Yüzümüze tükürülmeden…

YORUM | EKREM DUMANLI

Sinema tarihinin en asi aktörlerinden Marlon Brando, bir bağış programında Başkan Kennedy’ye rastlar. Gergin bir konuşma geçer aralarında. Başkan’ın gereksiz sorularından rahatsız olmuştur sanatçı. Gerilimi daha da tırmandıracak bir laf eder Başkan. Brando’nun Kızılderili haklarıyla ilgili verdiği mücadeleye iğneleyici bir lafla atıfta bulunur: “Kızılderililerle neler yaptığınızı gayet iyi biliyoruz”. Marlon anında enfes bir cevap verir: “Biz de sizin neler yapmadığınızı gayet iyi biliyoruz…”

Yapmadıklarından sorumlu tutulmak! 

Üzerinde düşünülesi bir kavram…

Normalde insan, yaptıklarından sorumludur; yapmadıklarından değil. Hukuken de böyledir, dinen de. Mesela aklınızdan, hayalinizden kötü bir şey geçse, fiiliyata dönüşmedikçe sorumlu olmazsınız. Daha ötesi, bir kötülüğü yapmaya karar verseniz, hatta onu planlasanız bile o niyet, eyleme dönüşmedikçe mesul olmazsınız…

Peki nasıl oluyor da yapmadıklarımızın hesabı bizi kâbus gibi takip edebiliyor? Yakamıza yapışan hesap, yapabilecekken yapmadıklarımız? Bir başka deyişle, insan, yaşadığı her zaman diliminin hakkını ayrı ayrı ve dolu dolu vermeli ki hem vicdanen rahat olsun hem de gelecek nesillerin tarih mahkemesindeki gazabından kurtulabilsin…

Bediüzzaman’ın 29’ncu Mektup’ta zalimlere karşı muazzam bir meydan okuması var. Aydın cesaretinin nasıl olması gerektiğine dair eşi benzeri az bulunur bir makale.

Oradaki sert üslubun nedenini şöyle izah ediyor Üstat: “İstikbalde gelecek nefret ve tahkirden sakınmak için bu zeyil yazılmıştır. Yani, ‘Tuh o asrın gayretsiz adamlarına!’ denildiği zaman yüzümüze tükürükleri gelmemek için veyahut silmek için yazılmıştır.”

Yazmanın, konuşmanın, mücadele etmenin namusu, tam da budur. 

Yapabilecekken yapmadıklarımız…

Mesela birisi çıksa “Dil bilirdin, yol bilirdin, erkan bilirdin; bu donanımla etrafına yardımcı olmak varken sen ıvır zıvır şeylerle uğraştın” dese, nasıl cevap verirsin? Sormalıyız hepimiz kendimize. Yaptıklarımızı terazinin bir kefesine koyup tövbe-i nasuh ile arınıp dirildikten hemen sonra ve daha vurgulu bir iç hesaplaşmayla yapabilecekken yapmadıklarımızı sorgulamalıyız. Nasıl olsa bir gün soracaklar her birimize.

Belki de diyecekler ki “Kader rüzgârlarının savurmasıyla dünyanın dört bir yanına açıldın, ufkunu, ulaşabildiğin dünyalar kadar genişletmek varken, sen yine kendine takıldın kaldın? O da yetmedi, iç enerji kaybının sınırlarında gezinerek depresyon atmosferine sürükledin kendini ve etrafını. Akılla, mantıkla, serinkanlılıkla konuşulacak en hassas mevzuları kapalı devre tartışmalar eşliğinde şöhret-i kâzibeye vesile kıldın. Alelacele dile getirilen ve fikrî derinliği olmayan konulara yoğunlaştın. Okumadan yazmayı, düşünmeden konuşmayı tercih ettin. Kısacası değer üretmek gibi tefekkür çilesi gerektiren bereketli bir yol yerine, bin bir sancı ve ihtimamla var edilmiş değerleri hovardaca tükettin, vebale girdin, bulunduğun konumun hakkını yerine getiremedin, emekleri zayi ettin…”

Bu tür sorgulamalar, insanları mahcup etmek için değil; bir uyanış ve diriliş davetiyesi için yapılır. Daha doğrusu öyle yapılınca daha verimli sonuçlar çıkar ortaya. “Şimdi ne yapılabiliyorsan gel onu yapalım” der bize. Herkesin yapabileceği o kadar güzel hizmetler var ki…

Her dönemde yapılacak öncelikli işler var. Önem sırasına göre liste yapmadan yola çıkılamaz. Her dönemin ayrı bir ruhu ve ona mahsus dinamiği olur çünkü. Toplumun bütün katmanlarını içine alacak kadar geniş bir dairede yürütülen zulüm, elbette moralimizi bozmakta, travmasıyla bize suçlu aratmakta.

Bir bakıma normaldir bu. Ağır sorumluluğu üzerimizden atmak için suçlular bulmak, onları kitleler nezdinde linç etmek ve bu yolla rahatlamak ister insan. Ama izlenmesi gereken yol bu mudur? 

Bu karanlık zulüm donemi herkesi göreve çağırıyor aslında. Zorbalıktan, diktatörlükten intikam almanın yolu da buradan geçiyor aslında. Bu gerçeği atlayarak ortaya koyacağımız her çalışma bugünkü mağdurların da yarınki nesillerin de sitemlerine (belki de isyanlarına) yol açmakta. Haksız da değiller; çünkü insan yapabileceği (ama birtakım bahanelerin arkasına saklanarak yapmadığı) işlerden sorumludur…

Türkiye'de bu haberi engelsiz paylaşmak için aşağıdaki linki kopyalayınız👇

2 YORUMLAR

  1. Kendini sigaya çekme mi, Ayin mi?

    Ayinlere dünyanın her yerinde rastlıyoruz ama en ilkel niteliklerini Afri da buluyoruz elbette.

    Afrika da yaşayan Fula kabilesi, “Kamçılama Ayini” düzenliyor, erkekliğini ispat etmek isteyen ergenler için. Sırtını kamçılarken hiç acı belirtisi göstermemek, bu ayinin temel hedefi görünüyor.

    Amazon da yaşayan bir başka kabile de erkekliğini ispat etmek isteyen gençler de, ısırığı çok acı veren, içi karınca dolu bir eldiveni giymek zorundalar.

    Aslında, Ayinler sırf bu ilkel modda çıkmıyor, modern tarikatların batı da düzenlediği toplu ayinleri, hatta intiharlı ayinlerini tarihte bizim nesil bizzat şahit oldu.

    Jim Jones tarikatı, 918 müridiyle toplu olarak intihar etti örneğin Amerika da.

    Ayinler pekçok yönüyle tanımlanabilir de, benim bakışımla, sanırım en dikkate değer yanı, yaptığın şeyden bağımsız, o ritüeli izleyen yahut yapan olduğun fark etmez, yapılması gereken şeyi yapmak, ritüeli gerçekleştirmek önemli olan.

    Yapılan şeyler farklı olsa da, ister karınca dolu eldivene elini sokma, ister sırtını kamçılama, isterse de toplu intihar olsun birbirine benzer motivasyonlarla yapılıyorlar.

    Başta kendi sorgulamalarımdan başlayarak ve gözlemlerimi de içine alarak, güzel insanlar topluluğunun içinde de, Ayine dönüşme ihtimali olan ritüeller olduğunu düşünmekteyim. Pak temiz bir elbise de görülen küçücük bir siyah nokta nevinden olsa da, yine de kendi zaviyemden o siyah noktayı göstermeyi bir vecibe biliyorum.

    “Okumuyoruz hayıflanması” bu ritüelin ilk basamağı. Okumak desem de buna dinlemeyi de eklemeliyim. Beslenme tabirini bulanda güzel bulmuş aslında, beslenmeyen insanlar topluluğuyuz. Güzel insanlar topluluğunda insanların, okumadığını, dinlemediğini yıllardır gözlemliyorum, bir kaç aylık, bir kaç yıllık olsa idi, yahut bu yaşanılanlarla ilişki kurulsaydı son 6 yıl denilseydi kısmen anlaşılabilirdi de, 2016 öncesinde de benzer bir durumun varlığını düşününce, kronikleştiğini söylemekte bir mahsur olmayacak sanırım.

    Artık, okumamak, dinlememek, beslenmemek bir olgu olarak karşımıza çıkarken, bu olgu sanırım, “okumama hayıflanması” ritüeliyle, tolere edilmekte. Belli ki artık okumayacağız ve belli ki, okumak yerine sürekli ” ah okumuyoruz, dinlemiyoruz, beslenmiyoruz” diyeceğiz.

    Güzel insanların alameti farikası sanırım artık, okumak, dinlemek değil, “ah okumuyoruz, dinlemiyoruz” olacak.

    Dikkat ederseniz, ritüel dedim ama Ayinle bağdaştırmadım ama korkum şu ki, artık, bir çeşit kutsallık da atfedilmiş durumda bu ” okumuyoruz, dinlemiyoruz ritüeli” ne. Sohbeti Canan içinde, hayıflanarak iç çeken, yiğitliğinden şüphe edilmeyen insanları iç çekerken görüyor, benzer şekilde ben ve/veya birbaşkası ona katkı da bulunuyor, asıl ben okumuyorum, dinlemiyoruma dönüşüyor ve o manyetik havayla bu işin içine artık duygu da katıyoruz.

    Artık okuyarak sevap kazanma, tefekkür etme yerini bu ritüele dönüştürmüş durumda.
    Sanırım, okuyamıyoruz diye hayıflanmayı da bir çeşit sevap olarak görüyor, manevi bir iklim modunda, asıl sen değil ben hiç okumuyorum havasına giriyoruz.

    Hayırda yarışın yerini, okumamada hayıflanma yarışına girmeyle izah edilirse de sanırım bunda bir sakınca yok.

    Lakin, bu sakıncalı görülüyorsa, erbabı bilecektir, işte ozaman buna Ayin diyeceğiz ki, sanırım ibadetten ayrılacak bir husus haline gelecek.

    …..

    Başkası okumuyor olabilir, sen kendine bak denilebilir ki bir çeşit haklılık payı da var. Lakin, büyüğümüzden, bir yerde namaz kılmayan insan varsa 40 gün namazımı huşu ile kılamıyorum kişinin nasihatını, defalarca duymuş insanlarız.

    Ama soruyoru, okumamanın, beslenmemenin hayıflanma ritüeliyle tövbesinin yapılması, sizce bir Ayin değil mi.

    Bunu, bin kere de tövbesini bozsan, yine gel şeklinde, gerçek bir silkinme olarak mı yapıyoruz, yoksa, artık dillere pelesenk olmuş, alışkanlık olmuş bir ritüelin parçası olarak Ayinleştiriyor muyuz.

    Ve cevap evet ise, okuyanın okumasının da etkileneceği bir atmosferi sunmuyor muyuz. Sizce, okuyan, dinleyen 40 kişi varda okumayan 1 kişi mi var, yoksa, okuyan 1 e karşı okumayan 40 kişi mi.

    Soruya kendi cevabım, malesef olacak. Bu nedenle, bir çeşit kısır döngüye girmiş durumdayız.

    Artık, okumamayı, dinlememeyi üreten bir sistemi mi üretiyoruz aceba, ve aslında çok güzel şeylere namzet insanları o atmosferde harcıyor, saflaştıkça saflaşacak halli insanları, o kurduğumuz iklimin içinde, ne ileri, ne geri mi gtürüyoruz.

    Geriye götürülmüyor elbet, ama ileriye götürdüğümüz nokta da işte sorgulamamı yapıyorum. Aceba diyorum.

    Ben nezaketen okuma, dinleme seviyesinden, ki bunları yapmak bir seviye işidir de, aslında korkularımdan biri şu ki, aceba farzlarda, daha da özde nasılız?

    Beş vakit namazımız, huzurdaki halimiz, derinliğimiz nasıl.

    Varsın okumasın deriz bunları yapmanın yanında okuma ve dinlemeye. Gerçi ilişkili ama esas olan bu öz olunca, basitçe böyle diyorum.

    Peki sizce, beslenmeyi de kenara koyduk, farzlarda, ibadetlerde, bırakın büyük-küçük tesbihatı, cami cemaati tesbihini çekip, duamızı ediyor muyuz, cevşeniz, tesbihimiz ne yoğunlukta.

    Ekrem bey,
    Yiğit yıkıldığı yerden ayağa kalkar pelesenkini sanırım burada uygulamalıyız, belli ki, güzel insanların içinde olma ümidi yapmadığımız o en öz çok şeyin üzerini kapatıp, affolma ümidimizi menfi olarak tetikliyor.

    Evet, belki daha farklı ortamda, manevi olarak yükselmesi olan insanları aceba engelliyor muyuz. Sunduğumuz ortamlar, sosyal ortamlar bunu üretiyor olabilir mi?

    Kazanma kuşağında kaybetmemeli derken dilimiz, amelimizle aceba kaybediyor muyuz?

    ….

    Ekrem bey,

    affınıza sığınarak, yazınızla da bağlantı kurmak istiyorum.

    Okumuyoruz, beslenmiyoruz Ayinine sanki hizmet etmiyoruz ayini de eklenmeye başladı mı?

    Artık, ah hizmette etmiyorz ayini, bazen yazılarla fark etmesek de siz değerli yazarlarımız, büyüklerimiz de katılıyor mu.

    Niyetinizden zerre şüphe etmem elbet, ama ben neticeler üzerinden neye hizmet ettiğine yönelik bir düşünceye yol buluyorum.

    Demem o ki, sizin bu yazınızı okuyarak, hizmet etmesekte, etmemenin acısını içeren bir çeşit günah çıkarmayı mı sağlamış oluyoruz. Bu soru hepimizin vicdanına geliyor elbette.

    ….

    Konu derin, ama şunu demeliyim ki, Hizmet etmek bir sonuçtur, içsel süreçlerin sonunda, yani arzlara uymalar, nafilere devam etmeler, teheccüdler, okumalar, dinlemeler neticesinde İhlasa dönüşen bir duygu oluşur ve bu hizmet etme duygusunu tetikler ve netice Allahtan olsada, Üstadın sırra işaretiyle netice vereceği de muhakkaka yakındır inşallah.

    Öyleyse, değerli hocam, Ekrem bey,

    İster okumaya ister hizmet etmeye teşvik babından olsun, bence öncelenmesi gereken şey, o en temeldeki, o en basit şeylere yüklenmek.

    Kuran okumak, namazı ekranıyla huşuyla kılmak, derinleşmek … ve bunun olmasını sağlamak.

    Beşerin şaşabileceğini, belki de şaşmış bir halde olduğumuzu da göz önüne almalıyız artık. Durum tespit yapıp, gerçek bir gözlemle, nerede olduğumuzu görüp, kazmayı küreği ona göre vurmalıyız.

    Belki şu an Aya merdiven dayayıp çıkma devri değildir, Aya merdiven dayayıp çıkacak insanların okuması, farzlarına riayetini sağlamaktır, belki yiğit tökezlemiştir.

    Gerçekle yüzleşmek, hepimiz için bir şart. İster manevi yönüyle olsun, ister daha geniş perspektifle güzel insanlar içinde de.

    İşte ozaman, yaptıklarımız, konuştuklarımız, yazdıklarımız bir Ayin olmaktan çıkar, gerçek bir kendini sigaya çekmeye döner.

    Ben, sen, o, namazlarını tesbihatla mı kılıyorsun, teheccüdün var mı, okuyor musun, huşun ne durumda, Kuranı benim gibi pat çat mı okuyorsun, yoksa şiir okur gibi diline yatkın şekilde mi okuyorsun,

    Bugüne kadar mealini okudun, tefekkürle tefsirine baktın, neleri okudun…

    Eğer, cevabın hayırsa, başkasının yüzüne tükürmesini bekleme. Kendi yüzüne tükür önce sen kendine.

    Ben birazdan aynaya gidip kendi yüzüme tüküreceğim.

    Ama bir işe yarasın, bu satırları sende duymalıydın. Suratına tükürelecek haldeysen, Aya merdiven dayayıp büyük şeyleri yapmaya namzet, ehil konumu süsünden vazgeç, gerçeği gör, silkelen..

    Ve siz değerli yazarlar, birşeye hizmet edecekseniz buna hizmet edin. Önce neredeyizi bulun, sonra oradan insanları daha yukarı taşıyın derim.

    Bir solukta, düzeltmeden yazıyorum. Umarım annlaşılırdır.
    Sürçü lisan ettimse affola.

    Hürmetle…

    ….

  2. Ne güzel yazmışsınız, ağzınıza sağlık; teşekkürler.
    O yazan, nefsini yerden yere vurup yazısını birinci tekil şahısla yazdığı için etkili oluyordu.
    Uyarıyı hatırlatmayı ikinci tekil şahısla yapanlar demine damarına dokunduruyorlar…
    ““Dil bilirdin, yol bilirdin, erkan bilirdin; bu donanımla etrafına yardımcı olmak varken sen ıvır zıvır şeylerle uğraştın”, “Kader rüzgârlarının savurmasıyla dünyanın dört bir yanına açıldın, ufkunu, ulaşabildiğin dünyalar kadar genişletmek varken, sen yine kendine takıldın kaldın? O da yetmedi, iç enerji kaybının sınırlarında gezinerek depresyon atmosferine sürükledin kendini ve etrafını. Akılla, mantıkla, serinkanlılıkla konuşulacak en hassas mevzuları kapalı devre tartışmalar eşliğinde şöhret-i kâzibeye vesile kıldın. Alelacele dile getirilen ve fikrî derinliği olmayan konulara yoğunlaştın. Okumadan yazmayı, düşünmeden konuşmayı tercih ettin. Kısacası değer üretmek gibi tefekkür çilesi gerektiren bereketli bir yol yerine, bin bir sancı ve ihtimamla var edilmiş değerleri hovardaca tükettin, vebale girdin, bulunduğun konumun hakkını yerine getiremedin, emekleri zayi ettin…” sözlerini nefsinize söylediğiniz için ma’şeri vicdanda kabul görecektir…

YORUM YAZIN

Lütfen yorumunuzu yazın
Lütfen isminizi girin