Hak aramayın! Biz istersek lütfederiz!

HABER-YORUM | KEMAL AY

İzmir’de Battal Sağır isimli bir işçi İŞKUR binasının önüne gelerek soyunmuş, kıyafetlerini kapıya fırlatarak, “İşçiyim ben, aç işçi! Benim hakkımı savunmuyorlar, patronun avukatlığını yapıyorlar” demiş. Önceki günlerde de Sıtkı Aydoğmuş isimli bir başka işçi, geçinemediğini belirterek, Meclis Devlet Hastanesi’nin önünde kendini yakmıştı.

Bu görüntüler, 2001’de esnaf Ahmet Çakmak’ın dönemin Başbakanı Bülent Ecevit’in yakınına gelerek yazarkasa fırlatmasını hatırlattı pek çoklarına. Krizin ‘sebebi’ değildi fakat ‘sembolü’ olmuştu. Ana akım medyada günlerce yer buldu. Hani derler ya, ‘döndürüp döndürüp yayınladılar’.

Ahmet Çakmak’la 1 Nisan 2017’de, yani 16 Nisan referandumundan kısa süre önce Yeni Şafak gazetesi bir röportaj yapmış. O günleri anlattırmış. Çakmak, bir ‘evet’ savunucusu olarak, ‘sıkıntılı günler’ yaşayan vatandaşların neden ‘evet’ demesi gerektiğini açıklamış.

Önce o dönem Bülent Ecevit’in olaya nasıl yaklaştığına bakalım. Çakmak, kendisine mikrofon uzatanlara şunları söylüyor: “[Ecevit’in kendisine iş bulmak için girişimlerde bulunduğunu söyleyen Çakmak,] Ancak o dönem bir türlü iş bulunamadı. Bir ülkenin başbakanının iş bulamadığı dönemleri düşünün.”

Ama Çakmak’ın ortalama bir vatandaş olarak ‘devletten beklentisini’ özetleyen cümleleri şöyle: “O dönem Başbakan Ecevit yeşil kart almam için beni Abidinpaşa Sağlık Ocağı’na yönlendirdi. ANAP’lı bir doktor bana yeşil kart verilmesine engel oldu. Herkese de ‘yazar kasa atan adama yeşil kart vermedim’ diyerek anlatmıştı. Çift başlılık ne demek o zamanlar yaşadığım sıkıntılardan dolayı çok iyi biliyorum. Bir tane doktor koskoca başbakanın istediği işlemi yapmadı.”

Yani 16 Nisan referandumuyla tarihe gömdüğümüz ‘çift başlılık’ aslında ‘koskoca başbakanın’ (devleti yöneten tek başın) her istediğinin hemen yerine getirilmemesi, engeller çıkarılması anlamına geliyor. Bir başka deyişle, ‘koskoca devlet başkanı’ ne isterse yapmak zorundasınız kardeşim!

HAK ARAYANLARA MUAMELELER

Peki, bugün kendini Meclis’in önünde yakan işçiye nasıl tepkiler veriliyor? Öncelikle böyle bir olay yokmuş gibi davranılıyor. Meğerse orası Meclis’in değil, Meclis’teki Devlet Hastanesi’nin önüymüş! Başka? Erdoğan’ın son zamanlardaki PR’cısı Bosphorus Global’in (hani şu meşhur Pelikan Yalıcıları) ‘stratejisti’ Hilal Kaplan’a göre olay şöyle: “Meclisin önünde kendini yakan yok ama İran ve Tunus sokaklarını hareketlendirdikleri gibi bizde de bir ayaklanma çıkarmak isteyenler var! AYM de pası atmışken… Tankın üzerine çıkmış bir milleti ezmeye kalkmayın derim.”

Tabi burada ilginç olan, Tunus’ta sokağa çıkan gençlerin ve bunun neticesinde iktidara gelen Gannuşi’nin AKP tarafından ‘dost ve müttefik’ görülmesi. Tunus halkı, bir seyyar satıcının kendini yakmasıyla sokağa çıkmıştı, benzetme tamam olsun diye zikredilmiş muhtemelen. Geçelim.

Muhalefet lideri ne yaptı peki? Kemal Kılıçdaroğlu işçiye şöyle bir tavsiyede bulundu: “Git kendini Saray’ın önünde yak.” Elbette Kılıçdaroğlu burada, Meclis’in etkisizliğine ve mevcut kötü gidişten Saray’ın sorumlu tutulması gerektiğinden bahsediyor. Ama yani, biraz da densizce bir yaklaşım değil mi? Nitekim hukukçu Prof. Adem Sözüer de fırsatı kaçırmamış, böyle bir eylemi teşvik ettiği için Kılıçdaroğlu’nun 2 yıldan 5 yıla kadar hapis cezası alabileceğini söylemiş. Buyur, buradan yak!

SITKI AYDOĞMUŞ’UN HİKÂYESİ

Sıtkı Aydoğmuş’un hikâyesini merak edeniniz oldu mu? Hapisten çıktığı gibi gazeteciliğe dört nala devam eden Tunca Öğreten etmiş.

Sıtkı Bey, taşeron işçi. Gece vardiyasına kaldığı sırada bir kaza geçiriyor. Yedi kaburga kemiği kırılıyor, omuriliği ve kafatası zedeleniyor. Çalıştığı şirketten, geçimini sağlayabilmek için çalışamadığı zamanda da yevmiyesinin yatmasını talep ediyor. Olumlu yaklaşıyorlar.

Gelgelelim, evde istirahati sırasında kendisine telefonla müjdelenen ‘yardım’ parası sadece 300 TL olmuş. Olayın üzerinden bir türlü iş bulamamış Sıtkı Aydoğmuş. Bu arada şirketi dava etmiş. 40 bin lira kredi çekmiş bunun için de. 5 yıldır sürüyor dava fakat bir sonuç yok. Bu arada yargı sistemini ‘ehlileştirmek’ için yargıçların sürekli tayinini çıkaran iktidar yüzünden, davada 5 kez hâkim değişmiş.

Sıtkı Aydoğmuş, Meclis’e aslında birkaç milletvekili ile görüşmek için gitmiş. Kendini yakmak, son çaresiymiş. Fakat daha girer girmez polisler etrafını sarınca, ateşe vermiş kendini. Tunca Öğreten’in konuştuğu sendika temsilcisinin şu sözleri, durumun vahametini anlatıyor: “Sağlığı iyi ama bu travmatik olay onun psikolojisini daha da bozmuş durumda. Umarım sesi duyulur.”

ÇIPLAK GÖRGÜSÜZLÜK

Demokrasi kültürü açısından, hakkını aramakla yardım (ya da aman) dilemek arasında ince ama önemli bir fark var. Zamanında yanılmıyorsam Ali Bayramoğlu yazmıştı. AKP ve Erdoğan, hak mücadelesini sevmiyor. Bunu, siyaseten iktidarını aşındıran bir eylem olarak görüyor ve engellemek için elinden geleni yapıyor. Ancak bir lütuf olarak ‘hak dağıtmayı’ benimsiyor. Çünkü bu, iktidarının altını oyan değil, kalınca bir kalemle çizen, belirginleştiren bir eylem.

Bir padişah gibi ulufe dağıtmayı, çaresiz kalıp kendisinden aman dileyen reayanın önüne bir kese altın atmayı seviyor Erdoğan. Oysa bu durum, ‘talep edenin’ kimliğini yok eden, iktidar karşısında adeta bir ‘hiç kimse’ye dönüştüren bir eylem. Gerçek iktidar da bu. Son örneği, İstanbul’daki Demir Kilise’nin restorasyondan sonraki açılışında ortaya çıkan fotoğrafta gizli. Keyfilik öyle bir noktada ki, kimse ‘Ne yapıyoruz?’ diye sormuyor. Görgüsüzlük, çıplak.

Öte yandan, aynı keyfilikle verilen hakların geri alınabileceği pek düşünülmüyor. Tarihten de iyi biliyoruz ki, geri alınıyor. Hem de çok acı şekilde.

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin