecek güçleri olmadığı için “dinde zorlamada bulunmama” (2/256) “müşriklerden yüz çevirme” (15/94) gibi  ayetler yer alıyordu. Savaşı esas alanların “bunlar mensuhtur” demelerine karşılık barışı esas alanlar bu ayetlerin “bütün zaman ve mekanlarda geçerliliğini koruduğunu” ifade etmekteler. Barış diyenlerin bakış açısı düşmanlarla mücadele edecek fiziki gücün olmaması değil din ve inanç özgürlüğü perspektifidir; Zira din hiç bir baskı altında kalkmaksızın insanın özgür iradesiyle tercih yapması gerekli olan konudur. Burada iradenin elden alınması, zorlamada bulunulması samimiyeti değil nifakı netice verir ve Kur’an’ın bu mevzudaki onlarca ayeti ile zaten yasaklanmıştır. Hz. Peygamberin (sas) hayatından da buna dair yığınla örnek göstermek mümkündür.

2.safha İslam’ı anlatmada takip edilecek sabır, güzel söz, hikmetini açıklama gibi (16/125; 29/46) sonuc almaya yönelik akli ve ahlaki esaslara vurgu yaptığı için her iki grup getirdikleri yorumlarda ittifak etmektedirler.

3.safha Medine’ye hicretten hemen sonra başlıyordu ve  “Haksız yere saldırıya uğrayan müminlere, zulme uğramış olmaları sebebiyle savaşma izni verilmiştir.” (22/39)   ayeti ile Mekke’li müşriklerle savaşa izin veriliyordu. Bu doğru. Herkesin bildiği gibi İlahi irade bu ayetle savaşa izin veriyor ve gerekçe olarak da zulme uğramayı ön plana çıkartıyordu.

Şimdi burada sorulması gerekli olan soru şu; zulme uğrama ne demektir? Zulmün açılımı nedir? Bu sorunun cevabını tarihi perspektiften bakarak 13 yıllık Mekke ve Bedir savaşına kadar olan 2 yıllık Medine dönemi hadiselerinde bulabiliriz. Kaldı ki 39. ayetin devamı da aynı soruya cevap veriyor. Mesela diyor ki Allah 40. ayette: “Onlar tamamen haksız yere, sırf “Rabbimiz Allah’tır!” dediklerinden ötürü yerlerinden yurtlarından kovulmuşlardı.” (22/40) Burada zulmün tarifi, açılımı, mahiyeti ve kapsamı adına gördüğümüz iki şey var; bir, inanç özgürlüğünü engelleme. “Sırf ‘Rabbimiz Allah’tır’ dedikleri için” kaydı bunun göstergesidir. İki, yine bu nedenden dolayı “yerlerinden-yurtlarından kovulma.” Bir başka anlatımla inandıkları dine, o dinin esaslarına göre kendi vatanlarında özgürce yaşayamama.

“Savaş esastır” diyenlere göre 4 ve 5. safhada yer alan haram aylarla mukayyed savaş ve nihayet müşriklerle/kafirlerle topyekûn savaşı emreden  “Fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş.” (2/193) ayeti ile bu ayet nesh edilmiştir. “İyi ama muhteva açısından nesh olmasına gerek yok, Hac süresi 39.ayeti  aynı şeyi içine alıyor.” denilebilir ki bu benim kabul edebileceğim aklımı ikna, kalbimi tatmin eden bir cevaptır. Ama ayni safhada barisi emreden ayetler de var. Mesela “Şayet onlar barışa yanaşırlarsa sen de barıştan yana ol ve Allah’a tevekkül et.” (6/61). O zaman barisa istemelri durumunda onu tercih etmeyi emreden bu ayetin emri/hükmü hayata nasıl taşınacak, nasıl fonksiyonel kılınacak? Zira nihai durak denilen mutlak ve topyekûn bir savaş teorisinden bahsediyoruz. Savaş esastır diyenlerin bu köklü soruya vereceği cevap ya mensuhtur olacak ya da tahsis, takyid, tercih vb. usul kaideleri ile istisnalar getirmek olacaktır, başka türlü olmaz. Zaten böyle de diyorlar. Halbuki ayetin nüzul sebebi, zamanlaması ve bağlamı hepsi birlikte mütalaa edilse ve tarihin ilerleyen zamanlarında benzeri şartların geçerli olduğu yerlerde bu ayet mucibince amel edilir; din özgürlüğü adına gerektiğinde zalimlerle savaşa çıkılır, savaşın herhangi bir kertesinde bu özgürlükleri vermek kaydıyla barışa yanaştıklarında barış yapılır denilse, ayetler bütün zaman ve mekanlarda işlevsel kılınmaz ve daha doğru bir yaklaşım olmaz mı? Barış esastır diyenlerin görüşü de zaten budur.

4.safha haram aylarla kayıtlı umumi savaş ilanıydı ve seyf/kılıç (9/5) ayeti ile bu yaklaşım temellendiriliyordu. Hatırlarsanız savaşı esas alanların görüşlerine göre Mekke ve Medine’de Peygamberliğin ilk gününden beri gelen yüzlerce barış, hoşgörü, birlikte yaşama vb. temalı ayetler ile zulümle kayıtlı olan savaşa izin verilen ayetler seyf ayeti ile nesh edilmiştir. Şöyle diyor ayet: “Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tütün. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir; affı ve merhameti boldur.” (9/5) Nüzul sebebinden, siyak-sibakından, nüzül sıralamasından ve tabii ki bağlamından kopuk metin merkezli bir okuma bu ayete şunları söyletebilir; “Allah burada açıkça saldırı emri veriyor. Allah’ın bu ayetteki muradı savaşı başlatan tarafın Müslümanlar olması ve bu uğurda girilecek mücadelede müşrikleri amansız ve acımasız bir şekilde öldürmeleridir.” Zaten söylenen de budur.

Pekala barışı merkeze alanlar bu konuda neler düşünüyor? Öncelikle İlahi muradı anlayabilmek için siyak-sibakından kopuk biçimde sadece bu ayeti değil ayet kümesini esas almak lazım. Zira Tevbe süresinin başından 17. ayetin sonuna kadar olan kesim kendi içinde anlam bütünlüğü olan ve birbiriyle bağlantılı bir ayet kümesidir. Bunu görmek ve anlamak için 17 ayeti arkası arkasına mealiyle okumak yeterli; Arapça bilmeye veya tefsir alimi olmaya gerek yok. Hangi dilden okunursa okunsun, okuduğunu anlayacak akıl sağlığı ve zihni kapasiteye sahip olmak bunu görmeye ve anlamaya yeterli. Bu bir.

İkincisi: bu ayetler bir devlet başkanı olarak Hz. Peygamberle yapmış oldukları siyasi anlaşmalarını bozan müşriklere karşı verilen anlaşmanın bittiğini bildiren bir ültimatom, bir başka anlatımla savaş ilanıdır. Ahlaki bir davranış olarak ahde sadık kalma, bir sorumluluk örneği olarak da anlaşmaları sonuna kadar devam ettirme Müslümanın şiarıdır. Ama burada anlaşma şartlarına muhalefet ederek onu sonlandırmış olanlar müşriklerdir. Buna rağmen onlara haber vermeden ani saldırıda bulunmayı Kur’an en azından ahlaki bir davranış olarak kabul etmez. Kaldı ki bu türlü bir davranış İslam öncesi Arap örf ve adetinde de vardır. Rivayetlere göre böylesi durumlarda savaş ilanı öncesi 4 aylık süre tanınması, bunu karşı tarafa bildirme isini de kabile reisinin kendisi veya yakınlarından birisinin yapması Arap örf ve adetidir. Nitekim ayetlerin nazil oluşu Hz. Ebu Bekir’in hac emirliği yaptığı sırada olduğu için Efendimiz Hz. Ali’yi Mekke’ye göndererek ilanı ona yaptırtmıştır.

Ayetlerin yer aldığı sürenin diğer adı “Berae”dir ve manası ültimatom demektir. Sürenin besmele ile başlamayan tek süre olmasının sebebi olarak da bu gösterilir. Hasılı “Bu topraklarda dört ay daha serbeste gezin dolaşın” bir taraftan anlaşmanın bitmesi ve savaş ilanı diğer taraftan da savaş öncesi kendilerine verilen süreyi gösterir.

Üçüncüsü: bu kümedeki devam eden ayetlerden açıkça anlaşılacağı üzere anlaşmalarına sadık kalan müşrikler savaş ilanı kapsamı dışındadır. “Ancak kendileriyle anlaşma yaptıktan sonra anlaşma şartlarını tamamen yerine getiren ve size karşı menfî hiçbir hareketleri olmadığı gibi, aleyhinizde de hiç kimseye destek vermeyen müsrikler, bu hükmün dışındadırlar. Onlarla olan anlaşmalarınıza süreleri doluncaya kadar bağlı kalmakta devam edin. Şüphesiz ki Allah, bütün davranışlarında Kendisine karşı gelmekten sakınan ve O’nun koyduğu sınırlara titizlikle riayet edenleri (mü̈ttakîler) sever.” (9/4)

Dördüncüsü: “….müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tütün.” beyanı ise barışa yanaşmayan, barış anlaşmasını defalarca bozan ve düşman olarak Müslümanları öldürmek için savaş meydanında elinde silah dolaşan insanlara yöneliktir. Yani diplomatik münasebetlerin sonuna kadar kullanılıp barışın sağlanamadığı ve nihayet Kur’anî kavramlarla harb’in (savaşın), katl’in (öldürmenin) ve kıtal’in (karşılıklı öldürmenin) olduğu bir zemin için geçerlidir bu emir.  Böylesi bir pozisyonda başka türlü nasıl davranılır ki? Ayetin net ifadesiyle “anlaşmaları bozan, Müslümanlara hücum eden ve savaşı ilk başlatanlar da onlar olmuştu.” (9/12-13)  Dolayısıyla müşrikleri öldürme mutlak bir beyan değil, şartlarla mukayyed olarak Mekke’li Arap müşriklerine yönelik bir ayettir ve siyer, megazi ve tefsir kitaplarında bu kabilelerin isimleri teker teker sayılmaktadır.

Beşincisi: müşriklerin öldürülmesi ile alakalı Kur’an’da geçen diğer ayetler de aynı metodoloji ile ele alınmalı yorumlanmalıdır. Bu yapıldığı takdirde görülecektir ki  müşriklere, kafirlere, münafıklara karşı savaşın tek alternatif olduğu bir muamele tarzından bahsedilmemekte, her ayet nüzul sebebi ile sınırlı spesifik hadiselere yönelik çözümler önermektedir. Dolayısıyla ortada reel-politik bir durum vardır. Bu reel-politik ihmal edilerek yapılacak her yorum bizi maksadı ilahinin dışına çıkartır. Baştan bu yana anlatmaya çalıştığımız da zaten bu,

Örnek olarak vereceğimiz son ayet kafir ve müşriklere mutlak savaş hali görüşünün temeli olarak sunulan 5.safhadaki ayettir ve bu ayetle önceki 4 safhadaki ayetlerin tamamı nesh edilmiştir. Önce ayeti hatırlayalım; “Fitne ortadan kalkıp din Allah için oluncaya kadar onlarla savaş.” (2/193) Barışı esas alanlar burada da tıpkı seyf ayetinin izahında olduğu gibi sadece bu ayeti değil ayet kümesinin ele alınmasının şart olduğu görüşündedirler ki doğrudur bu. Zira İlahi maksadı -Allahü A’lem- sıralı olarak nazil olmuş ve aynı konudan bahseden bu kümeyi okuyarak ancak anlayabilir ve anlamlandırabilirsiniz. Yoksa kümenin içinden bir ayeti, ayetin içinde de yarım cümleyi veya birkaç kelimeyi ya da farklı manalara gelen ve tarihi süreçte kavramsal olarak çok farklı anlam çerçevelerine sahip olmuş “fitne” gibi bir kelimeyi/kavramı öne çıkartarak yorum yapmaya kalkma defalarca ifade ettiğimiz gibi bizi doğru sonuca ulaştırmaz.

İslam’da uluslararası ilişkide esas olan mutlak savaştır görüşü bu ayet ile temellendirildiği için bu ayet kümesini biraz genişçe ele almak istiyorum. Aslında bu yazı ile cihad ayetlerini ele aldığım silsileyi bitirmeyi hedefliyordum. Ama gördüğünüz gibi mümkün olmadı. Sanırım iki yazı daha yazmam gerekecek.

Sözün burasında bir hatırlatma; bundan yıllar önce yayınlanan Niçin Diyalog kitabımda bu ve aynı muhtevadaki ayetlerin her birerlerini tek tek ele almış ve yorumlamıştım. İsteyenler o kitaba da müracaat edebilir.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

3 YORUMLAR

  1. Ikinci paragrafta geçen “Nitekim Efendimizin gerçekleştirdiği savaşlarda onun peygamberlik değil devlet başkanlığı sıfatı öndedir.” cümlesinde peygamerlik ve devlet başkanlığı ayrımını, belli bir durumda bir sıfatın öne çıkması olarak mı, yoksa seküler yaklaşımda bir din devlet ayrımı olarak mı anlamalıyız?

  2. “Haram aylar çıkınca müşrikleri nerede bulursanız öldürün, onları yakalayıp esir edin, onların geçebileceği bütün geçit başlarını tütün. Eğer tövbe eder, namaz kılar, zekât verirlerse onları serbest bırakın. Çünkü Allah gafurdur, rahîmdir; affı ve merhameti boldur.” (9/5)

    Ahmet Bey,

    İki sorum olacak:

    1. Rasullullah aleyhisselam bu ayetten sonra gayrı muslimlere nasıl muamele etmiş? Resullullah’ın vefatına kadar?

    2. Hocaefendi’nin ”Müslüman terörist olamaz, terörist de müslüman.” açıklamasını kaynaklarla tartıştınız mı? Yoksa Hocaefendi dedi diye yorumsuz kabul mü ettiniz?

    İbn-iTeymiyye’yi ve onun bugün teröre referans gösterilen meşhur fetvasını otomatik bir reddediliş ile mi değerlendirelim?

    Son olarak da sizin Amerika’da arkadaşlarımıza ”Biz Nur talebesi değiliz” şeklinde bir açıklamanız oldu mu? Olduysa açar mısınız?

    Cevabınızı sabırsızlıkla bekliyorum.

  3. ayhan sana cevap verilceğini zannetmiyorum, ama son soruna cevap vereyim, biz nur talebesi değiliz lafına, o konuda diğer nur cemaatlerinin sitelerine girip googla bir arama yaparsan zaten farklımızı ortaya koymuşlar. Bir değerlendir, Said Nursi’den farklı yönler var bunları zamanın gereklerine uyum olarak mı görmek gerekir, ya da said nursinin her dediğini kabul etmemek kişiyi nur talebeliğinden çıkarır mı ? asıl tartışmalı olan bu. çok da önemli bir mevzu değil, ama neden farklı bir yol tercih ettik diye sorulabilir. Risalede said nursi yalan konusunda net, asla fetva vermeyin kendinize diyor, yalan söylemek asla yok diyor mesela.

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin